Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Atatürk Atatürk’ü Anlatıyor
Atatürk Atatürk’ü Anlatıyor

Atatürk Atatürk’ü Anlatıyor

Gülnur Aksop, İbrahim Karakaş

Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri. Bu tutkularımın, yüksek yerler ele geçirmek ya da büyük paralar elde etmek gibi, maddi emellerin doyumuyla ilişkisi bulunmuyor. Ben, bu tutkularımın gerçekleşmesini, yurduma büyük yararları dokunacak, bana da başarıyla yerine getirilmiş bir görevin iç rahatlığını verecek büyük bir düşüncenin başarısında arıyorum.

Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri. Bu tutkularımın, yüksek yerler ele geçirmek ya da büyük paralar elde etmek gibi, maddi emellerin doyumuyla ilişkisi bulunmuyor. Ben, bu tutkularımın gerçekleşmesini, yurduma büyük yararları dokunacak, bana da başarıyla yerine getirilmiş bir görevin iç rahatlığını verecek büyük bir düşüncenin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.

25 Ocak 1914

Bu çalışma, onun kendi ağzından yaşam öyküsü olarak planlandı. Tamamen kendi yazdığı günlükler, mektuplar, verdiği röportajlar, anıları ve dönemin belgeleri, günümüz Türkçesine uyarlanarak kullanıldı. 4 ciltlik “Atatürk, Atatürk’ü anlatıyor” dizisi 8 yıllık bir emeğin ürünüdür. Bu serinin ilk kitabı olan “Benim Tutkularım Var” 19 Mayıs 1919’a kadar olan dönemini kapsamaktadır.

***

ÖNSÖZ

Dünya 20. yüzyıla baş döndürücü bir değişim ve dönüşüm hızıyla girdi. I. ve II. Sanayi devrimlerinin ardından kapitalizm, gelişimini hızla sürdürürken artık nitelik değiştiriyordu. Kömür ve buhar, yerini elektrik ve petrole bırakmış, demirin yerini çelik almış, bisikletten otomobile, gramofondan fotoğraf makinasına, aspirinden sentetik nesnelere kadar her şey üretil.meye ve günlük yaşamlara girmeye başlamıştı.

Artık ABD’de büyük kentler elektrikle aydınlatılıyordu. Teknoloji, özellikle ulaşım ve haberleşmede devrim yaratmıştı. Önce Londra, sonra Paris ve Berlin’de metro devreye girmiş, telefon ve telgraf kullanılmaya başlamıştı.

Teknolojideki bu hızlı gelişim, ekonomide köklü dönüşüm-ler yarattı. Yeni teknoloji büyük yatırımlar gerektiriyor, buna küçük işletmelerin gücü yetmiyor, şirketler ya birleşiyor ya da tasfiye oluyor, böylece dev tekeller ekonomik yaşama egemen oluyordu. Büyüme rekabeti de sınırlamaya başladı.
Ülke içinde rekabet yerini tekellere bırakırken, dünya ölçeğinde ise serbest ticaretin yerini milliyetçilik şemsiyesi altında koruyucu gümrük duvarları almaya başladı. Bu süreç, batıyı teknoloji satıcısı ve hammadde alıcısı durumuna getirirken, kapitalizm de emperyalizm aşamasına geçiyordu.
19.yy’dan itibaren başlayan milliyetçilik akımının etkisiyle İtalyanlar, Çekler ve Macarlar Avusturya’ya, İsveç, Norveç, İrlanda İngiltere’ye, Yunanlılar ve Bulgarlar Osmanlı’ya tep.kiliydiler. Bosna Hersekliler ve Sırplar, Türk egemenliğinden kurtulmak isterken Avusturya egemenliğine razı olmak zorun.da kaldılar. Toprakları üç imparatorluğa bölünmüş Polonya’da halk tepkiliydi. Milliyetçilik Balkanlarda yayılırken birbiriyle çatışan iddialar öne sürmeye başladılar.

Bağımsızlığını ilk kazanan Yunanlılar (1830) oldu. Batılı emperyalist güçler ise kendi çıkarları doğrultusunda bu ayak.lanmaları destekliyor veya engelliyordu. Doğu’da ise emperyalist işgaller söz konusuydu.

Fransızlar 1830’da önce Cezayir’i işgal ettiler, 1881’de koru.ma bahanesiyle Tunus ve Fas’ı sömürgeleştirdiler. Mısır 1882’de İngiliz egemenliğine geçti. Bu arada Almanlar da Afrika’nın doğusu ve güneyinde sömürgeler kazanmıştı. Ruslar ise Asya ve Uzakdoğu’ya yayılmaya çalışıyordu.
20. yy’a sanayi devrimini ilk gerçekleştiren dünyanın en zengin ülkesi İngiltere, egemenliğini tehdit etmeye başlayan Fransa, Almanya ve ABD ile birlikte girdi. Teknolojiyi İngiltere geliştiriyor, endüstriyel yapısını dönüştüremeden, Almanya ve ABD üretime son teknolojiyle başlayıp İngiliz mallarıyla ciddi rekabete giriyordu.

Almanya özellikle silah sanayiinde güçlenmişti ve Avusturya-Macaristan ve İtalya ile geçen yüzyıldan kalma ittifakı vardı. Almanya’nın hızla güçlenmesi karşısında önce Fransa ve Rusya (1893), sonra İngiltere ve Fransa (1904) arasında anlaşma imzalandı.

1907 yılında İngiltere ve Rusya arasında yapılan anlaşma ile İngiltere, Fransa ve Rusya üçlü ittifakı oluştu. Dünyayı I. Dünya Savaşına sokacak sahne artık hazırdı ve artık etkisini kaybetmeye başlasa da Avrupa’dan Afrika’ya yayılmış Osmanlı toprakları bu sahnede en zengin pastalardan biriydi. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa devrimlerinin ortaya çıkardığı büyük gücün farkındaydı. Önce orduyu modernleştirmeye girişti. Bu.nun yetmeyeceği anlaşılınca 1839 Fermanı ile siyasal, toplum.sal ve ekonomik alanda modernleşmeye çalıştı.

II. Abdülhamid, iktidarının başında kendi yetkilerini bir meclisle paylaşmaya razı oldu. 1876’da ilk anayasa ile meşrutiyet ilan edildi. İmparatorluğun tüm uluslarının temsilcilerin.den oluşan bir meclis kuruldu. İmparatorluk, ancak uluslarüstücülükle ayakta tutulabilirdi.
Fakat bu politika, gelişen milliyetçiliğin meclisteki temsil.cilerinin dışardan da aldıkları destekle öne sürdükleri talep.lerle çelişiyordu. Bu çelişkiden yararlanan II. Abdülhamid, o sırada Rusya karşısında alınan ağır yenilgiyi bahane ederek meclisi feshetti.

20. yüzyıla II. Abdülhamid’in 25 yıllık saltanatı altında giriliyordu. II. Abdülhamid, dışarda emperyalistlerin kendi çelişkilerinden yararlanarak denge politikası yürütüyor, içerde de çeşitli modernleşme hareketlerinin yanı sıra, görülmemiş bir ihbarcılık zinciri yaratarak, ağır bir baskıyla yönetiyordu. Kısaca iç ve dış koşullarını özetlemeye çalıştığımız bu dönemde, tarih sahnesine bir adam çıktı.

Mustafa Kemal.

İşte bu çalışma, onun kendi ağzından yaşam öyküsü olarak planlandı. Tamamen kendi yazdığı günlükler, mektuplar, verdiği röportajlar, anıları ve dönemin belgeleri, günümüz Türkçe.sine uyarlanarak kullanıldı. 4 cilt olarak hazırlanan bu serinin ilk kitabı olan “Benim Tutkularım Var” 19 Mayıs 1919’a kadar olan dönemini kapsıyor.

4 ciltlik “Atatürk, Atatürk’ü anlatıyor” dizisi 8 yıllık bir emeğin ürünü. Bu çalışma için Dünya grubunun tüm olanaklarını kullandıran Didem Demirkent’e, bilgisini ve arşivini bizimle paylaşan o sırada Popüler Tarih Genel Yayın Yönetmeni olan Lütfü Tınç’a, araştırma ve çevirileriyle katkıda bulunan Nilüfer Sayılan’a ve yine büyük emekleri geçen Doğan Karakaş, Er.kan Şimşek ve Onur Çubuk’a, arşivimize yaptıkları katkılarıyla Dünya gazetesindeki dostlarımız Ali Bayram ve Murat Açku’ya yeniden teşekkür ederiz.
Bu çalışmayı İbrahim Karakaş ile birlikte hazırlamıştık. An.cak ne yazık ki kansere yenik düştü.

“Atatürk, Atatürk’ü anlatıyor” kitap hâlinde yeniden yayın-lanmaya başlarken, sevgili arkadaşım, dostum, ortağım İbrahim Karakaş’ı sevgiyle anıyorum.

Gülnur Aksop Nisan 2018

Sunuş

Benim planlarımı, düşüncelerimi samimi olarak aktaran bu yazılar okunduktan sonra kuşku duymam ki, ulusum kendi kendine durumu düşünmek ve yargılamak için gerekli belgelere sahip bulunacaktır.
Eğer sizlere anlattığım düşüncede olanların dünyadan ne kadar anlamadıklarını olaylar kanıtlamamış olsaydı, sözlerimin gerçekliği zor anlaşılabilir diye bir süre daha beklemeye gerek görürdüm. Fakat sanıyorum ki, bu gibi beklemelere ne benim, ne de Türk ulusunun artık hiç ihtiyacı kalmamıştır.

