Bu toprağın manevi mimarlarından Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, ilim ile irfanı, akıl ile kalbi, zahir ile bâtını kendisinde birleştirmiş bir ulu kişidir. İki kanatlıdır; bu yüzden uçar, uruc eder, başka yerlerden haberler getirir. Maneviyat âleminde bir yıldızdır, şiirleri okuruna ruh üfler, Marifetname‘si şaşırtıcı bir evrendir. Buna mukabil, kendisiyle ilgili eserler yeterli miktarda değildir ve yeni kuşakların bu büyük zatı tanıması için daha çok çabaya ihtiyaç bulunmaktadır.
Elinizdeki eserde, Türk hikâyesinin önemli isimlerinden Melek Paşalı soruyor, Belkıs İbrahimhakkıoğlu, büyük dedesi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ni anlatıyor. Kitapta, sadece aile içinde kalmış anlatılara, kitaplara girmemiş menkıbelere değil, kuşaktan kuşağa geçen bir Hazret sevgisine de şahit olacaksınız.
Eğer Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ni tanımamışsanız, işte size iyi bir başlangıç fırsatı;
tanımışsanız, işte size yeni bazı dikkatlere sahip sıcak bir sohbet.
Her sözde nasihat var
Her nesnede ziynet var
Her işte ganimet var
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
***
İÇİNDEKİLER
7 Önsöz
9 Ailedeki İzler
21 Erzurum’dan Tillo’ya Bir İrfan Yolculuğu
35 Evlilikler, Hanımlar, Ulu Kadınlar
43 Seyahatler, Mektuplar, Vuslatlar
55 Yıldızların Yere Ağdığı: Tillo
71 Geride Kalanlar, Nişâneler, Belgeler
75 Suretler, Sıfatlar, Hâller
93 Eserleri
111 Muhabbet
121 EKLER
123 Ek-1: Şiirler
151 Ek-2: Mektuplar
159 ALBÜM
Önsöz
Hepimizin hayatında bir “fark etme” anı vardır. Bazen insanlar denk gelir bu ana, bazen bir eser, bazen de hep içimizde taşıdığımız hâlde adını koyamadığımız duygular, hâller.
Benim İbrahim Hakkı Hazretleri’ni “fark edişim” meşhur “Akıbet” redifli nutk-u şerifi iledir. “Can u dilde hane kıldın akıbet” diye başlayan bu nutk-u şerifin bir dizesi vardır ki bütün varlığı bir aşk zinciri hâlinde gözümüzün önünden geçirme kudretine sahiptir: “Şol aşkın zencirin tahrik eyleyelip / Sen beni divane kıldın akıbet”. Böylece bütün varlık, daha doğrusu yoklukta gizlenen o büyük devlet, ancak aşkın müteharrik gücüyle varılabilen bir menzil, hem iltica hem tecelli mahalli hâline gelir. Öyle bir mahal ki dinlerken insanda “Acaba ben de oraya varabilir miyim?” umudunu yeşertir. Bununla da kalmaz “aşk”ın nihai ödevini hissettirir: “Ey Fakirullah bu Hakkı bendeni / Vasıl-ı canane kıldın akıbet”
Bunca derin ve yüce hâlleri yalın bir imge ile idrakimize sunan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ile karşılaşmam bu dizelerle sınırlı kalmadı elbette; tahrik edilen zincir başka halkaları tahrik etti ve bu nutk-u şerifle ünsiyetimden kısa bir süre önce tanıştığım Belkıs İbrahimhakkıoğlu’na dikkatim de bu şiir vesilesiyle berraklaştı. Sonrasında Belkıs İbrahimhakkıoğlu’nun dilinden dinlediğim hikâyeler, menkıbeler ve hatıralar sürekli zenginleşen, dinleye dinleye artık “aile hikâyesine” dönüşen bir yakınlığa erişti.
Önceleri bu “aile hikâyesi”ni dinlemenin zevki ağır basarken, zamanla “Keşke bunları yazıya geçirsek de meraklıları da bundan müstefid olsa, sözlü kültürün zenginlikleri yazıya da aktarılmış olsa” temennileri öne geçmeye hatta zaman zaman bunu yapamamaktan doğan bir esef hâli kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı ki zincirin başka bir halkası tahrik edildi.
Bir gün Belkıs Abla o her zamanki çocuksu heyecanı ve coşkusuyla bizi, “anlatmanın ve dinlemenin hazzından paylaşmanın sorumluluğuna davet eden” o cümleyi söyleyiverdi: “SUFİ KİTAP bizden İbrahim Hakkı Hazretleri kitabı istiyor.”
Artık bu sorumluluk halkasından kaçmak için meşru bir mazeretimiz olmadığına göre yapacağımız şey, sözü sohbeti kayıt altına almaktı. Elinizdeki metin yaklaşık üç aylık bir sürede gerçekleştirilen uzun bir sohbetin yazıya geçirilmiş hâlidir. Çalışmamız esnasında bize fiilen destek olan sevgili dostumuz Adalet Çakır ve Bahtiyar Aslan’a müteşekkiriz. Ve elbette saye-i himmetiyle kendisiyle meşgul olmak lütfuna erdiğimiz İbrahim Hakkı Hazretleri’ne medyun-i şükranız.
Acaba neleri atladık, neleri yazıya geçirdiğimiz hâlde keşfedemedik, hepsinden önemlisi İbrahim Hakkı Hazretleri’ni hüsnüne yaraşır bir surette resmedebildik mi henüz biz de bilmiyoruz. Ama umud ediyoruz ki zincirin bu halkasını “okuyucu”nun müteharrik gücü ve divane gönlü tekmil eylesin.
Melek Paşalı
Temmuz 2012
İhsaniye, Üsküdar
Ailedeki İzler
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin tokatları vardır…
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ismini ilk nasıl duydunuz, bir dede olarak nasıl hayatınıza girdi?
Herkes ana babasının, ninesinin eline doğar. Biz de sanki İbrahim Hakkı Hazretleri’nin eline doğduk. Kendimizi bildik bileli dedemiz hayatımızdaydı. Sürekli ailenin içinde dolaşan bir insandı. Geçmişte kalmış bir insan değildi. O kadar ki hayata ve dünyaya bakışımız onun sözleriyle yoğrulmuştu. Küçük yaşlarda, onun gözünden kendimize bakmayı, kendimizi sorgulamayı öğrenmiştik.
Bu neyin sorgulamasıydı?
Yolda gidiyoruz mesela, yanlış bir şey mi yaptık; sanki dedemiz de bizimle yürüyor da bizi bakışlarıyla şöyle bir uyarıyor. Üzerimizde onun manevi hâkimiyetini hissederdik. İlkokul çağlarında yere düşüp dizim zedelenince “Bir kusur işledim ki bu oldu” derdim mesela. Nasıl yerleşti bu? Büyüklerimiz oturup da uzun uzun İbrahim Hakkı Hazretleri’ni anlatmazdı bize, ama yine de bir şekilde ailenin bütününde bir “dede” fikri hep hâkimdi. Aile geniş bir aile, fertlerinin her birinin meşrebi farklıydı tabii. Dedemiz sanki aileyi derleyip toparlayan, yaşayan bir büyüktü hayatımız içinde. Zaman içerisinde bu sorgulama da farklılaşıyor. Şimdilerde bana olumsuz gelen bir hususta, daha doğrusu tenkit edercesine baktığım bir meselede; “Hakk dostları olsa bunu nasıl yorumlardı acaba?” diye soruyorum kendi kendime. Böyle bir iç hesaplaşması insanı kendine getiriyor. Kendinizi haklı çıkarmaksızın çok yönlü düşünmeye çalışıyorsunuz.
Enteresandır; sanki babalarımızdan daha çok ailemizin gelinleri sahiplenirlerdi onu. Bu ailenin gelini olmaktan onur duyarlardı. Ulu kayınpederleri sırtlarını dayadıkları muhkem bir kale gibiydi onlar için. Öyle bir saygıları vardı ki, büyüklere saygıyı öğrendikse bunda onların payı da büyüktür.
Bu saygının hayata yansıması nasıl oluyordu?
Babamların kuşağından bahsediyorum. Kendi annemden de, amcalarımızın hanımlarından da biliyorum. İbrahim Hakkı Hazretleri’nden bahsedilince sanki o odaya girmiş gibi toparlanırlardı. Kendilerini, sanki asıl onun gelini olarak addederlerdi. O yüzden de toplum içindeki davranışlarına, oturuşlarına kalkışlarına, kılık kıyafetlerine çok dikkat ederlerdi. Zaten kendi yapıları da öyleydi. Bizim bakışımıza da çok etki etti bu tabii. Bir büyük dedenin ruhaniyetini hissettirdi. Mesela benim babaannem; adı Hafiye, ama Hafi Hanım derlermiş, dedemin anne tarafından da akrabası, işte bu babaannem çok mahfiyetkâr bir hatunmuş. Evden çok az dışarıya çıkar, parmağının ucu dahi görünsün istemezmiş. Böyle bir hanım, mahallelerinde adı hafife çıkmış bir hanımın bahçesine kadar gider yemek götürürmüş düşünebiliyor musunuz? Kendisine, “Aman Hafi Hanım, ne yapıyorsun, böyle bir ailenin gelininin, yapacağı iş mi bu? Üstelik senin gibi Allah’tan sakınan biri için” diye çıkışanlara; “Ya açlıktan yapıyorsa, o zaman Allah hesabını yalnız ona değil bana da sorar” diye cevap veriyormuş.
Benzer bir hikâye de annemle ilgili. Babam İskenderun’da gümrük memuru iken avluya bakan çok küçük bir evde oturuyorduk. Tabii memur maaşı öyle rahat evler kiralayacak durumda değil. O avluya bakan komşu evcikler de vardı. Bunların birinde geceleri barda çalışan üç çocuklu bir kadın yaşıyordu. Kocası vaadlerle kandırıp onunla evlenmiş ve onu İskenderun’a getirmiş. Kadıncağız başına gelecekleri ne bilsin, takılmış peşine. Nadan adam onu çocuklarıyla yüz üstü bırakmış ve ortalıktan yok olmuş. Kadının çekecek çilesi varmış, bir barda temizlik işi bulmuş, çalışmaya başlamış. İşte bu yüzden geceleri eve çok geç geliyormuş. Tabii çocuklar korkuyorlar, bazı geceler uyanır ağlarlarmış. Annem seslerini duyunca evden fırlarmış. Gider kadının evinin penceresi önünde oyalarmış çocukları, onlar tekrar uyuyana kadar da beklermiş. Rahmetli de çok mahfiyetkârdı, yemek yerken ağzının içi görünmesin diye eliyle ağzını kapatırdı. Aslında tanıdığım yengelerimin hepsi farklı güzel hasletlere sahiplerdi. Ortak özellikleri aileye olan sadakatleriydi.
Ailenin bu kültürü günümüzde devam ettiriliyor mu?
Zamanın icapları değişiyor. Doğal olarak sonraki nesillerde çözülmeler oluyor. Bir de kişinin yapısıyla ilgili bir şey bu. Eğer kişinin idraki İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ilim ve irfanını, hangi kaynaklardan beslendiğini kavrayacak derinlikte değilse yapacak bir şey yok. Bu durumdaki biri de zaten bir soyisim taşımanın ötesine geçemiyor.
Hazret’in kendisinden aile içerisinde nasıl bahsedilirdi, ismiyle mi veya “dede” diye mi?
Biz “hazret” derdik. Çünkü babamdan hep öyle gördük. Mesela Yunus Emre’ye “hazret” sıfatını bazen ilave etmeyebiliyoruz. Aslında etmek lazım. Saygısızlıktan değil bu tabii, kulak alışkanlığı, ama İbrahim Hakkı Hazretleri’ni “hazret” ilave etmeden anmadık hiç.
Babanızın ulu dedesine çok bağlı olduğu anlaşılıyor
Babam, dedesinden nasibini alanlardan biriydi. O nesil öyleydi. Sonraki nesil olarak biz o kadar olamadık, ama babalarımızın, amcalarımızın, halalarımızın kişiliğinde fark ettik o dünyayı. Dededen kalan mirası çok şuurlu olarak değil ama hisle, sevgiyle onların kişiliğinde anladık. Onlar, dedenin kodlarını taşıyan semboller gibiydiler. Mesela Seniha Halamla oturmalarımızda gündem hep İbrahim Hakkı Hazretleri olurdu. Marifetname baş ucu kitabıydı zaten. Tefe’ül edilirdi o kitaptan. Biliyorsunuz eskiden insanlar, içinde bulundukları hâle, duruma bir cevap aramak için Kur’an-ı Kerim’in veya Mesnevi, Gülistan, Bostan, Mantıku’t-Tayr gibi kitapların herhangi bir sayfasını niyet ederek açar ve okurlardı. Buna tefe’ül denilirdi. Kimileri bunu falla karıştırıyor. Oysa tefe’ülden maksat gelecekten haber almak değil, hikmetli sözlerden nasiplenmektir.
Halam, dedikodudan rahatsız olan birisiydi; kazaen dünyevi bir şey konuşulsa yüz ifadesinden anlardık sıkıntısını. Aslında halalarımın hiçbiri hoşlanmaz dedikodudan. Rahmetli Seniha Halam sıkıntılı zamanlarında Marifetname’yi açıp tefe’ül ederdi. Hakikaten açılan sayfa da denk düşerdi, biz de ibret olarak dinlerdik. Bu bizim hayatımızın vak’a-yı âdiyesiydi yani. Büyüklerimizden doğrudan nasihat almadık, her şeyi dedenin dilinden dinledik. Menkıbelerini işittik.
Dedenizi tanımanızda çevrenizin nasıl bir katkısı oldu?
Bir aileden tanımak var, bir de çevreden. Çevre zaten bize çok hissettirdi. Birine bizi tanıttıkları zaman adımız çok defa zikredilmezdi. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin torunlarından Hakkı Efendi’nin kızı derlerdi mesela. Babama ulu dedemizin ikinci adını koymuşlardı, onun adı da Mehmet Hakkı idi. Ailede soydan gelen isimlere sık rastlanır. Osman, İbrahim Hakkı, İsmail Fehim, İbrahim Ragıp, Mehmet Şakir torunlara taşınan isimlerdir. Kızlarda da Fatma, Belkıs, Zeliha nesilden gelen isimlerdendir.
Onun torunu olduğumuzu öğrendiklerinde insanların bize bakışları değişiyordu. O zaman anlıyorduk ki bu önemli bir şey. Fakat bir utanma hissine de kapılıyorduk; “Bir güzel dede var, ama ben o insanların karşısında, o güzelliğe yakışır şekilde davranmazsam ne olur.” Eğer yakından tanımıyorlarsa bizim kim olduğumuz, kişisel gerçeğimiz onları o kadar ilgilendirmiyordu. Onlar için önemli olan mensup olduğumuz aileydi. Bize, aileye nispetle kıymet veriyorlar, bizi onların hürmetine seviyorlardı. Yakından tanıyanlar iyi hâllerimizi aileyle ilişkilendiriyorlardı. Kusurlarımızı da gafletimize veriyorlardı. Ve o bakışlar da bizi değişmek zorunda bırakıyordu. Biraz yüksek sesle gülüp konuşuyoruz mesela, hemen sesimizi keserdik. Çünkü o bakışlar bizi edebe davet ederdi; “O dedeye layık davran!” ihtarında bulunurdu. Yani etraf da bize o dedenin torunu olduğumuzu hep hatırlatırdı. Bize karşı davranışlarında da hep büyük dedemizin hatırını gözettiklerini bilirdik, gösterdikleri saygı dedemize idi. Ne işimiz olsa, mesela bir devlet dairesinde işimiz mi var, soyadımızdan tanıyan olursa işimizi kolaylaştırırdı. Ama bu yüzden “biz neymişiz” duygusuna kapılmadık hiç. Aksine bu bizi ezdi, mahcup olduk. Çünkü o hürmetin asıl muhatabının kendimiz olmadığının farkındaydık. Ailede gördüğümüz önemli özelliklerden biri de budur.
Böyle bir edebin ve muhasebenin yerleşmesinde ailenin büyük etkisi olduğu görülüyor. Öyle değil mi?
Büyüklerimiz bizi edep konusunda çok uyarırlardı. Bu uyarılar her daim kulağımızdaydı, zihnimizde edebin temsilcisi olarak halife Hazret-i Osman(ra)’ın ismini yerleştirmişlerdi. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin babasının ismi de Osman ve o da edebiyle maruf bir zat idi. O yüzden Osman isminin bizdeki karşılığı edep demekti. Onların hayatlarını dinlerken mahcubiyet duyardık, “Keşke o dünyaların insanı olabilsek” derdik. Çünkü biliyorduk ki açtıkları kapı başkaydı ve biz şu hâlimizle o kapılardan kolay kolay geçemezdik. Geçmek için çok gayret etmemiz gerektiğini bilirdik.
Bir manevi miras var. Bu mirası taşımanın ne gibi sorumlulukları ve zorlukları var?
Elbette, keyfince davranamazsın. Çünkü bir aile ismi taşıyorsun. Bizim ailede bir inanç yerleşmiştir; derlerdi ki “İbrahim Hakkı Hazretleri’nin tokatları vardır, doğru yoldan saptığında tokatlanırsın, ikincide de tokatlanırsın, üçüncüde “Ne hâlin varsa gör!” kabilinden sizi terk ederler; onun için çok dikkatli olun, büyük yanlışlar yapmamaya gayret edin.” Bu uyarı içimize öyle yerleşmişti ki, yaptığımız bir yanlışta başımıza sıkıntı gelince şükrederdik ki, dedemiz bize sahip çıkıyor. Bir yandan da, aman bu son uyarı olmasın diye korkardık.
İbrahim Hakkı Hazretleri özellikle bu “ışık hadisesiyle” birlikte çok gündeme geldi. Bu tür aidiyet gayretleri doğal olarak çoğalacaktır…
Bu tür mürâilikler her devirde görülmüştür. Bir değerden nasiplenecekleri yerde, o değeri menfaatleri için nasıl kullanabileceklerini düşünüyorlar. İbrahim Hakkı Hazretleri ve onun gibi büyük zatlar gerçek anlamda insanlığın değerleridir. Onları bir cemaatin, bir grubun kalıbına sokma gayretleri -açık söyleyelim- yapanların dünyasının kısırlığına delalettir. Buna gerek yok ki zaten. Eğer bir değer varsa, onu bir değer olarak görüyorsak biz oraya yükselmek zorundayız. Onu kendi küçük dünyamıza neden çekmeye çalışalım?
Eskiden insanlar bu mübarek zatlara olan iltifatlarını menkıbelerini okuyarak, aktararak izhar etmeye çalışırlardı. Mesela İbrahim Hakkı Hazretleri’ne atfedilen “Harabat ehline hor bakma Şakir/ Defineye mâlik vîrâneler var” mısraıyla ilgili menkıbe vardır, hakikati nedir bu menkıbenin?
Bu mısralar gerçekten çok güzel ama İbrahim Hakkı Hazretleri’ne ait değil. Hikâye Zakir ve Şakir isimli oğullar üzerinedir. Ama işin aslında İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Zakir isminde bir oğlu yoktur. Hikâyenin halk arasında bilinen şekli şöyledir: İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Zakir ve Şakir adlı iki oğlu vardır. Şakir abittir, Zakir ise kendini içkiye vurmuş rind meşrep bir insandır. Olay Hasankale’de geçmektedir. Bir gün, Zakir meyhaneye gider borçlarını ödemek ister. Meyhaneci de “Borcun kalmadı, biraz önce baban buradaydı, borçlarını ödedi” der. Bunun üzerine Zakir öylesine utanır ki af dilemek üzere babasının yanına gider. Babası o sırada oğlu Şakir ile birlikte kalenin burçlarına çıkmıştır ve Şakir Efendi, babasından kendisini kırklara karıştırmasını istemektedir. O da uçuşmakta olan güvercinleri gösterir ve der ki, “Bak evladım, bunlar kırklardır ama bir taneleri eksiktir, hadi atla, onlara karış!” Şakir Efendi korkar atlayamaz, Zakir Efendi bu sözlere şahit olmuştur, “Ya Allah!” deyip burçlardan kendini aşağıya atar ve kırklara karışır. Halk arasında hikâye bu şekliyle anlatılır.
Belli ki hikâyenin dayandığı bir hadise var. Bir başka şekli şöyledir. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin sadık bir talebesi vardır. Kalenin burçlarına çıktıkları günün birinde İbrahim Hakkı Hazretleri’ne kendisini kırklara karıştırması için yalvarır, o da gülümseyerek “Molla bak, şu uçan kuşlar kırklardır, hadi atla, onlara karış!” der. Ama talebesi bunu bir şaka sanır ve “Aman efendim, buradan atlanır mı, atlarsam kafam gözüm yarılır” der. İbrahim Hakkı Hazretleri ses çıkarmaz. Geri döndüklerinde bu talebe, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin oğlu Fehim Efendi’ye rastlar. Fehim Efendi ona “Molla, yukarıda babamla ne konuştunuz?” diye sorar. O da kırklar hikâyesini anlatır. Fehim Efendi de “Eyvah, molla ne yaptın, bana söylemiş olsaydı, ben atlardım” der. Mesih Amcam da bir başka versiyonunu nakleder; hatırladığım kadarıyla o da şöyle: Sıddık isminde İbrahim Hakkı Hazretleri muhibbi bir zat vardır. İbrahim Ragıp Efendi, babası ile dedesi arasında kırklara karışma konusunda geçen şakalaşma mahiyetindeki konuşmalardan bahsedince Sıddık Efendi;“ Şakir Efendi, babasının sözünü yerine getirmeliydi” diye esef eder.
Çok yıllar önce Hazret’in torunu olduğumu duyan bir zat beni görmeye gelmişti. Çok temiz ve saf gönüllü bir insandı. Bu kırklara karışma hikâyesini anlattı. Ben de böyle bir hikâyenin olmadığını anlattım ona. O meselenin aslı başka diye, ailede bilinen şeklini anlattım. Beni dinlediğini sandım. Fakat o büyük bir safiyetle; “Ya o mübarek de öyle uçmuş işte” demez mi! Anladım ki halkın gönlüne yerleşeni değiştirmek çok zor. O yüzden hikâyenin halkın kalbinde yerleşmiş şekline dokunmak ne kadar doğrudur bilemiyorum. Çünkü halk, hikâyenin o şeklinde mana buluyor. Zaten menkıbelerin gerçek olmasından ziyade yüklendiği anlamlar önemlidir. Halkımız da bunu böyle kabul etmiştir. O yüzden de aynı hikâyenin değişik şekilleri farklı velilere de atfedilir. Böylece ortak mirasa da vurgu yapılmış olur. Onların dünyasında isim değil, hakikat önemlidir çünkü.
Peki, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin halkın arasında şöhret bulmuş başka menkıbeleri var mıdır?
Evet, daha önce hanımları üzerinden birkaç tanesini zikretmiştik. Bir de mesela Saray’da geçen bir menkıbe vardır ki bunun farklı şekilleri başka evliyalar için de anlatılır. Papazlar, dönemin padişahının huzuruna çıkarlar ve derler ki, sizin peygamberiniz “Benim ümmetimin velileri Benî İsrail’in peygamberleri gibidirler” buyuruyor. “Benî İsrail’in peygamberleri tayy-i mekân eylerlerdi. Madem öyle, bir veliniz de bize bunu ispat etsin!” Padişah, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin namını duymuştur. Bunu onun yapabileceğine inanmıştır. Papazlara, “Erzurum’da böyle bir veli var, aranızdan bir arkadaş seçin, gitsin o şahsı getirsin, o da dileğinizi burada göstersin” diyor. Aralarından birini seçiyorlar. O da kalkıp Erzurum’a geliyor, sora soruştura İbrahim Hakkı Hazretleri’ni buluyor, meseleyi anlatıyor. Hazret de tamam diyor. Yola çıkıyorlar, bir zaman sonra taşkın sel suları yollarını tıkıyor. İbrahim Hakkı Hazretleri, papaza diyor ki “Gel seni sırtıma alayım, bu seli yaya geçmek zorundayız”. O da diyor ki “Estağfirullah, ben sizi alayım sırtıma.” Bu defa “Yok, öyle şey olmaz, sen misafirsin” diye karşılık veriyor. Papazı sırtına alıyor, sonra da “Ola ki başın döner, gözlerini yum” diyor. Papaz gözlerini yumuyor, birkaç saniye sonra İbrahim Hakkı Hazretleri, “Şimdi gözlerini aç, geldik” diyor. Papaz gözlerini açıyor ki ne görsün; Saray’ın kapısının önündeler. İbrahim Hakkı Hazretleri ona “Benim görevim buraya kadardı, sen şimdi içeriye gir ve gördüklerini anlat” diyor. Papaz heyecanla içeriye giriyor. Tesadüfen arkadaşları da oradalar, tekrar ziyarete gelmişler. Kendisini görünce hiddetle “Biz seni Erzurum’a gönderdik, nerelerde oyalandın da gitmedin” diye kızıyorlar. O da diyor ki “Vallahi ister inanın, ister inanmayın, ben biraz önce o zatla beraberdim”. Sonra gördüklerini anlatıyor. “Elhak, İslam Peygamberinin söyledikleri doğrudur” diyor ve Müslüman oluyor.
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin hırsızın biriyle alakalı çok meşhur bir menkıbesi daha vardır. Onu da anlatır mısınız?
Evet, o da çok güzel bir hikâyedir. Evliliğinin ilk yıllarında hanımı bahçeye astığı çamaşırlar çalınmasın diye Hazret’e tembih ediyor ve komşuya gidiyor. Hazret’in böyle bir endişesi yoktur, hanımını beklemeden evden ayrılıyor. Adamın biri bahçeye atlayıp çamaşırları topluyor ve kaçıyor. Hanım geri döndüğünde çamaşırları göremiyor ve Hazret’e çamaşırların akıbetini soruyor. O da “Gören demez, götüren vermez, eğer bizim mal helal ise götüren getirir” diye cevaplıyor. Gelgelelim hırsız çaldığı eşyaları satmak için götürdüğü her kapıda İbrahim Hakkı Hazretleri’ni karşısında görüyor. Sonunda pişmanlıkla aldığı yere bırakmak üzere geriye dönüyor ve kapısını açık bulduğu bir odaya dalıyor. O sırada bir ayak sesi duyuyor ve bir sedirin altına saklanıyor. Gelen, İbrahim Hakkı Hazretleri. Hırsızın saklandığı sedirin üstüne oturuyor. Adam, hicap bir yandan, korku bir yandan bunaldıkça bunalıyor. Mübarek de bir türlü kalkmak bilmiyor. Vakit gece yarısını buluyor. Kırklar geliyor, Hazret’e hitaben “Aramızdan biri eksildi, yerine kimi tavsiye edersiniz?” diye soruyorlar. Hazret de “Bu sedirin altında biri nedamet terleri döküyor, hicabının mükâfatı olarak onu alın götürün” diyor.
Bir başka menkıbe, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin bir Ermeni hizmetkârla aralarında geçen vakayı anlatır. Hasankale yakınlarında Yağan köyü vardır. Yağan köyünün beyleri İbrahim Hakkı Hazretleri’ni köylerine davet ediyorlar. Bir Ermeni hizmetkârına at vererek Hazret’i alıp köye getirmesi için gönderiyorlar. Ermeni, Hazret’i ata bindiriyor, kendisi yayan yola koyuluyorlar. İbrahim Hakkı Hazretleri’ “Yolun yarısını bitirdiğimizde bana haber ver” diye tembih ediyor. O genç de haber veriyor. Hazret, “Tamam,” diyor, “şimdi sıra sende, sen bin, ben yaya gideyim” diyor. Ermeni, “Aman efendim, böyle şey olur mu?” diye itiraz ediyor. Hazret, “Bizim dinimiz müsâvât dinidir” diyor “Mademki yol arkadaşıyız, sıra sende.” Köye bu ahvalde giriyorlar. Vaziyeti gören beyler Ermeni hizmetkâra çıkışıyorlar. İbrahim Hakkı Hazretleri, müdahale ediyor, “Bunu ben böyle istedim” diyor, “Çocuğa dokunmayın, bu bizim dinimizin gereğidir.” Bunun üzerine köylüler Ermeni hizmetkâra diyorlar ki, “Bak bizim dinimiz çok yüce din, gel sen de Müslüman ol.” “Ben Hazret-i Hakkı gibi Müslüman olamam ama zaten yıllardır sizin gibiydim” diyor. Bu defa halk, “Ne, yoksa sen bizden gizli Müslüman mı olmuştun?” diye hayretle soruyorlar. Ermeni
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Tasavvuf
- Kitap Adı(Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'yle) Aşk ile An Seyretmek
- Sayfa Sayısı176
- YazarBelkıs İbrahimhakkıoğlu,Melek Paşalı
- ISBN9789759161972
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviSufi Kitap Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Borges’in Kaplanları ~ Demir Özlü
Borges’in Kaplanları
Demir Özlü
“Borges’in Kaplanları” daha büyük! Demir Özlü’nün edebiyat yazılarından oluşan “Borges’in Kaplanları”, ilk basımına eklenen on iki yazıyla genişleyerek, yıllar sonra yeniden okuruna ulaşıyor. Öykü,...
- Düşüşten Sonra ~ Selim İleri, Burcu Aktaş
Düşüşten Sonra
Selim İleri, Burcu Aktaş
“BURCU: Pişmanlıklarınızı çok düşündünüz mü hastanede? SELİM: Düşünmeden pişmanlıklar gelip tokat attılar. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Hâlâ da öyle. Tam uykuya dalarken veya uyanınca,...
- Tek Yalnız Ben Değilim ~ Jean-Louis Fournier
Tek Yalnız Ben Değilim
Jean-Louis Fournier
Tek Yalnız Ben Değilim Jean-Louis Fournier’nin en melankolik, en hüzünlü ve belki de en vurucu anlatılarından biri. “Yalnız olmaktan bıktım artık, bıktım her geçen...