Sevgili kardeşim Clara,
Londra sosyetesi hiç aklıma gelmeyecek denli karışık! Her gece başka bir balo veya toplantı var, her gece başka başka ışıltılı mücevherler, hışırdayan elbiseler dönüp duruyor. Zaman zaman orada burada pot kırmaktan korksam da, hedefime (daha doğrusu annemin hedefine) ulaşmakta başarı elde ediyorum sayılır. Annem, bana koca olarak son derece uygun bulduğu birkaç beyden gördüğüm ilgi karşısında mutluluktan havalara uçuyor.
Ama sevgili kardeşim, bir dük var ve benim için ondan başkasına bakmak dahi öyle zor ki! İtiraf etmeliyim ki kalp atışlarımı, balo salonunun karşı tarafından fark edilebileceğinden korkacağım kadar hızlandırıyor. İsmi James Langdon, Wentworth Dükü. Bu sözlerim kulağa abartılı gelebilir ama bana daha önce hiçbir erkeğin hissettirmediği şeyler hissettiriyor.
Ama bu duygularımı bastırmalıyım. Zaman zaman onun karanlık geçmişine dair fısıltılar duyuyorum ve insanlar kendi aralarında ondan Tehlikeli Dük diye bahsediyor. Ah Clara! Gizliden gizliye onun beni seviyor olabileceğini düşünerek mutlulukla doluyorum, ancak bir yandan da ilgisinden korkuyorum. Gerçek aşkı bulmak için çok uzun zaman bekledim ve şimdiyse kalbime zarar gelmemesi için ona karşı koymalıyım.
Keşke ne yapmam gerektiğini bilebilsem…
Seni seven kardeşin,
Sophia
“Hayat ve duyguyla dolu ışıldayan bir roman.”
Jo Beverley
“İnanılmaz bir tutkuya sahip, kıpır kıpır bir hikâye.”
Cathy Maxwell
***
BİRİNCİ BÖLÜM
Londra Sezonu, 1881
Teslimiyet duygusu ile içini çeken Sophia Wilson, yaptığının, kendini okyanusun öbür tarafından Londra’ya savurmaktan çok daha fazla olduğunu düşünüyordu. Cızırdayarak yanan bir tavanın içinden, kızgın ve hareretli bir ateşin içine doğru atılyormuş gibi hissediyordu. Evlilik Meydanı’na bu duygular içinde giriş yaptı.
Sophia, Londra’nın kalabalık davet salonunda annesiyle birlikte ilerlemeye başladı. Salon, ipekli goblenler, kurdeleyle bağlanmış gül buketleri ve daha birçok lüzumsuz süs eşyası kullanılarak öylesine büyük ustalıkla bezenmişti ki, kim baksa, bu amaçsız mükemmelliğin tek doğru seçenek olduğunu, her şeyin yerli yerinde olduğunu düşünürdü. İngiliz görgüsü kazanmak için aldığı bir aylık eğitimin ardından Sophia, eldivenli elinde yelpazesini marifetle tuttu, görev icabı en güzel gülümsemesini takındı ve oranın ya da buranın kontu veya kontesiyle tanıştırılmak üzere kendisini hazırladı.
“O kadar da kötü değil, değil mi?” diye fısıldadı annesi, bir taraftan etrafı süzerken.
Sophia, akşamın stratejisi ile ilgili annesinin kafasından geçen düşünceleri neredeyse duyuyordu: “Şurada bir kont var… Şurada bir markiz…”
Sophia’nın duyduğu sorumluluğun ağırlığı, tek bir vida ile tavana asılı kalmış ve düşmesi an meselesi olan demir bir avize gibi üzerinde baskı yaratıyordu. O Amerikalı bir vâristi ve burada; Londra’da bulunmasının sebebi, ailesinin kendi Amerika’daki yüksek sosyeteye kabul edilmesini ve böylelikle hayatlarının sonsuza dek değişmesini sağlamaktı. Buraya, İngiliz bir lord bulup, onunla evlenmek için gelmişti.
En azından, kaçış tek umut haline geldiğinde annesine vermiş olduğu söz buydu. Sophia geçen yıl dört teklif reddetmişti; hem de annesinin sık sık dile getirdiği gibi, gayet iyi teklifler. Annesi kafasını duvarlara vurmaya başlamıştı. Hele sonuncu bey yok muydu; adam Peabody’lerdendi. Tanrı aşkına, bir Wilson’ın bir Peabody ile evlenmesi, eşi benzeri olmayan bir başarı olabilirdi. Piskopos’un Baloları’na bir davetiyeyi garantilemiş olurlardı. Bayan Astor, evet. Bayan Astor burjuva Wilson’ları ziyarete bile gelebilirdi. Yüksek sosyetenin başhanımı buna sinir olurdu tabii ki.
Evliliğe duyulan bu çaresizce ihtiyacın sebebi, Sophia’nın ailesinin de geçit vermez eski New York sosyetesine girmeye çalışan pek çok yeni aileden biri oluşuydu. Fırsatçı deniyordu onlara. Diğer bir deyişle, sonradan görme. Hepsi kendilerinin ne olduklarını biliyor ve içeri girmek için bir yol arıyorlardı.
Sophia, kederli bir şekilde salondaki yabancılara bakıyor, sakin ve çekingen İngiliz kahkahalarını şaşkınlıkla dinliyordu; bunlara ne kadar kahkaha denirse artık. Kız kardeşlerinin öyle demeyeceğinden emindi.
İçini çekti ve sezon bitmeden önce sevebileceği bir adam bulmanın ne kadar önemli olduğunu kendisine bir kez daha hatırlattı. Annesi tekrar fenalıklar geçirmesin diye zavallı kadınla bir anlaşma yapmıştı. Annesinin, Peabody’nin teklifi konusunda kendisini rahat bırakmasını sağlayacak tek şey – bir olay daha çıkmaması ve doktoru aramak zorunda kalmamaları için – oltaya daha büylik bir balığın takılmasıydı. Unvanı büyük olan balıklar da en fazla Londra’da bulunduğundan, işte, buradaydılar. Sophia, romantik bir balık bulabileceğini ummakla yetiniyordu; yakışıklı bir balık, onu parası için değil, kendisi olduğu için sevecek bir balık.
“İzninizle, size kızımı takdim edeyim; Bayan Sophia Wilson,” dedi annesi, onu bir grup hanımefendiye tanıtırken. Hanımların her birinin yanında kendi kızı vardı.
İngiliz kadınlar onu incelerken bir an sessizlik oldu. Worth elbisesini, zümrüt kesimli elmas gerdanlığını, elmaslardan oluşan damla küpelerini dikkatle süzdüler. İngiliz kızların hiçbiri bu kadar gösterişli mücevherler takmadığından yüzlerinde kıskanç bir ifadeyle bakışlarını ona dikmişlerdi. Sophia birden kendisini balık gibi hissetti, hem de sudan çıkmış bir balık.
“Amerika’dan mı geliyorsunuz?” dedi kadınlardan biri sonunda, sabırsızca Sophia’nın yanıtını beklerken yelpazesini açıp yüzünün önünde hafifçe sallamaya başladı.
“Evet, New York’tan. Lansdowne Kontesi’nin konuklarıyız.”
Gerçekte kontes de Amerikalıydı ve New York’un en iyi “sosyal vaftiz anneleri”nden biri olarak biliniyordu. Üç sene öne Lansdowne Kontu ile evlenmiş ve kendisini sanki burada doğmuş ve büyümüşçesine Londra sosyetesine kabullendirmeyi her nasılsa başarmıştı. Wilson’lar, Florence’ı Kont’la evlenmeden önce New York’tan tanıyorlardı. Florence da bir zamanlar sosyeteye dışarıdan bakanlardandı ve pek çok kez soğuk bir şekilde karşılanmıştı. Şimdi bu burnu havada New York’lulara yukarıdan bakmaktan büyük keyif abyordu. Sophia ve annesi gibi sözde çaylaklara sosyal merdivenlerin upuzun ve çoğu kez kaygan basamaklannı çıkmaları için yardım eli uzatıyor, kendisi gibi olan aileleri New York’a yanlarında etkileyici İngiliz unvanlarıyla geri gönderdikçe New York’lulardan intikam alıyordu.
“Evet, kontesle tanışıyoruz,” diye yanıtladı, suskun İngiliz kadın, arkadaşlarıyla birlikte başını sallayarak.
Sophia, başka bir şey söylenmedi ve gülümsemek için elinden geleni yaptı. Akşam, at arabalarıyla çıkılmış, millerce süren, bitmek bilmez, monoton bir yolculuk gibi önünde uzanıyordu.
Birden salona derin bir sessizlik hâkim oldu ve ardından birkaç fısıltı duyuldu: Dük geldi… Dük mü? Tanrım, gerçekten de o. Tüm gözler kapıya doğru çevrildi.
Vekilharcın sessizliği bölen derin sesi, “Ekselansları, Wentworth Dükü”nün geldiğini ilan etti.
Sophia dükün girişini beklerken, eşitliğe dair Amerikalı görüşleri zihninde dolaştı. Dük de olsa, hendek kazıcısı da, o da bir insandı işte.
Sophia, önündeki insanların başlarının üzerinden görebilmek için ayak parmaklarının ucunda yükseldi ve salondaki en yüksek rütbeli soylu olan Dük’e şöyle bir göz attı. Fakat tam o sırada grubundaki genç İngiliz kızlardan biri kulağına eğilip, “Elinden geldiğince uzak dur ondan, tabii evlenip bir kâbusun ortasına düşmek istemiyorsan,” diye fısıldayınca, geri yaslandı.
Sophia kızın yüzüne baktı ancak kız, bir adım geri atarak daha fazla konuşmak istemediğini belli etti.
Kızın yorumunu şaşkınlıkla karşıladığından ve biraz da merakından, Sophia dikkatini tekrar kapıya verdi. Kadınlar reverans yapıyordu. Kalabalığın arasından, eteklerin yerde dalgalandığını görebiliyordu. Sonunda birisi kenara çekildi ve Sophia kendisini odanın öbür ucunda duran, inanılmaz etkileyici ve ihtişamlı bir adama bakarken buldu.
Üzerinde kuyruklu siyah bir takım, beyaz gömlek ve beyaz yelek bulunan adam, aç bir panter gibi etrafı kolaçan ediyor, nazikçe ama duygusuzca başını sallarken, önünde reverans yapanları inceliyordu.
Sophia onun sert, dikkat çekici yüzüne – pürüzsüz teni ve keskin hatlarına – bakarken kalbi göğsünün içinde çırpınmaya başladı. Bir sanat eserine bakıyordu adeta, karşısındaki akıl almaz güzellik nefesini kesmişti. Kimse böyle bir yüz yaratamazdı sanki ama birisi yaratmıştı işte. Bir kadın. İlahi bir kusursuzluğu, yıllar önce dünyaya getirmiş olan bir anne.
Sophia, onunla ilgili her şeyi zihnine kaydederek seyretmeye devam etti onu; o kendinden emin duruşunu, o sakin, soğuk halini.
Gür ve dalgalı saçları kömür karasıydı, geniş omuzlarına serbestçe dökülüyordu. Uzun ve dağınıktı, modayla uzaktan yakından alakası yoktu. Neredeyse bir skandaldı. Sophia bir kaşını hafifçe kaldırdı. New York’ta kimse böylesine vahşi bir görüntüyle insan içine çıkmaz, diye düşündü. Ama bu adam bir düktü, o yüzden nasıl isterse öyle davranırdı. Kimse ona ters düşmeye ya da karşı çıkmaya cesaret edemezdi.
İşte Londra’yı New York’tan farklı kılan bu, diye düşündü Sophia. Asil kandan geliyor olsa bile insan eksantrik olabiliyordu ve bu onun toplumdaki duruşundan hiçbir şey alıp götürmüyordu.
O gösterişli adam salona ilk adımlarını atarken kalabalık sessizleşti. Görünüşe göre hayranlıkla susmuşlardı. Bir süre sonra, içerdekilerin sessiz konuşmalarından yükselen uğultu geri döndü.
Ama Sophia, henüz gözlerini bu uzun boylu, etkileyici adamdan ayırmaya hazır değildi. Salonda böylesine hoş bir kendine güven ve zarafetle hareket etmesinin etkisinden kurtulamamıştı. Tıpkı bir kedi gibiydi.
Sophia, dükün yeşil gözlerinin de kedi gibi olduğunu fark etti. Zekâ dolu ve her şeyi sezen bakışları vardı. Aynı zamanda alaycı ve tehlikeli. Sophia, heyecan ve korku karışımı garip bir akımın vücudunda gezindiğini hissederek ürperdi, içgüdüleri, onunla ters düşmek istemeyeceğini söylüyordu.
Dük, odanın diğer ucundaki sarışın bir beyefendiye doğru ilerlerken, Sophia, yanındaki genç kadına döndü. “Ne demek istedin,” diye fısıldadı, “Hani şu kâbustan bahsederken?”
Kadın omzunun üzerinden düke bir bakış atta. “Tek kelime etmemeliydim. Davet salonunda dolaşan bir dedikodu işte.”
“Bana takılıyor muydun?”
Sophia’mn sorgulamaktan vazgeçmemesi üzerine kadın, rahatsız olduğunu belli edecek şekilde derin bir nefes aldı. “Hayır, seni uyarıyordum.” Eğilerek, “Kimi ona Tehlikeli Dük diyor. Kapkara bir kalbi varmış,” diye fısıldadı.
“Kim diyor bunu?”
Kadının alnı daha da büyük bir sinirle kırıştı. “Herkes. Ailesinin lanetli olduğunu söylüyorlar. Zalimler hanesi, hem de hepsi. Bir baksana şuna. Sence de öyle değil mi?”
Sophia, bir kez daha onun olduğu tarafa baktı. Adamın gözlerini inceledi. Dük yavaşça gözlerini kırparak, önünden geçen herkesi hor gören bakışlarla inceliyordu. “Bilmem.”
Ama içinden bir ses onun gerçekten de tehlikeli bir adam olduğunu söylüyordu. Gözlerinde hiç ışık yoktu, sadece dipsiz bir karanlık ve dünyaya karşı hissedilen, derinlere gömülü bir aşağılama duygusu seçiliyordu.
Sophia, onunla tanışmak istemediğine hızlıca karar verdi.
Merakının büyüklüğüne ve ona duyduğu hayranlığa, daha da önemlisi içinde aptal ve saf kelebeklerin çırpınıp durmasına bakarak söyleyebilirdi ki, bu kesinlikle hata olurdu. Sophia, o kelebeklerin aklını başından almasına izin vermeyecek kadar güçlü olabileceğinden emin değildi ve bir adam seçecekse, onu aklıyla seçmeliydi, ihtirasla değil; çünkü Sophia ihtirasa güven olmayacağına daima inanırdı.
Bakışlarını tekrar ona çevirdi ve yanından geçen bir hanımefendiye eğilerek selam verişini izledi, tenine dikenler batmıştı adeta.
Evet, hiç şüphesiz, bu adam Sophia için çok ama çok tehlikeli olurdu.
Sophia kendine hâkimiyetini yeniden kazanınca, yarım kalmış konuşmayı devam ettirme niyetiyle, huzursuzca annesine baktı.
Aman Tannm. Annesi de birinin omzunun üzerinden uzanmış, gözlerini düke dikmişti.
Sophia’mn vücudunda bir dehşet dalgası dolaştı.
Annesinin ağzı sulanmıştı.
James Nicholas Langdon, dokuzuncu Wentworth Dükü, Rossyln Markizi, Wimborne Kontu ve Stafford Vikontu, saksıdaki bir eğreltiotunun arkasından, bakışlarını kalabalık davet salonunun öbür ucuna dikti. Leydi Seamore kuş tüylü fildişi yelpazesini açınca, Dük’ün görüş alanı kapandı ve adam görebilmek için biraz kızgınlıkla başını yana doğru eğdi.
Gözüne bir şey takılmıştı çünkü.
“Bu kadın da kim?” diye sordu farkında olmadan parmağındaki zümrüt yüzükle oynayarak, hemen arkasında duran Whitby Kontu’na.
“Amerikalı o işte,” diye yanıtladı Whitby. ” ‘New York’un Mücevheri’ dedikleri hani. Buckingham Sarayı’nı geçindirecek kadar çeyizi olan. En azından bana söylenen o.”
James, bu cezbedici, mavi gözlere ve küstah duruşlu dudaklara gözlerini dikti. “Vâris o mu yani?”
“Şaşırmış görünüyorsun. Sana güzel olduğunu söylemiştim. Bana inanmadın mı?”
James, onun söylediklerine cevap vermeden bu altın saçlı güzelliğin odanın öbür ucuna, ev sahipleri Lord Bradley’ye doğru süzülmesini izledi. Gerekli tanıştırmalar yapıldı ve gülümserken Amerikalı kadının gözleri ışıldadı. Işıkları üzerine çeken gümüş ve kestane renklerinde ipekli ve sırmalı bir elbise giymiş, boynuna, o alımlı göğüslerinin arasına doğru sallanan ve dikkat çekecek kadar büyük İncili bir pırlanta kolye takmıştı.
James, bezgin bir şekilde içini çekti. “Soylu avlama sezonu için gelmiş bir Amerikalı daha ha? Kaç tane oldular? Üç mü dört mü? Ne yapıyorlar, sınırda bekleyen tüm arkadaşlarına mektup yazıp lütfen hemen gelmelerini, parası yetenler için burada satın alınacak unvanlar olduğunu mu söylüyorlar?”
Whitby hafifçe ilerleyip onun yanına geldi. “Sen de benim kadar iyi biliyorsun ki, Bertie değişiklikten çok keyif alır, özellikle de hazırcevap ve güzel olanından. Prens de ne isterse onu alır.”
“Ahali de, onu memnun etmekten dolayı çok mutlu olur.”
O anda vâris gülerek, düzgün, bembeyaz ve kusursuz olan dişlerini gösterdi.
Whitby, çenesiyle işaret ederek, “Kızla annesi. Sezon süresince Lansdowne Kontesi ile kalıyorlar,” dedi.
“O kadar kişinin arasından, Lansdowne Kontesi,” diye yanıtladı James, kuru bir sesle. “Amerikalı avcılarda bir tanesi, unvanını çoktan cebe indirmiş olanlardan. Acemileri o eğitecek anlaşılan.” James, kontesi çok iyi tanıyordu ve kurnazlığın güçlü yönleri arasında olmadığını biliyordu.
James ve Whitby beraber odanın öbür ucuna doğru yürüdüler. James, bu gece buraya niye geldiğinden pek emin değildi. Londra Evlilik Meydanı’ndan hiç hazzetmezdi; çünkü kendisine bir eş aradığı da yoktu, arama isteği de. Biricik kızlarını, yalnızca kendi kanlarının müstakbel bir dükün damarlarında dolaşacağını bilmenin hazzı için, ünlü bir canavarın önüne atacak hırslı annelerin kendisini takip edip durmasından nefret ediyordu.
Ama o akşam, bir şeyler onu topluma karışması için sürüklemişti…
James, altın püsküllü bir perdeyle örtülü ve dikkatle yerleştirilmiş beyaz tüylerle dolu bir vazoyla önü kapanmış mermerden şömine rafının yanında durdu. Amerikalı’ya, tüm o ışıklı parıltıya tekrar bakmaktan kendini alamadı.
“Onunla tanıştın mı?” diye sordu.
Whitby da onu seyrediyordu. “Evet üç gün önce bir akşam toplantıda tanıştım.”
“Peki ya Prens?”
“O da geçen hafta Wilkshire Balosunda tanıştı. Kızla iki kez dans etti. Arka arkaya olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Ve duyduklarıma bakılırsa, kızın gümüş tepsisi o günden beri fildişi kartlarla dolup taşıyormuş.”
James bir dirseğini şömine rafına yasladı ve onun ev sahipleriyle rahatlıkla konuşmasını seyretti.
“Onunla ilgilendiğini belirtmiyorsun, değil mi?” diye sordu Whitby, şaşkın bir halde.
“Tabii ki hayır. Ben pek bir şey belirtmem zaten.”
Ama belki bu gece, diye düşündü, kafasından ilgilenmek ile ilgili bir şeyler geçmiş olabilirdi. İşleri değiştiren bir şeyler. Bu kız, şöyle bir bakınca, kesinlikle olağanüstüydü.
James, bakışlarını ağır ağır kızın elbisesinde ve vücudunun yumuşak hatlarında gezdirdi. O uzun, dar, beyaz eldivenlerin altında incecik kolları vardı.
Tecrübeli gözleri onun zarif elinden – elinde ara sıra bir yudum aldığı bir şampanya kadehi tutuyordu – narin dirseğine
“Beni Aşka İnandır” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBeni Aşka İnandır
- Sayfa Sayısı364
- YazarJulianne MacLean
- ÇevirmenDeniz Beril Bacaklılar
- ISBN9786055358129
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Günden Kalanlar ~ Kazuo Ishiguro
Günden Kalanlar
Kazuo Ishiguro
Bir roman düşünün ki asıl anlattığı, tek bir satırında dahi geçmeyen duygular, umutlar, hayal kırıklıkları, özlemler olsun. Kazuo Ishiguro’nun benzersiz tarzını en iyi ortaya...
- Travnik Günlüğü ~ İvo Andriç
Travnik Günlüğü
İvo Andriç
Travnik Günlüğü, Drina Köprüsü’nün de yazarı, Nobel Edebiyat ödüllü İvo Andriç’in Balkanlar’daki çarpıcı toplumsal değişimi Bosna’nın aynasından yansıtan başyapıtlarından biri. Travnik Günlüğü’nde Andriç, 1807-1814...
- Rigel’in Gözleri ~ Roy Jacobsen
Rigel’in Gözleri
Roy Jacobsen
Norveç’in yaşayan en önemli yazarlarından Roy Jacobsen 2. Dünya Savaşı’nın Norveç toplumu üstüne etkilerini edebiyata aktaran ender yazarlardan. “Barrøy’de yaz, yıl 1946, kuş tüyleri...
Pdf gönderebilir misiniz lütfen