Ben Dünya Savaşı’nın müttefiklerimiz için iyi sonuç vereceğine güvenmiyordum. Fakat bu oldu bittiden sonra bulunduğum cephelerde savaşı başarıya ulaştırmaya çalıştım. Diğer cep helerde ise sanki tersine bir yarış vardı. Başkumandan Vekili (Enver Paşa) her hareketinde bir ordu mahvederdi: Sarıkamış’ta olduğu gibi. O ve arkadaşları zaten daha önce Türk ulusunu ve ordusunu doğal olmayan bir duruma sokmuşlardı. Bu doğal olmayan durum nedeniyle ordunun yabancı bir askeri heyetini eleştirmek istemem. Asıl eleştiriye layık olanlar gerçekte bizim devlet başkanımız ve özellikle devlet adamlarımızdır.
Türk ordusunun güçsüz ve yeteneksiz olduğu görüşü ile, o heyeti, ayaklarına kadar giderek ve rica ederek ülkemize davet edenler onlardı. Bu heyete Türk ulusunun yeteneksizliğinden ve beceriksizliğinden açıkça söz edilmiş, kendilerine adeta gelip bizi adam etmeleri teklif edilmişti.

Böyle bir başvuru üzerine gelen bu heyetin, girdiği çevreyi ve o çevreye egemen olanları güçsüz ve hatta onursuz olarak değerlendirmeleri hoş görülebilir. (1)

SELANİK GÜNLERİM

“Mustafa Kemal bir Makedonyalıydı. Doğum yeri, vilayetin denize açıldığı kozmopolit bir liman olan Selanik, doğum tarihi ise 1881’di. Hıristiyanların, Müslümanlara ve Yunanlılara, Slavların Türklere ve birbirlerine karşı ayaklandıkları, Rumeli’nin tümünü oluşturan çeşitli unsurların birbirinden kopup dağıldıkları bir tedirginlik çağı. Milli duyguları kabarmış olan bu topluluklar, imparatorluktan silkinip kurtulmaya ve ülkeyi Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan yararına olarak kesip biçmeye çalışıyorlardı. Yayılma isteği peşinde koşan büyük devletler, birbirlerine rakip Rusya ve Avusturya – Macaristan İmparatorlukları, bitişik sınırları arkasında entrikalar çeviriyor, uydularını ayaklandırıyor, vakti gelince harekete geçip bölgeyi istila için hazırlık yapıyorlardı. İngiltere toprak kazanmak için değilse bile, daha doğudaki sömürge.leriyle olan ulaşım yollarını koruyabilmek için bir kuvvet dengesi kurmak çabasındaydı. Böylece Mustafa’nın doğduğu sıralarda, bir zamanlar Batı nasıl Doğu’nun önünde dize gelmişse, Doğu da Batı’nın önünde dize geliyor ve Osmanlı İmparatorluğu, gerileyiş ve çöküşüne doğru hızla kayıyordu.”

Lord Kinross

Çocukluğuma ait hatırladığım ilk şey, okul konusuydu.

Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mü.cadele vardı. Annem, ilahilerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrükte memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi’nin okuluna devam etmeme ve yeni yöntemlerle okumama taraftardı.

Sonunda babam işi ustaca halletti; Önce alışılmış törenle Mahalle Okulu’na başladım. Böylece annemin gönlü alınmış oldu. Birkaç gün sonra da Mahalle Okulu’ndan ayrıldım. Şemsi Efendi’nin okuluna kaydedildim.
Kısa bir süre sonra babam vefat etti. Annemle beraber dayı.mın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca işim tarla bekçiliğiydi. Kardeşimle beraber bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuzu ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam.
Çiftlik hayatının diğer işlerine de karışıyordum. Böylece biraz zaman geçince, annem okulsuz kaldığım için endişelenmeye başladı. Sonunda Selanik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verdi. Selanik’te Mülkiye İdadisi’ne kaydoldum.

Okulda Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün sınıfımızda ders verirken bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı. Beni hemen okuldan çıkardı.

İlk Oldu Bitti

Binbaşı Kadri Bey komşumuzdu. Oğlu Ahmet Bey Askeri Rüştiyesi’ne devam ediyor ve okulun askeri elbisesini giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle elbise giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Subay olabilmek için tek yolun Askeri Rüştiyesi’ne girmek olduğunu anlıyordum.

O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askeri Rüştiyesi’ne girmek istediğimi söyledim. Fakât o, askerlikten ürküyordu. Asker olmama şiddetle karşı koyuyordu.
Başvuru zamanı ona sezdirmeden kendi kendime Askeri Rüştiyesi’ne giderek sınavı kazandım. Böylece annemi oldu bit-tiye getirmiş oldum.
Rüştiyede en çok matematiğe merak sardım. Kısa bir sürede bize bu dersi veren hoca kadar, belki de daha fazla bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde konularla uğraşıyordum. Yazılı sorular soruyordum. Matematik hocam da yazılı cevap veriyordu.

Mustafa Kemal İsminin Kaynağı

Hocamın ismi Mustafa’ydı. Bir gün bana,“Oğlum, senin de ismin Mustafa, benim de… Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun…” dedi. O zamandan beri ismim gerçekten Mustafa Kemal kaldı.

Hoca sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize: “Aranızda kendine kimler güveniyorsa kalksınlar, onları tartışmacı yapacağım” dedi. Önce kararsız kaldım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı tercih ettim.

Bunlardan birinin tartışma grubuna girdim. Ancak sonunda sabrım kalmadı. Ayağa kalkarak: “Ben bundan iyi yaparım” de.dim. Bunun üzerine hoca beni tartışmacı yaptı, eski tartışmacı.yı benim grubuma verdi. (2)
Son sınıf sınavlarına mümeyyiz olarak gelen Hasan Bey adında bir kurmay, idadi öğrenimimi nerede yapacağımı sordu. İstanbul’a gitmek istediğimi söyleyince:
Hayır, dedi, Manastır’a gidin. Daha iyi yetişirsiniz. Üç arkadaşım ile Manastır’a gittik. Lisedeki ilk zamanlarımda bana matematik çok kolay geldi. Kendimi bu derse ver.dim. Fakat Fransızcada geriydim.
İlk üç aylık tatili geçirmek üzere Selanik’e geldiğimde gizlice Fransız okulunun özel sınıfına devam ettim. Fransızcamı ilerlettim. Bu okul Tophane’deki College des Freres’di. Bir kurmay mutlak bir yabancı dil bilmeliydi.

11 Ocak 1905’te, kurmaylık hakkı
kazanarak 13 subaydan biri olarak
Harbiye’den mezun olan
Mustafa Kemal.

Arkadaşlarım arasında güzel konuşan ve şiir yazan Ömer Naci vardı

Bir gün benden okumak için kitap istedi. Verdiklerimden hiçbirini beğenmemesi çok gücüme gitti. Edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim.
Şiire heveslendim. Eğer yazı hocam alay emini Mehmet Asım Efendi imdadıma yetişmeseydi şair olup çıkacaktım. Asım Efendi bir gün beni çağırdı:
Bak oğlum, dedi, şiiri, edebiyatı bırak, sen iyi bir asker olmalısın, öteki hocaların da benim fikrimde, sen Naci’ye bakma, hayalperest bir çocuk o, ileride iyi bir şair ve hatip olabilir, fakat iyi asker olamaz,” dedi. Gerçekten de hocanım dediği çıktı. Ömer Naci çok istediği halde kurmay olamadı.

Tarihe de meraklıydım. Hocamız yurtsever bir subaydı.

19. asırda en büyük savaşımız 1877-78 Türkiye-Rusya savaşı olmuştu. Ruslar İstanbul kapılarına kadar gelmişler. O savaş sırasında ben henüz doğmamıştım. Fakat Manastır Askeri Lisesi’nde o yıkıcı bozgunun nedenlerini öğrenmeye büyük önem verdim.

Manastır çevresinde Sırp ve Bulgar çeteleri dağa çıkmakta, Türk köylerini basmaktaydılar. İçime ilk defa bu lisede vatan kaygısı çöktü. Topraklarımız üstünde ağırlaşan tehlike havasını soluklarımızda hissettiğimiz sırada 1897 Türk-Yunan Savaşı çıktı.

Gençliğimin en heyecanlı günlerini yaşıyordum. Küçük yaşıma bakmayarak gönüllüler arasına katılmak istiyordum.
Gençler davul zurna sesleri arasında, ellerinde bayrakları ile cepheye koşuyorlardı. Aralarında bıyıkları henüz terleyen çocuklar da vardı. Arkadaşlarımdan biri ile okuldan kaçtık. Katılacağımız bir kıta ararken gece vakti bir kapı önüne geldik. Kapı tokmağını vurdum. Kapıyı açan kadın sesini çıkarmadan içeri çekildi. Sonra lambayı yüzümüze tutarak:
Mustafa sen burada ne arıyorsun? dedi. Bu, Selanik’te uzun süre kalmış, annemi tanıyan bir Bulgar kadınıydı. Bizi içeri alarak:

– Nereye gidiyorsun? dedi.

– Cepheye… Yunanlılarla çarpışmaya…

Kadıncağız güçlükle bizi kararımızdan vazgeçirebildi.(3)

İdadideyken inatla çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret vardı. Nihayet idadiyi bitir.dim. Harbiye’ye geçtim. Burada da matematik merakı sürüyor.du. Birinci sınıfta saf, gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.

İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine daha fazla merak sardım. Şiir yazmak konusunda idadi hocasının yasağını unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi sürüyordu. Teneffüs zamanlarında güzel ve düzgün söz söyleme alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor, “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim,” diye yarışma ve tartış.malar düzenliyorduk.

Mustafa Kemal 1904 yılında Harbiye’de sınıf arkadaşlarıyla birlikte

Siyasi Uğraşlar ve Yeni Fikirler

Harbiye yıllarında siyasetle ilgilenmeye başladım. Henüz ül.kenin durumu hakkında etkili görüşlerimiz yoktu. Sultan Ha.mit dönemiydi. Namık Kemal Bey’in kitaplarını okuyorduk. Sıkı bir izleme vardı. Çoğunlukla ancak koğuşta, yattıktan sonra okuma olanağı buluyorduk. Bu tür yurtseverce eserleri oku.yanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir berbatlık bulunduğunu hissettiriyordu. Fakat bunun anlamı gözlerimiz önünde tamamıyla belirmiyordu.
Kurmay sınıflarına geçtik. Derslere çok iyi çalışmaya devam ediyordum. Bunların üstünde, bende ve bazı arkadaşlarda yeni görüşler oluşmaya başlamıştı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde yanlışlıklar olduğunu keşfetmeye başladık.(2)

Jurnal Edilen Konuşmam

Kurmay mektebinin ilk günlerinde hocalarım ile “askeri konuların” dışında da tartışmalara girmekten çekinmiyordum. Ve bir gün arkadaşlarım ile tartışırken şunları söyledim:

– Siz yalnızca toprak kayıpları ile meşgulsünüz ama bunun önemli ne denlerine de bakmak gerekir. Tarihimizdeki tehlikeli hataları iyi değerlendirmek ona göre konum almak gerekir. Ekonomik durumumuzu askeri ve siyasi durumumuzdan ayrı bir şeymiş gibi görmek sonu tehlikeli bir hatadır.

Avrupa devletlerinin içişlerimize müdahaleleri ile yürüttük.leri siyaset, bizi imparatorluğun kaybı tehlikesi ile karşı karşıya getirmektedir. Ekonomik durumumuzun perişanlığını görmemek mümkün müdür?

Türklerin yaşadığı topraklarımızda, doğu illerimizden Selanik ve Balkan yönüne doğru uzanan bölge içinde halk ekonomik durumun bozukluğunun büyük sıkıntısını çekmektedir. Ancak mütegallibe (zorla yönetime geçen zorba takımı, ağa, derebeyi) denilen topluluk ile çok az sayıdaki bir grup ve saray çevresi hayatın olanaklarından yararlanmaktalar. Başımız da kapitülasyonlar denilen ekonomik bir bela vardır.

Peki bununla neler olmuştur? Avrupa zenginleşti, Avrupa ulusları fabrikalarını yaptılar, fakat kapitülasyonların getirdiği ekonomik durum bizim bunları yapmamızı engelledi. Avrupa devletlerinin egemen oldukları topraklardaki öteki ulusların bireyleri de Avrupa uluslarının bireyleri için üretim yapmaktadırlar.

Bugünkü var olan topraklarımız içindeki öteki uluslar, Avrupa’nın kendi emelleri ile uygulayacakları siyaset ile kendi du.rumlarına yön verme siyasetini güdeceklerdir.

Bu konuşmam, arkadaşlarım ile olan bu durum değerlendirmesi okulda müthiş bir etki yarattı. Konuşmadan sonra komutanlıktan çağrıldım, bana “önemli uyarılarda” bulundular. Ancak okuldaki “yurtsever komutanlar” beni kanatları altına alıp, sağ salim mezuniyet günlerine ulaştıracaklardı.

Ne var ki jurnalciler (ispiyoncular) Padişah’a bu durumu bildirmekte gecikmediler. (4)

Okulda Çıkarılan Gazete

Binlerce kişiden oluşan Harbiye öğrencilerine ülke sorunlarıyla ilgili yeni keşiflerimizi anlatmak hevesine düştük. Öğren.ciler arasında okunmak üzere el yazısıyla bir gazete oluşturduk. Sınıf dışında da ufak bir örgütlenmemiz vardı. Ben yönetim kurulundaydım. Gazetenin yazılarını da çoğunlukla ben yazı.yordum.

O zaman Okullar Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun Müdürü Rıza Paşa’ydı. İsmail Paşa, Padişaha müdürü hatalı bulduğunu belirtmiş, “Okulda böyle öğrenciler var. Ya farkında olmuyor, ya hoşgörü gösteriyor,” demiş. Rıza Paşa ise makamını korumak için inkâr etmiş.

Bir gün, gazetenin gerekli yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dershanelerinden birine girmiş, kapıyı kapatmıştık. Kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa’ya haber vermişler. Sınıfı bastı. Yazılar masa üstünde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezliğe geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraştığımız için cezalandırılacağımızı söyledi.

Çıkarken: “Yalnız izinsiz uğraşlarla yetinilebilir” dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle hareket etmesinde, kendisi için söylenen kusuru ortaya çıkarmamak gayretinin yanı sıra iyi niyeti de inkâr edilemezdi.

Kurmay sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşabilmek için bir arkadaş adı.na bir apartman dairesi tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyor ve biliniyordu.

Mustafa Kemal’in tutuklu kaldığı Harbiye Nezareti (şimdiki İstanbul Üniversitesi), binası.

Aramıza Giren Ajan

Bu sırada Fethi Bey adında eski arkadaşlardan subayken as.kerlikten çıkarılmış biri karşımıza çıktı. Yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı.
Biz de onu tuttuğumuz dairede yatırmaya ve yardım etmeye karar verdik. İki gün sonra kendisinin önerdiği bir yerde buluşacaktık. Gittiğim zaman yanında saray görevlisi bir de yaver gördüm. Dairede kalan İsmail Hakkı Bey’i hemen götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. (2)

Harbiye’de yolumu kestiler. Elim belimdeki silaha doğru uzandı ama karşımdakilerde öyle bir durum görmediğim için bundan vazgeçtim. Yoksa vuruşacaktım. Ajanlar kısa konuştular:

-Bizimle geleceksiniz.

Gelenler ordunun merkez komutanlığının adamları değildi.

Saray’da uzun saatler sorguya çekildim, önüme o memleketin durumunu anlatan konuşmam bütün satırları ile ortaya konulduğunda “ispiyon ağının genişliğini” bir kez daha anla.dım. Ve içimden;

– Bir gün bunun hesabı görülmez mi? diye geçirdim.

O konuşmayı neden yaptığım sorulduğunda hiç saklama.dım;

-Vatanın tehlikeli durumu ortadadır. Elbette bizim görevimiz cephelerdedir. Ama görevimiz sadece bu değildir. Ülkenin ekonomik ve siyasi durumu da bizim görevimizdir. Çünkü savaşlar artık siyasi ve ekonomik karakterlerini bir bütün olarak ortaya koymaktadırlar.

Sorunu sadece vuruşmak olarak gören, ülkenin siyasi iç ve dış durumuyla ve tabii ekonomik durumuyla ilişki kurmayan bir subayın başarılı olması olanaksızdır. Bana “siyaset yapıyor.sunuz” suçlamasında bulunuyorsunuz. Hayır bu siyaset yapmak değildir. Siyaset yapmak ayrı şeydir, ülkenin, vatanın genel durumunu bütün sorunlarıyla görmek ayrı şeydir…

– Memlekette yabancı nüfuzu egemendir, demişsiniz…
-Memleket yerine ben “Vatan” demeyi tercih ediyorum Avrupa’nın müdahalelerinin ekonomik durumumuzdan dışişlerimize kadar olduğu belli değil midir?.. Böyle bir durumu her.halde biz ortaya çıkarmadık. Böyle bir durum yeni de değildir. Ama geleceğimiz bu durumun tehdidi altındadır. (4)

Fethi Bey meğer İsmail Paşa’nın ajanıymış, bir süre hapis kaldım. Sonra mabeyne götürdüler, sorguya çekildim. İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu, sorgulamadan anladık ki gazete çıkarmamız, apartmanda çalışmamız gibi nedenlerle suçlu görülüyorduk. Daha önceki arkadaşlar itiraflarda bulunmuşlar. Birkaç ay böyle tutulduktan sonra bıraktılar. (2)

Üste İkdam Gazetesi’nde yayınlanan Harbiye’den kurmay subay olarak mezun olanların listesinin yer aldığı haber, sağda Harbiye’den mezuniyet fotoğrafı.

 

 

İkdam Gazetesi’nde yayınlanan Harbiye’den
kurmay subay olarak mezun olanların
listesinin yer aldığı haber
Harbiye’den mezuniyet fotoğrafı.

ANNEM

“Zübeyde aslen Selanikli değildir. Babası Sofuzade Feyzullah Ağa’nın Selanik’e yakın ve Selanik’in kazalarından olan Langaza taraflarında toprak ve ticaret işlerinde çalışmış olduğu bilinmekte.dir. Daha eski kuşaklar hakkında bilgi yoktur. Fakat ailenin bağlı bulunduğu kök hakkında bazı nakiller yapılmıştır. Bu nakillere göre Zübeyde’nin ataları, Rumeli’nin Osmanlılar tarafından fethi sıralarında Anadolu’dan Rumeli’ye göçen ve Batı Makedonya’da-ki Vodina ilçesinin batı taraflarındaki Sarıgöl bucağına yerleşen Türkmen boylarındandır. Bu boyların Anadolu’da Konya veya Ay.dın taraflarından bu topraklara gelmiş oldukları sanılır. Feyzullah Ağa’nın yakın atalarının da Sarıgöl’den Selanik taraflarına, Langaza’ya göçmüş olmaları mümkündür. Ailenin içinde, ken.dilerinin eski Yörüklerden oldukları hakkında söylentiler vardı. Nitekim Mustafa da, daha ilerilerde ve bağnazlık şekli almadan, kendi atalarının eski Yörük-Türkmen aslından geldiğinden bahsedecektir.”

Şevket Süreyya Aydemir

Abdülhamit günlerindeydi. 1905 yılında okuldan kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Ama bu ilk adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten de beni bir gün aldılar ve yolsuz yönetimin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım.

Annem bunu ancak ben zindandan çıktıktan sonra duydu. Ve hemen beni görmek için koşup İstanbul’a geldi. Ama orada kendisi ile ancak üç-beş gün konuşabildim. Çünkü yeniden o kötü yönetimin ispiyoncuları, casusları ve cellatları oturduğu.muz yeri sarmış, beni yine alıp götürmüşlerdi. Anam ağlayarak arkamdan geliyordu.

Beni sürgüne götürecek olan vapura bindirirlerken o kadar çok istediği halde benimle görüşmesi yasaklandı ve gözyaşları içinde Sirkeci rıhtımında tek başına kalakaldı. Sürgündeki korkutucu günlerimi o, gönül kaygıları ve gözyaşlarıyla geçirdi. Sonra Mondros Antlaşması yıllarında ben Anadolu’ya geçince de annemi yine kaygılı ve kuşkulu olarak İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım.

Yanımda kendisinin bana arkadaş diye verdiği bir adam vardı. Onu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman, annem tek başına geldiğini duyunca, benim için padişahın verdiği “asılsın” fermanının yerine getirildiğini sanıp inmeli olmuştu. Ondan sonraki savaş ve uğraş yılları, onun günlerini hep kay.gıya, derde ve üzüntüye boğan nedenlerle dolu geçti. Böylelikle düşmanlar kadar padişah da ona baskı yapmış, kaygı vermiş, acı yüklemiş oldu.
Oturduğu evler, bin türlü nedenlerle ikide bir basılırdı, ara.nırdı. Kendisini sıkıştırırlar, bilmediği şeyleri söyletmek ister.lerdi. Annem o sıralarda üç buçuk yıllık bütün gece ve gündüz.lerini gözyaşları içinde geçirdi.
Bu gözyaşları yüzünden neredeyse gözlerini yitirecekti. An.cak şu son bir iki yıl içinde onu İstanbul’dan kurtarıp yanıma getirebilmiştim. Ona kavuştuğum zaman o artık yalnız duygularıyla yaşıyordu. (5)

Askerlik Hayatımın İlk Yılları

“Mustafa Kemal, Suriye’ye gönderildiğinde artık, yılan hikâyesine benzeyen Dürzi isyanlarından biri daha patlak vermişti. Dürzi isyanının bastırılmasından sonra piyade hizmetini görmek üzere Yafa’ya gönderilen Mustafa Kemal, bir kez daha denize kavuşmuş ve hayalini yoklayıp duran ihtilal kıvılcımları yine bu genç kafayı ateşler içinde bırakmıştı. İhtilal düşünceleri ve heyecanları, artık Mustafa Kemal’in ruhunda kasırgalar koparıyordu. Çok sevdiği askerlik mesleği de ancak ihtilal uğrunda bir basamaktan, değersiz bir araçtan başka bir nesne değildi.”
Hasan İzzettin Dinamo

Serbest bırakıldıktan birkaç gün sonra Genel Kurmay Dairesi’ne bütün kurmay arkadaşları çağırdılar. Bizi Edirne ve Selânik’e, yani o zamanki ikinci ve üçüncü ordulara eşit olarak dağıtmaları gerekiyordu. Kura çekileceğini, fakat aramızda anlaşırsak kuraya gerek kalmayacağını söylediler.
Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Ufak bir anlaşma sonucunda ikinci ve üçüncü ordulara gidecekleri ayırdık. Bunu aramızda örgütsel ilişki bulunduğuna ilişkin kanıt diye değerlendirdiler. Beni Suriye’ye sürgün ettiler.

Mustafa Kemal, Şam’da dostları Halil ve Müfit Beylerle.
1905’te Şam’da bir süvari kıt’asında staj yapmakla görevlendirildim. O sıralarda Dürzilerle birtakım sorunlar vardı. Dürziler üzerine askeri birlikler gönderiliyordu. Ben de bu birliklere katıldım. Dört ay orada kaldım. (2)
Suriye’deki kıta hayatım daha sonraki siyasal yaşantım için değerli gözlemlerle geçti. Devlet yönetiminin kötülüğünü, ordunun yetiştirilmesinde ki eksikliği, halkın kötü yönetim yüzünden çektiği zorlukları ve sıkıntıları burada yakından gör.düm. Fırsat buldukça Suriye’nin her tarafını dolaştım.

Havran ve Küneytara’da Dürzilerle çıkan anlaşmazlıkların bastırılmasında bulundum. Otuzuncu Süvari Alay Komutanı Lütfi Bey isimli biriydi. Komutanla Dürzi ayaklanması sırasında ahbap olmuştum.
Bana göre her şey hürriyete kavuşmaya bağlıydı. Askerlik görevini yapmakla birlikte bir yandan da siyasi çalışmalara başlamıştım.

Bir gün üç subay Hamidiye çarşısına gitmiştik. İçine ancak iki üç kişi sığabilecek bir dükkânın önüne geldik. Dükkânın içinden nalınlı bir adam, bizi kepengin önüne koyduğu iskemlelerde biraz oturmaya davet etti.
Türkçe konuşuyordu. Merak edip dükkâna girince masanın üstünde Fransızca sosyoloji, felsefe ve tıp kitapları gördüm. Biraz sonra anladık ki bu tüccar, tıp okulunda hürriyetçilik görüş.lerini yaydığı için Şam’a sürülmüş.
Bir gece iki arkadaşım Kurmay Yüzbaşı Müfit (Özdeş), Alay Komutanı Lütfi ile bu tüccarın Cumhuriyet Millet Meclislerinde uzun süre bulunan Çorum Milletvekili Mustafa’nın (Cantekin) evine gittik. Şam’ın çıkmaz karanlık bir sokağı. Tıbbiyeli Mustafa konuşma arasında, Devrim yapmalı … Reform yapmalı… diyordu. Biraz sonra daha da açılmış:
-Ben tıbbiyenin son sınıfında bu ülkü peşinde olduğum için hapiste yattım, buraya sürüldüm. Çok değerli arkadaşlarımız var, devrim yapmalıyız, dedi.
Hepsi devrim uğruna ölmekten söz ederken ben,

– İş ölmekte değil, ölme.den idealimizi gerçekleştirmektedir, diyordum.
Onlardan farklı düşüncelerim vardı.

Konuşuyoruz, hep konuşuyoruz, fakat asıl sorun bu değil. Asıl sorun söylediklerimizi yapabilmek için bir dernek oluştur.maktır. Dernek devrimin gücü olmalıdır. Vatan elimizden ka.yıp gitmektedir.
Avrupa devletlerinin ülkenin yönetimini ele aldıkları ortadadır. Mali durumumuz, ekonomik durumumuz hepsi onların elindedir. Peki biz bu Vatan topraklarında neyiz?”
Bu sözlerim Tıbbiyeli Mustafa’yı şaşırtmıştı. Çünkü onlar kendi dünyalarındaki tartışmalarda sadece hürriyetin ilanından söz etmişlerdi. Benim için önce hürriyetin ilanı ama ondan sonrası da onun kadar önemliydi.
Vatan ve Hürriyet Derneği’nin Kurulması
1906 Ekimi’nde “Vatan ve Hürriyet Derneği”ni kurduk. Arkadaşlarım her gittikleri yerde derneğin gelişmesini sağlayacaklardı. En fazla önem verdiğim Makedonya’ydı. (3)

Bir gece uzun tartışmalar sırasında bu kez başka düşüncele.rimi de ortaya koydum.
Ülke kargaşa içinde. Makedonya’daki durum belli. Avrupa devletleri bir paylaşma için neredeyse birbirleri ile bile savaşacaklar. Ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak için bizi bölüşmek gayretindeler.
Dış siyasetin kötülüğü ortada. Taht kendi telaşında. Elimiz.den çıkıp giden vatan toprakları bu dış siyasetin ne olduğunu ortaya koymakta.
Araplar Avrupa’da gizli gizli kongreler yaparak aleyhimiz.de çalışıyorlar. Kapitülasyonların halkı nasıl perişan ettiğini görmeyen kör beyinler var. Ordunun durumuna bakın. İh-maller elimizde vuruşacak silah bırakmadı. Maliye yönetimi yabancıların elinde değil mi? Eşkiyası, mütegallibesi ulusun başında bela.

Mustafa Kemal’in görev yaptığı sırada bir Şam’dan bir görüntü

Mütegallibe sırtını Saray’a dayamış. Saray kendi durumu için mütegallibeyi yüksek görevlere boğmakta. Ya halk… Yoksul… Avrupa kendi ekonomik durumunu fabrikalarla güçlen.dirmiş. Bizim kaç fabrikamız var? Söyler misiniz?…
İşte devrimimiz bunları düşünmelidir…

Arkadaşlarım şaşırıp kaldı… Kendileri de birer devrimciydi ama benim devrimi düşünüşüm başkaydı.(4)

Derneği genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli askeri sınıflarda staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı.
Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde örgütlenme yapıldı. Yafa’da, daha fazlaca kaldım. Oradaki örgüt daha kuvvetli oldu. Fakat Suriye’de arzu ettiğimiz derecede işi gerçekleştirmek mümkün görünmüyordu. Bende işin Makedonya’da daha hızlı gideceği düşüncesi vardı. Oraya gitmek için çare dü şünmekteydim.

Mustafa Kemal, Beyrut’ta Vatan ve Hürriyet Derneği üyesi arkadaşlarıyla

Hakkımda çıkarılan sürgün belgesinde “kolaylıkla memle.ketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi” kararı vardı. Bu ne.denle Makedonya’ya gitmek zordu. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğu kuşku götürmeyen bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Fakat bu yanlış, şurada burada çalışan komite üyelerinin çalışmaları sonucu icat edilmişti.
Bu belgeye göre izinli olarak İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını biliyordum. Fakat o sırada Selanik’te topçu müfettişi olarak bulunan Şükrü Paşa’nın yurtsever bir kişi olduğu söyleniyordu. Kendisine bir mektup yazdım.

Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların başarısı hızla Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendisi hakkın-da duyduğum şeyler doğru ise yardım etmesini rica ettim. Doğ.rudan doğruya cevap vermedi. Fakat ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selanik’e gidersem yardımcı olabileceğini dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebime koydum. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim.
Fakat hareketimin ardından işin ortaya çıkması olasılığına karşı izimi kaybettirmek için önce Mısır’a, sonra Yunanistan’a gittim. Eğer herhangi bir bilgi alırlarsa oralardan geçerken Yafa’ya bildireceklerdi. Hiç bir şey yazmadılar.

Kılık değiştirerek Selanik’e girdim. Bir gece Şükrü Paşa’yı gördüm. Benimle görüşmekten ürküyordu. Ben ciddi bir daya.nak bulmaksızın dört ay kadar Selanik’te kaldım.
Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Vatan Derneği’nin bir şubesini oluşturdum. (2)

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur