Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Babasız Evler
Babasız Evler

Babasız Evler

Heinrich Böll

“O”, yani çocuk dünyaya geldi ve Leo korkutmaya başladı: “Görevinden ayrılırsan, çocuğu bakımevine veririm.” Ama anne, sonunda görevini bırakmak zorunda kaldı. Uygun koşullarda belediye…

“O”, yani çocuk dünyaya geldi ve Leo korkutmaya başladı: “Görevinden ayrılırsan, çocuğu bakımevine veririm.” Ama anne, sonunda görevini bırakmak zorunda kaldı. Uygun koşullarda belediye memurlarına verilmekte olan çorba, artık verilmiyordu. Karaborsa diye bir şey de kalmamıştı. Kimsenin çorba peşinde koştuğu yoktu. Yeni bir para sürülmüştü ortaya ve dükkânlarda, bir zamanlar karaborsada bile bulunmayan şeyler belirmişti. Anne, ağlıyordu sık sık. “O”, küçücüktü; adını, annenin adı olan “Wilma” koymuşlardı. Anne, bir fırıncının yanında yeni bir iş bulana kadar Leo’nun kızgınlığı sürdü.“Olay ellili yılların başında, Rhein Irmağı kıyılarında bir kentte geçer. Anlatılanlar, beş ayrı kişinin bilinç düzeyinden yansıtılır; bu beş kişinin de düşünce ve davranışlarını belirleyen olgu aynıdır: Kadınların kocaları, çocukların da babaları savaşta ölmüştür; bu insanlar artık yaşamlarını koruyucusuz sürdürmek zorundadırlar. Yazar, savaş sonrası için tipik sayılabilecek bu konumdan temellenen aksaklıkları değişik toplumsal kesimlerden gelen iki aile ve bu ailelerdeki değişik yaşta insanlar aracılığıyla betimler.” AHMET CEMAL

Heinrich Böll ve Babasız Evler

Çağdaş Alman yazınının en büyük temsilcilerinden olan Heinrich Böll, savaşla çok erken karşılaştı; çocukluğu Birinci Dünya Savaşı’nın açlık ve yoksulluk günlerine rastlarken, gençliği de İkinci Dünya Savaşı’nın çarkları arasında parçalandı.

17 Aralık 1917 tarihinde Köln kentinde dünyaya gelen Heinrich Böll’ün babası marangozdu. Böll ortaöğrenimini tamamladıktan sonra bir kitapçının yanında çalışmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’na piyade eri olarak katıldı. Dört kez yaralandı. Almanya’nın yenilgisinin ardından bir süre marangoz ve memur olarak çalıştı. Yazmaya 1947’de başladı.

Böll’ün ilk yapıtları kısa öykülerdi. Bunlar, Amerikan yazınındaki başarılı kısa öykülerin havasını taşıyordu ve bir piyade erinin yalnızlığından karaborsacılığa varana değin, savaşın huzursuzluklarını ve yıkımlarını konu alıyordu. Öykülerinin özellikleri üç sözcükte toplanabilir: vurucu, çarpıcı, duru.

Savaş sonrası Alman yazın ortamının en etkili akımı, Grup 47’ydi. Böll, bu grubun armağanını kazandıktan sonra, kendini tümüyle yazarlığa adadı.

Heinrich Böll yalnızca savaşı ve savaş sonrası ortamını vermekle yetinmez; savaşın öncesiyle de çok ilgilenmiştir; çünkü zehirli tohumlar bilinçli bir tutumla ortadan kaldırılırsa gelecekteki yıkıntıları önleme olanağı da vardır. Ancak dünyanın iki büyük savaş geçirmesi, insanların bu konuda bilinçlenmelerinin ne denli güç olduğunu göstermektedir. Böll bir yandan savaşı yaşamışları anlatırken, öte yandan onları savaşı hazırlamakla ve desteklemekle suçlar. Böll’e göre küçük burjuva, savaşın en kızıştığı anda bile yerinden kıpırdamaz, yararları peşinde koşmayı elden bırakmaz. Ama bu ortamda kendi düzeni ve rahatı sarsılırsa, o zaman ateşli bir savaş düşmanı olarak ortaya çıkar.

Bir anlamda ahlakçıdır Böll, çünkü insanoğluna belli bir davranış biçimi, barış düşüncesinin rehberliğindeki bir davranış biçimi önerir. Bu, kilise ahlakıyla klasik burjuva ahlakının ötesinde, yeni bir savaş sonrası ahlakıdır.

Biraz yukarıda bir piyade erinin yalnızlığından söz etmiştik. Böll savaşın yıkımlarını anlatırken, bunu toplum eleştirisinin bakış açısıyla yapar, ama bireyi de unutmaz. Savaştaki toplum bireyin ruhsal yapısını, anatomisini kılı kırk yararcasına ortaya koyar. Savaşın yalnız toplumu değil, toplumu oluşturan bireyleri de nasıl hırpalayıp yıktığını sergiler. Örneğin Trenin Tam Saatiydi başlıklı romanında savaştaki insanların yalnızlığı anlatılmıştır.

Palyaço adlı romanında ise Böll, burjuva ahlakının düzmeceliğini betimler. Bu öyle bir ahlak düzenidir ki, insanoğlu hiçbir zaman düşündüğünü yapmaz; tek yaptığı, kendini başkalarının davranışlarına göre ayarlamaktır. İnsan, savaşın da hem yaratıcısı, hem kurbanıdır, çünkü savaşı önleyecek hiçbir eylem gerçekleştirmemiş, ama savaş sonrasının acılarına neden arar olmuştur.

1954 yılında yayımlanan Babasız Evler adlı romanda olay ellili yılların başında, Rhein Irmağı kıyılarında bir kentte geçer. Anlatılanlar, beş ayrı kişinin bilinç düzeyinden yansıtılır; bu beş kişinin de düşünce ve davranışlarını belirleyen olgu aynıdır: Kadınların kocaları, çocukların da babaları savaşta ölmüştür; bu insanlar artık yaşamlarını koruyucusuz sürdürmek zorundadırlar. Yazar, savaş sonrası için tipik sayılabilecek bu konumdan temellenen aksaklıkları değişik toplumsal kesimlerden gelen iki aile ve bu ailelerdeki değişik yaşta insanlar aracılığıyla betimler.

Özellikle çocukların, annelerinin başka erkeklerle olan ilişkileri karşısındaki ruhsal tutumları çok ustaca işlenmiştir. Kadınlar ise romanda savaşın yörüngesinden çıkardığı bir kuşağın temsilcileri olarak yansıtılırlar. Çoğunun yaşamı, dörtte üçü çekilip bitmiş filmler gibidir; yalnızca oynatılmayı bekler.

Babasız Evler, Alman yazınının savaş sonrası yıkımlarını dile getiren en yüklü yapıtlarından biridir. Bütün dünyanın yeni bir güçle barış arayışları içine girdiği günümüzde bu romanın yeni basımı, sanırız ayrı bir anlam taşıyacaktır.

AHMET CEMAL Ocak 1999

1

Anne geceleri vantilatörü çalıştırdığında, o uyanırdı; oysa bu fırıldaklı yelpazenin gürültüsü çok hafifti. Plastik kanatlardan çıkan vızıltı, alet tül perde kıvrımlarına takıldığında kesiliverirdi. O zaman anne yerinden kalkar, kızgınlıkla perdeyi kanatların arasından kurtarır ve kitap dolabının kapakları arasına sıkıştırırdı. Ayaklı lambanın abajuru, yeşil ipektendi. Çok açık bir yeşildi ve altından, ışığın sarı rengi görünüyordu. Komodinin üstünde duran bir kadeh kırmızı şarabı, hep mürekkebe benzetirdi ya da annenin küçük yudumlarla içtiği, koyu renkli bir zehre. Kadın bir şeyler okur, sigara içer, ancak arada bir şarabından birkaç yudum alırdı.

Annesine, yarıaçık gözkapaklarının ardından bakar, ama onun dikkatini üzerine çekmemek için hiç kıpırdamazdı. Vantilatöre doğru uzaklaşan sigara dumanını izlerdi. Emici güce kapılan beyaz ve gri duman kesitleri parçalanır, sonra da yumuşak ve yeşil renkli kanatlar tarafından odanın dışına atılırdı. Vantilatör, büyük dükkânlardaki kadar vardı. Tatlı vızıltısıyla odanın havasını birkaç dakikada temizleyiverirdi. O zaman anne, yatağının yanındaki duvarda bulunan düğmeye basardı. Duvara asılı bir resim, ağzında piposuyla, gülümsemekte olan genç bir adamı gösteriyordu; on bir yaşındaki bir erkek çocuğuna göre pek genç bir babaydı. Dondurmacıda çalışan Luigi ya da ürkek, ufak yapılı yeni öğretmen kadar gençti; öbür çocukların anneleri ile aynı yaşta olan anneden bile gençti. Gülümseyen bu genç adam, birkaç haftadan beri düşlerine giriyordu. Ama düşündeki adam, resimdekinden çok başkaydı. Tıpkı bir bulutun üstündeymiş gibi, bir mürekkep lekesinin ortasında oturan, acıdan iki büklüm katlanmış bir beden. Yüzü olmayan, ama milyonlarca yıldır beklemekte olan birinin ağlamaklı anlatımını taşıyan biri. Üstünde rütbe işareti ve nişan bulunmayan bir üniforma; birden düşlerine girivermiş; özlemini çektiği babadan çok başka bir yabancı.

Önemli olan, sesini çıkartmaması, hemen hiç soluk almaması, gözlerini açmamasıydı. Ancak böyle yaptığında, evin içindeki gürültülerden saatin kaç olduğunu anlardı. Glum’un sesi kesildiyse, saat on buçuk demekti. Çoğu zaman, tam üzerindeki odada Glum’un ağır ve sakin adımlarını ya da onun yanındaki odada bulunan Albert’in çalışırken çaldığı hafif ıslığı duyardı. Bolda, gecenin ilerlemiş saatlerinde, kendine yiyecek bir şeyler hazırlamak için mutfağa inerdi. Adımlarını sessiz atmaya çalışır, ışığı çekinerek yakardı. Ama gene de büyükanne ile sık sık karşılaştığı olurdu. O zaman kadının boğuk sesi, holde yankılanırdı: “Ne o, açgözlü pasaklı? Bu saatte hâlâ daha zıkkımlanmayı mı düşünüyorsun?” Bolda, tiz sesiyle gülerdi: “Evet leş kargası, daha karnım aç. Var mı bir diyeceğin? İstersen gel, sen de ye!” Bunu gene Bolda’ nın tiz gülüşü ve büyükannenin, sanki bir tiksintiyi dile getirircesine, boğuk sesle çıkardığı “Pöh!” sesi izlerdi. Çoğu zaman da yalnızca fısıltı halinde konuşurlardı. Arada sırada birinin güldüğü duyulurdu, o kadar.

Yukarı katta gidip gelen Glum ise, o tuhaf kitaplarını okurdu: “Dogmatik” ve “Ahlak Teolojisi”. Saat tam onda ışığını söndürür, banyoya gidip yıkanırdı. Suyun şırıltısının yanı sıra, kibrit şofbenin ufacık ve sayısız alevlerini tutuşturduğunda çıkan, “Puf!” sesi duyulurdu. Daha sonra Glum odasına döner, dua etmek üzere, karanlıkta yatağının önünde diz çökerdi. Glum’un ağır dizleriyle yere çöküşünü, öbür odalarda gürültü olmadığında onun mırıltısını bile işitirdi. Karanlıktaki bu mırıldanış epey uzun sürerdi. Sonra Glum ayağa kalkıp da, yatağın çelik yaylarının gıcırtısı duyulduğunda, saat tam on buçuk olmuş demekti. Evde, Glum ve Albert’in dışında kalanların alışkanlıkları düzensizdi. Bolda, gece yarısından sonra dahi, uyumasına yardım eden çayını hazırlamak üzere mutfağa inebilirdi; kahverengi kâğıt külahlar içinde hazır bulundurduğu şerbetçiotuyla yapardı çayını. Büyükanneye gelince, o da bazen gece yarısı, hatta saat biri vurduktan sonra mutfağa gider, soğuk etli sandviç yapar, sonra kolunun altında bir şişe kırmızı şarapla odasına dönerdi. Gene gece yarısı, sigara kutusunun boşalmış olduğunu da anımsayabilirdi – iki yirmilik paket sigara alabilen, açık mavi renkte, zarif bir porselen kutuydu. O zaman, alçak sesle küfürler savurarak evin içinde dolanır ve sigara arardı. Büyükanne, çok iri yapılı bir kadındı. Pembe bir yüzü, açık sarı renkte saçları vardı. Adımlarını sürüyerek önce Albert’i boylardı. Evde büyükannenin beğendiği sigaralardan içen bir Albert vardı. Glum, yalnızca pipo içerdi. Annenin içtiği sigaraları ise beğenmiyordu; “Çıtkırıldım kadınların içtiği türden pis şeyler bunlar; öf, o saman tadındaki sigaraları daha görünce midem bulanıyor!” Bolda’nın dolabında ise birkaç tane yarı yarıya ezilmiş, lekelenmiş sigara bulunurdu. Büyükanne alay ederdi bu sigaralarla. “Galiba bunları kutsanmış sudan çıkarıp kuruttun, lapacı moruk! Rahibeler içer bunları ancak, pöh!” Ve büyükanne bu sigaralarla postacıyı ve elektrik parasını almaya gelen adamı sevindirirdi. Bazı geceler evde bir tek sigaranın bile kalmadığı olurdu.

O zaman Albert Amca, gece yarısı kalkıp giyinmek ve sigara almak üzere arabasıyla kente gitmek zorunda kalırdı. Ya da Albert’le büyükanne fenik ve bir marklık bozuklukları bir araya getirir, Albert de bunlarla bir otomattan sigara alırdı. On ya da yirmi sigara, büyükanneyi yatıştırmaya yetmezdi. Mutlaka elli adet olmalıydı. Sigara paketleri kıpkırmızıydı; üzerlerinde “Tomahawk” ve “saf Virginia” sözcükleri vardı. Normalden çok uzun, bembeyaz kâğıtlı ve içimleri çok sert sigaralardı bunlar. “Yenilerden olsun, e mi yavrum!” Albert döndüğünde, büyükanne onu kucaklar, öper ve şöyle mırıldanırdı: “Sen olmasaydın yavrum, sen olmasaydın yamandı halim; bir oğul bile senden daha fazla yakınlık gösteremez.”

Sigaralarına da kavuştuktan sonra nihayet odasına çıkar, üstüne bol tereyağı sürüp soğuk et koyduğu büyük ekmek dilimlerini yer, şarabını ve sigarasını içerdi.

Albert’in günlük yaşamı da hemen hemen Glum’ unki kadar düzenliydi. Saat on birden sonra odasından hiç ses gelmezdi. Saat on bir dedin mi evin içinde olup bitenlerin sorumluluğu artık kadınlara, yani büyükanne, Bolda ve anneye aitti. Anne, çok ender ayağa kalkardı. Buna karşılık geç saatlere kadar okur, bu arada da üstünde “Mosschee-Rein Orient” yazılı sarı bir paketten çıkardığı içimi yumuşak, yamyassı sigaraları tüttürürdü. Arada sırada şaraptan bir yudum alır, saat başı da odadaki dumanları temizlemek için vantilatörü açardı. Anne, akşamları genellikle ya dışarı çıkar ya da eve konuk getirirdi. O zaman çocuğu, Albert Amca’nın odasına taşırlardı. O da uyuyormuş gibi yapardı. Albert Amca’nın odasında uyumaktan hoşlanmasına rağmen, konuklardan nefret ederdi. Konuklar, saat ikiye, üçe, dörde kadar kalırlardı. Hatta beşi buldukları da olurdu. O zaman Albert Amca, birkaç saatlik sabah uykusu ile yetinmek zorunda kalırdı. Çocuk ise, sabahları okula gitmek üzere kalktığında, kendisiyle birlikte kahvaltı edecek birini bulamazdı. Glum ve Bolda gitmiş olurlardı. Anne, saat ona kadar uyurdu. Büyükanne ise on birden önce kalkmazdı.

Hep uyanık kalmaya karar verir, fakat çoğunlukla vantilatör kapatıldıktan kısa bir süre sonra tekrar dalardı. Ama annenin okumasının uzun sürdüğü gecelerde, ikinci ya da üçüncü kez uyandığı da olurdu. Özellikle Glum, vantilatörü yağlamayı unutmuşsa, uyanırdı. O zaman vantilatör, ilk dönüşlerinde gıcırtılar çıkarır, gürültüsüz dönmeye başladığı yüksek hıza, ağır ağır ulaşırdı. O, ilk gıcırtılı dönüşlerle birlikte uyanınca, anneyi karşısında bir önceki uyanışında gördüğü gibi bulurdu. Başı bir eline dayalı, yatar durumda okur, sigarası sol elinde bulunur, bardağındaki şarap ise azalmamış olurdu. Anne arada bir İncil de okurdu. Onun elinde o küçük, kahverengi deri kaplı dua kitabını görür ve anlayamadığı nedenler yüzünden utanarak uyumaya çalışır ya da uyanık olduğunu belli etmek için öksürürdü. Onun öksürdüğünü duyunca anne derhal yerinden fırlar, yatağının yanına gelirdi. Elini alnına kor, yanağından öper ve alçak sesle sorardı: “Bir şeyin yok ya yavrum?”

O da, “Hayır, hayır yok,” diye karşılık verirdi gözlerini açmadan.
“Işığı hemen söndürüyorum.”
“Hayır, okumana devam et.”
“Doğru söyle, bir şeyin yok ya? Ateşin çıkmışa benzemiyor.”
“Hayır, inan ki yok hiçbir rahatsızlığım.”

Sonra anne, yorganı çenesine kadar çeker, o da annenin elinin hafifliğine şaşardı. Anne kendi yatağına döner, ışığı kapatır, vantilatörü, odadaki bütün duman temizleninceye dek çalıştırırdı. Bu arada onunla konuşurdu.

“Yukarıda, Glum’un odasının bitişiğindeki odayı ister misin?”

“Hayır, beni burada bırak.”
“İstersen yandaki oturma odasını al, orayı boşaltabiliriz.”
“İstemem.”
“Ya Albert’in odasına ne dersin? Albert, öbür odalardan birine geçebilir.”
“Hayır.”

Birden vantilatörün hızı azalmaya başlayınca, annenin karanlıkta düğmeye basmış olduğunu anlardı. Birkaç gıcırtılı dönüşten sonra, ses kesilirdi. O zaman karanlıkta, çok uzaktaki trenlerin sesini işitir, yük vagonları birbirine bağlandığında çıkan ve patlamayı andıran gürültü kulağına kadar ulaşırdı. Gözlerinin önünde bir tabela belirirdi: Doğu Yük İstasyonu. Bir keresinde Welzkam’la gitmişti oraya. Welzkam’ın amcası vagonları birbirlerine bağlanacakları tepeye iten lokomotiflerde ocakçı olarak çalışıyordu.

“Glum’a söyleyelim de vantilatörü yağlasın.”
“Ben söylerim.”
“Olur. Fakat artık uyumalısın. İyi geceler.”
“İyi geceler.”

Ama uyuyamaz ve hiç kıpırdamadan yatmasına rağmen, annenin de uyumadığını bilirdi. Bu karanlık ve sessizliğin içinde, ta uzaklardan duyulan istasyon gürültüleri, sanki başka bir dünyadan geliyormuş duygusunu uyandırırdı onda. Ve gene sessizlikte beliren kelimeler, belleğine düşüverirdi. Onu huzursuz kılan kelimelerdi bunlar. Brielach’ın annesinin fırıncıya söylediği kelime. Brielach’ın oturduğu evin girişinde, duvarda yazılı olan kelime. Brielach’ın bir yerden kaptığı ve şimdi durmadan tekrarladığı o yeni kelime: ahlaksız. Çoğu zaman, Gäseler’i düşündüğü de oluyordu, ama Gäseler çok uzaktaydı. Bundan ötürü onu düşündüğünde ne korku ne de nefret duyuyordu içinde. Biraz rahatı kaçıyordu, o kadar. Ama, Glum’un bütün sessiz karşı koymalarına rağmen bu adı durmaksızın yineleyen büyükanneden korkuyordu.

Anne uyuduktan sonra da o, uzun süre uyanık kalır, sislerin içinden babasının resmini gözlerinin önüne getirmeye çalışırdı. Ama bir türlü başaramazdı bunu. Hepsi de budalaca bir sürü görünümdü belleğinde canlanan; filmlerden, dergilerden, ders kitaplarından alınan görünümler: Blondi, Hopalong Cassidy, Donald Duck – ama babasının yüzünü göremezdi bir türlü. Brielach’ın amcası Leo, fırıncı, sonra çalıların arasında ayıp şeyler yapmış olan o iki kişi, Grebhake ve Wolters, birbirlerinin ardından sökün ederlerdi. Kıpkırmızı yüzleri, önü açık pantolonları ile görürdü onları. Hatta taze yeşilin geniz yakan kokusunu bile duyardı burnunda. Acaba ahlaksızlıkla utanmazlık, eşanlamlı kavramlar mıydı? Babası ise bir kez bile canlanmamıştı belleğinde. Aslında bu kadar genç, bu kadar neşeli ve çocuksu yüzlü bir erkeğe çok güçtü baba diyebilmek. Babaların simgesi, “kahvaltıda yenen yumurta”ydı. Ama babası hiç de benzemezdi “kahvaltıda yenen yumurta”ya. Babaların bir özelliği de “düzenli olmak”tı. Sözgelişi, Albert Amcası, belirli bir düzeye kadar sahipti bu özelliğe; buna karşılık babasıyla düzenlilik kavramını gene de bağdaştıramıyordu. Erken kalkmak, kahvaltıda yumurtasını yemek, işe gitmek, işten dönmek, gazeteleri okumak ve vaktinde yatmak; bunlardı düzenli bir yaşamın özellikleri. Ama bütün bunlar uzaklarda, bir Rus köyünün yanında gömülü olan babasına uygun düşmüyordu. Acaba şimdi, aradan on yıl geçtikten sonra, sağlık müzelerindeki iskeletlere mi benzemişti babası? Sırıtkan bir iskelet, hem asker, hem de yazar; kısaca birbirine tümüyle karşıt özellikle yoğrulmuştu babası. Brielach’ın babası, başçavuştu. Sivil hayatında ise oto tamirciliği yapıyordu. Öbür çocukların babaları da binbaşı ve müdür, astsubay ve muhasebeci, kıdemli onbaşı ve redaktördüler, ama hiçbiri yazar değildi. Brielach’ın babası da polislik ve tramvay biletçiliği yapmıştı. Mutfaktaki dolabın üstünde sagu1 ile irmik paketi arasında bir resim vardı. Neydi acaba sagu? İnsanın aklına Güney Amerika’yı getiriyordu bu sır dolu kelime, bu düşüncelerin ardından, kateşizme2 ilişkin birtakım sorular belirirdi. Sözgelişi:

Soru: Tanrı, iyi yola dönmek isteyen günahkâra nasıl
davranır?
Karşılık: Tanrı, iyi yola dönmek isteyen her günahkârı
hoşgörüyle bağışlar.
Şu dize ise, allak bullak ederdi kafasını insanın:
Ya RAB, sen suçların hesabını tutsan
Kim ayakta kalabilir, ya Rab.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. İlk Yılların Ekmeği ~ Heinrich Böllİlk Yılların Ekmeği

    İlk Yılların Ekmeği

    Heinrich Böll

    İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman yazarlarından Heinrich Böll, bu romanında, savaştan hemen sonra baş gösteren zor yıllardaki ekmek kavgasından bir kesit veriyor. Savaşın yıkıcı...

  2. Trenin Tam Saatiydi ~ Heinrich BöllTrenin Tam Saatiydi

    Trenin Tam Saatiydi

    Heinrich Böll

    İkinci Dünya Savaşı’nı bir piyade eri olarak yaşayıp, “Savaştan ve militarizmden daha saçma bir şey olamaz,” kararına varan Heinrich Böll’ün bu kısa romanı, 1949’da...

  3. Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer ~ Heinrich BöllYolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer

    Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer

    Heinrich Böll

    Heinrich Böll, İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlattığı eserlerinde, anlamsız yere ölüme giden, katılmak zorunda bırakıldıkları savaşı gönülsüz sürdüren insanların korkularını, nefretlerini ve savaşın onların...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Değişim ~ Mo YanDeğişim

    Değişim

    Mo Yan

    Çin’in en ünlü ve Nobel ödüllü yazarı Mo Yan, Değişim adlı uzun öyküsünde ülkesindeki toplumsal ve siyasal değişimleri dile getiriyor.Otobiyografi tarzında öykü ya da...

  2. Çocukluğum ~ Maksim GorkiÇocukluğum

    Çocukluğum

    Maksim Gorki

    Yedi yıllık siyasi sürgünden dönen Gorki, 1913 yılında, 1923’te Benim Üniversitelerim’le bitecek üçlemesinin ilki olan Çocukluğum’u kaleme alır. Anlattıklarının kendisine değil, geçmişte ve yaşadığı...

  3. Geri Gelenler ~ Gemma MalleyGeri Gelenler

    Geri Gelenler

    Gemma Malley

    Karanlık bir yalnızlık senfonisi… Çok satan anti-ütopik üçleme Bildirge, Direniş ve Miras’ın sevilen yazarı Gemma Malley’den yepyeni bir gençlik romanı: Geri Gelenler. Yakın gelecekte, 2016 yılında geçen distopik eser Geri...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur