Şu aşk denen şey, gerçekten bunca zahmete değer mi? Adele Wilson için bu sorunun cevabı gayet açıktı: Elbette hayır! Kız kardeşlerinin, hayallerini süsleyen kocaları bulmak için sürüsüyle skandal ve gönül yarasına katlandıklarına şahit olmuştu. Londra civarındaki onca balo da cabası. Kendisine talip olan ilk İngiliz lordunu kabul etmesinin nedeni buydu işte. Ayrıca, onunla neden evlenmeyecekti ki? Müstakbel eşi nazik biriydi, dürüsttü ve kesinlikle gereğinden fazla duygusal değildi. Ondan daha delişmen, daha uzun boylu, daha gizemli olan kuzeninin, yani Alcester Baronu Damien Renshaw’un tam aksiydi.
Damien, kuzeninin nişanlısını baştan çıkarmaya çalışacak türden bir adam olsaydı, Adele’in onu görmezden gelmesi çok daha kolay olurdu. Ancak Damien apaçık bir şekilde Adele’e karşı koymaya çalışıyor ve aniden gelişen bu usturuplu davranışları, son derece edepli bir mizacı olan genç kızı daha da kışkırtıyordu. Aslına bakılırsa Damien, Adele’in atak, neşeli ve ateşli bir yanını ortaya çıkarıyor gibiydi. Görünüşe göre kader, Adele’e tam da o aşk denen şeyin ne demek olduğunu öğretmek üzere ağlarını örmeye başlamıştı…
Damien, “Hiç yanlış olduğunu bildiğin bir şey yaptın mı?” diye sordu.
Adele bu soruyu dikkatlice düşündü. “Pek sayılmaz. Hatalarım olmuştur, elbette. Herkesin olur.”
“Hiç yanlış bir şey yapmak istedin mi?”
Adele’in aklına, hatıralarındaki kırmızı baton şekerin görüntüsü üşüştü. Dokuz ya da on yaşlarındayken, Wisconsin’deki dükkânlardan birinde bu şekerlerden görmüştü, fakat o zamanlar hiç parası yoktu.
“Çocukken bir şey çalmak istemiştim,” dedi. “Bir baton şeker.”
“Ama çalmadın.”
Adele başını iki yana salladı. “Hayır, çalmadım.”
***
Giriş
Mayıs, 1884
Gece vakti Atlantik Okyanusu’nun derin ve karanlık sulan üzerinde rahatça yüzen SS Fortune”nın müsrifçe bezenmiş lüks kamarasında duran Adele Wilson, kararsız bakışlarla aynadan yansıyan görüntüsüne baktı.
Midesinde ağır bir yumru oluştu. Ama neden? Her şey olması gerektiği gibiydi. Annesi sol taraftaki, kız kardeşi Clara ise sağ yanındaki kamarada kalıyordu. Adele az önce kaptanın özenle donatılmış sofrasında lezzetli bir akşam yemeği yemişti ve elbiselerini çıkararak, lambayı söndürüp uyumadan önce sürükleyici bir roman okuyacağı yatağına girmek üzereydi.
Kulağındaki inci ve pırlantalarla bezenmiş damla şeklindeki küpeyi çıkararak avucunda parıldayışını izledi. Parmaklarım küpenin üzerine kapattı ve bir kez daha aynadaki yansımasına baktı.
Tuhaf bir biçimde, sanki o anda başka birinin bedenindeymiş gibi, zeminle olan bağlantısının koptuğunu hissetti. Aynadan kendisine bakan kişi bir yabancıydı; paranın satın alabileceği en kaliteli ipekten yapılmış, üzeri mücevherlerle süslü, Worth’ imzalı bir Paris elbisesi giyen ve boynuna küpeleri ile uyumlu inci ve pırlantalardan yapılmış antika bir gerdanlık takılmış zarif, kültürlü ve soylu bir hanımefendi.
Gözlerini aynadan ayırarak bütün odaya göz gezdirdi. Aniden, odasının bile kendisine yabancı geldiğini fark etti. Yabancı. Bunu açıklayabileceği başka bir kelime yoktu. Oymalı maun panellerle kaplanmış duvarlar, abartılı süslerle donatılmış tavan ve baş döndürücü, kristal bir avize. Yumuşak yatağım kaplayan çarşaflara gösterişli bir şekilde geminin baş harfleri işlenmişti ve kapı kollarından lambalara, hatta bölme duvarındaki çivilere kadar parlatılmış pirinçten yapılmış her şey azametle parıldıyordu.
Bazen başka birinin hayatını yaşıyormuş gibi hissediyordu. Kendisi bunca variyetin arasında doğmamıştı. Zengin bir hayat sürerken kendini nasıl rahat hissedeceğini bile bilmiyordu. Şu anda kendini sanki hiçbir şeye dokunmaması gereken biri gibi hissediyordu.
Adele iç geçirdi. Tam da bu sıralarda, gençken, yani henüz şehre taşınıp yüksek sosyetenin arasına karışmamışken yaptığı gibi ağaçların arasında eyersiz at binebilmek için neler vermezdi. Ah, o nemli toprağın üzerindeki yaprakların ve gölün kıyısındaki yeşil yosunların kokusunu içine çekmek…
O kokuyu bir kez daha hatırlamak istercesine, özlem dolu bir şekilde derin bir nefes aldı, ama burnuna gelen tek koku, üzerindeki pahalı parfümün kokusu oldu. Tarifsiz bir mahrumiyet hissederek soluğunu bıraktı.
Kendi kendine, sadece gerginlikten, diye mırıldanarak, elindeki küpeyi çıkardığı diğer eşiyle birlikte komodinin üzerine bırakarak yatağına uzandı. Yarın müstakbel kocası Lord Osulton ile buluşacaktı. Bir İngiliz vikontu. Ayrıca, karşısında muhtemelen gemiyi karşılamaya ve kendisinin resmini çekmeye gelen gazetecileri bulacaktı. Bu gece gergin olmasında şaşılacak bir şey yoktu.
Ancak, bunun üstesinden gelecekti.
Adele balköpüğü rengi saçlarına tutturulmuş taraklı tokaları çıkardı ve uzun, kıvırcık buklelerini savurarak gevşekçe omuzlarına düşürdü. Böylesi çok daha iyiydi.
Bitişikteki lüks kamaranın kapısı açıldı ve Adele’in kız kardeşi Clara içeriye usulca göz gezdirdi. Clara geçen yıl yakışıklı Rawdon Markizi’yle evlenmiş ve bir ay önce, yeni doğan bebeği Anne’le birlikte New York’taki ailesini ziyaret etmek üzere Londra’daki evinden ayrılmıştı. “Hâlâ uyanık mısın?”
Adele kız kardeşine döndü. “Evet, içeri gel.”
Maun rengi saçlarının gösterişli topuzu hala bozulmamış olan Clara parıltılı gece elbisesiyle içeri girerek desenli parlak kumaşla kaplanmış kanepeye oturdu. “Yemeğine pek dokunmadın. İyi misin?”
“İyiyim.” Ancak Adele, işlerin iç yüzünü anlamak konusunda büyük çaba göstermek gibi bir huyu olan Clara’yı kandıramayacağım biliyordu.
“Bundan emin misin, Adele? Yoksa şüphelerin mi var? Çünkü fikrini değiştirmek için hâlâ çok geç değil.” “Şüphelerim falan yok.”
“Olmasını tamamen doğal karşılarım. Adamı tanımıyorsun bile. Onu sadece birkaç sıkıcı toplantı sırasında göre bildin, hem de annemin nefesi ensendeyken. Yalnızca bir kez dans ettiniz ve bir daha baş başa kalmadım? o da ne kadardı, üç ya da dört dakika kadar mı?”
Adele, Clara’nın yanma oturdu. “Yalnızca biraz heyecanlıyım, hepsi bu. Ama doğru olanın bu olduğuna tüm kalbimle inanıyorum. Bundan eminim. O iyi bir adam.”
“Ama onunla, aranızda gerçek bir bağın olup olmadığını anlayacak kadar zaman geçirme şansın olmadı. Gerçek bir çekim. Belki de evlenmeden önce bir kez olsun Londra’daki sosyete toplantılarının tadını çıkarmayı denemelisin. Kimlerle tanışabileceğim bir düşün. Cesur bir beyaz şövalye, mesela.”
Adele başını iki yana salladı. “Ben senin gibi değilim, Clara. Sen ve Sophia her zaman maceracı oldunuz, ama ben ağır başlı biriyim. Ne zaman Sophia’yla başınız belaya girse annem ve babam böyle söylemez miydi?”
Clara sırıttı. “Şimdi babamı daha iyi anlıyorum.” Parmağını burnunun altına yerleştirerek kendine bir bıyık yaptı. “Neden siz genç hanımlar kız kardeşiniz gibi olamıyorsunuz? Tanrı’ya şükürler olsun ki usturuplu davranacağı konusunda Adele’e güvenimiz tam; aklı başında, güvenilir Adele.”
Adele gülümseyerek gözlerim devirdi. “Bu hâlâ geçerli. Londra toplantıları konusunda yapılan bütün o yorumlara katlanmak ve her gece pırlantalar takınarak kalabalık misafir salonlarında erkeklerle cilveleşmek istemiyorum. Dürüst olmak gerekirse bunun düşüncesi bile midemi alt üst ediyor. Kesinlikle kırsal bir yerde yaşamayı tercih ederim; açık ve temiz havada, tam da müstakbel kocamın şu anda bulunduğu gibi bir yerde.”
Clara hafif bir bıkkınlık içeren bir sesle, “Toplantıların verdiği heyecan hoşuna gidebilir,” dedi.
Adele başını bir kez daha iki yana salladı. “Hayır, gitmez. Lord Osulton’la evlenmek konusunda verdiğim karardan memnunum. Lord oldukça nazik bir beyefendi ve bana son derece uygun bir eş adayı. Anladığım kadarıyla kendisi de şehir hayatından hoşlanmıyor. Taşradaki evinde kalmayı tercih ediyor.”
“Ama günün birinde ne kadar olağanüstü maceraları kaçırmış olabileceğini merak edeceğinden endişelenmiyor musun?”
Adele kız kardeşinin elini sıktı. “Ben macera aramıyorum, Clara. Aslına bakarsan, bu fikirden tiksiniyorum. Özenle tasarlanmış, beklenmeyen olaylara mahal vermeyen planlan tercih ederim. Bunun yarımda, bazen en iyi yürüyen evliliklerin akılcı bir biçimde planlanmış olanlar olduğunu düşünüyorum. Aşk, kendisine gelişerek daha somut bir hal alması için zaman tanındığında yeşerecektir; senin tabirinle çekim yerine, takdir ve saygıya dayalı bir aşk. Çekim, sevgili kardeşim, öngörülemez ve yakıcı bir şeydir.”
“Çekim muhteşemdir, Adele.”
“Öyle mi? Bu çok gülünç, çünkü hatırladığım kadarıyla geçen yıl kocanın seni terk edeceğinden endişelendiğin sıralarda hiç de muhteşem bir şey değildi. Perişan olmuştun. Ben aynı şeyleri yaşamak istemiyorum. Bütün o zorlu duygusal iniş çıkışlar olmadan, dinginlik içinde yaşamak istiyorum.”
Clara, “Ama Seger gerçekten kendini bana adadı,” dedi, “ve artık çok mutluyuz. Bugün sahip olduğumuz hayat, ne kadar dayanılmaz olursa olsun zamanında çektiğim acının her saniyesine değer. Bazı şeyler, bunu yapmak ne kadar tatsız bir yükümlülük olsa da, uğrunda mücadele etmeye değer. Evliliği erteleyerek en azından tek bir toplantı sezonuna katlanmak istemeyeceğinden emin misin? Hayatının en büyük aşkıyla karşılaşabilirsin.”
Adele iç geçirerek ayağa kalktı. Elbise dolabının yanına giderek korsesinin bağlarını çözmeye başladı.
Clara, “Kitapları bu kadar sevdiğin düşünülünce,” diye devam etti, “insan aşk hakkında bir şeyler okumuş olduğunu zanneder.”
Adele arkası kız kardeşine dönük bir şekilde, “Aşk hakkında pek çok şey okudum,” dedi, “ve beyaz şövalyelere sevdalanan, kulelere hapsedilmiş aptal gülüşlü karakterleri hiçbir zaman kendime yakın hissedemedim. Gerçek hayatta kuleler ya da beyaz şövalyeler yoktur, Clara. Yalnızca gerçekçi erkekler vardır ve ben kendime en uygun olanım bulmuş olmaktan yeterince memnunum. Ayrıca, annem ve hahamın gönlünü bu şekilde almak beni mutlu ediyor. Ona Lord Osulton’ın teklifini kabul ettiğimi söylediğimde annemin yüzünde beliren ifadeyi görmeliydin. Onu daha önce bu kadar gururlu bir halde görmemiştim.”
“Hayatım başkalarım memnun etmeye adayamazsın, Adele. Kendini ve geleceğim düşünmelisin. Annem ve babam düğün töreninden sonra New York’a dönecek ve sen Londra’da tek başına kalacaksın; hem de itaatkâr bir evlat değil, evli bir kadın olarak. Kendi mutluluğundan kendin sorumlu olacak ve hayatın için yapacağın seçimlerde özgür kalacaksın. Kendi istediğin kişiyle evlenmelisin.”
Adele, “Lord Osulton ile evlenmek istiyorum,” dedi ve artık resmen nişanlı olduklarına göre ona adıyla hitap etmeye başlaması gerektiğine karar vererek, “Harold ‘la,” diye ekledi.
Clara sevgi dolu bir gülümsemeyle Adele’e baktı. “Tahminimce kafanın dikine gitmeye devam edeceksin, öyle değil mi?”
“Doğru olan şeyi yaptığım sürece. Ben yolumu seçtim ve bir taahhütte bulundum. Sözümden asla dönmeyeceğim” Clara özenle şekillendirilmiş, yay gibi kaşlarından birini kaldırdı ve ayağa kalkarak kapıya doğru yürüdü. “Sanırım seninle tartışmak oldukça yersiz. Sophia’yla birçok kez seni bunun aksine ikna etmeye çalışmamıza rağmen, her zaman doğru şeyi yapmakta kararlı oldun. Gerçek bir eğlenceyi kaçırdığını biliyorsundur umarım.”
Adele kafasını kız kardeşine doğru eğdi. “Öylece bir köşede bekleyeceğim uzun saatleri de kaçırdım.”
Clara omzu silkti. “Maceranın bir bedeli vardır.”
“Ve Sophia’yla ikiniz bunu ödemeye gönüllüydünüz.” Adele’in hizmetçisi odaya girerek yatağı hazırlamaya başladı.
Clara özel kamarasına açılan kapıyı araladı. “Bu gece fazladan birkaç yolcu almak üzere rıhtıma yanaşacağız ve sonrasında Liveıpool’a varmamız pek uzun sürmeyecek. Sabaha oraya ulaşmış oluruz. Görünüşe göre sözünü tutmaya kararlısın.”
“Öyleyim.”
“O halde benim de içim rahat. Gidip minik Anne ile ilgilenmeliyim. Sabaha görüşürüz.” Kamaradan çıkarak kapıyı ardından kapadı.
Adele, hizmetçisine gülümsedi ve geceliğine doğru uzandı.
Londra Savoy Tiyatrosu
Aynı gece, saat dört civarı
Bazıları tarafından yaşayan en güzel kadın olarak kabul edilen ünlü oyuncu Frances Fairbanks’in çırılçıplak uzanmayı sevdiği Londra’nın belirli çevrelerinde iyi bilinen bir gerçekti. Özellikle de seks, şarap ve Fransız parfümü kokan giyinme odasındaki yumuşak ayı postunun üzerinde, gözlerini bir âşığın vücudunda gezdirirken.
Ya da daha doğra bir deyişle, belirli bir âşığın. Alcester Baronu Damien Renshaw.
Damien şimdiye kadar tanıştığı en büyüleyici erkekti; bir sanatçı tarafından oyulmuş kadar muntazam yüz hatları ve kaslı omuzlarıyla esrarengiz bir biçimde yakışıldı ve uzun boyluydu. Haşin, vahşi ve sağı solu belli olmayan biriydi ve üstüne üstlük, âşıkların en içgüdüsel ve hünerli olanıydı. Kendisine şimdiye kadar tattığı en yoğun cinsel hazzı yaşatmak için nasıl hareket edeceğini iyi biliyordu.
Ayrıca buna rağmen, sevişme tarzında muazzam bir nezaket vardı.
Frances bir kedi gibi gerinerek karnının üzerine yuvarlandı ve dirseklerini postun üzerine dayadı. Çıplak ayaklarım arkasında ileri geri sallayarak, Damien’ın kapının yanındaki düğmeli kanepeye oturup çizmelerinden birini giymesini izlemeye başladı.
Damien başını kaldırarak çoğu zaman haz ve cazibe vaat eden koyu renkli gözleriyle kısaca göz gezdirdi, ancak bu sefer bakışlarında yalnızca sabırsızlık vardı.
Frances birdenbire Damien’ın karakterine hiç uymayan bir biçimde, gitmek için acele ettiğini fark ettiğinde suratını astı. Çünkü Damien Renshaw karşı konulmaz kara aslan yatak odasında hiçbir şey için acele etmezdi.
Frances ayaklarım sallamaktan vazgeçti. “Bu gece benimle sevişirken gömleğim çıkarmadın.”
Sesine kendinden emin bir hava vermek için çok çaba göstermişti. Bu alışık olduğu bir şey değildi yani, bunun için çaba göstermek zorunda kalmak. Aşıkları söz konusu olduğunda, kendine olan güveni daima tamdı. Dili dolanan kişi her zaman karşısındaki olurdu.
Huzursuz bir biçimde yutkunarak, bacaklarım tekrar sallamak için bilinçli bir çaba gösterdi. “Bileklik konusunda kızgın değilsin, değil mi?”
Diğer çizmesini giymekte olan Damien kafasını kaldırıp ona bakmadı. “Elbette değilim. Dediğin gibi, o bilekliğe vurulmuştun.”
Gerçekten de vurulmuştu. O kadar ki, bilekliği satın alarak faturayı Damien’a göndertmişti.
Frances, dizlerinin üzerinde doğrularak oturdu ve Damien’ın çapkın doğasım uyandırmayı umarak dudaklarını büktü. “Küçücük bir bileklikti. İşlerin geneline oranla, sana büyük bir sorun çıkaracağım düşünmedim.”
Yanan mumun titrek ışığında bir Yunan tanrısı gibi uzun ve güzel görünen Damien, ayaklarının üzerine doğruldu. Darmadağınık odanın içinde yeleğini aramaya başladı. Sonunda, mor renkli tüyler ve Frances’in o geceki gösterisinde giydiği rengârenk kostümünden oluşan yerdeki elbise yığınının üzerinde olduğunu gördü.
Yeleği alarak üzerine geçirdi ve sonra Frances’e doğru uzanarak çenesini ellerinin arasına aldı. Gülümsedi ve gözleri birdenbire, Frances’i kendisinin hâlâ Londra’daki tüm…
“Aşk Gelince” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) +18 Kitaplar Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşk Gelince
- Sayfa Sayısı352
- YazarJulianne MacLean
- ÇevirmenGökçe Çiçek
- ISBN9786055358532
- Boyutlar, Kapak13 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2014-01
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölüm Tanığı ~ Nora Roberts
Ölüm Tanığı
Nora Roberts
BİRİNCİ BÖLÜM Konu cinayetse, mutlaka izleyici olurdu. İnsanoğlunun suçların bu en büyüğüne karşı beslediği derin ilgi ve merak hayatta da sanatta da kendine yer...
- Yıkımın Çocukları ~ Adrian Tchaikovsky
Yıkımın Çocukları
Adrian Tchaikovsky
Adrian Tchaikovsky, Arthur C. Clarke ödüllü romanı Zamanın Çocukları’nın bu devam kitabında bizleri heyecan dolu ve destansı bir maceraya daha çıkarıyor. Binlerce yıl önce...
- Uygun Bir Eş ~ Stephanie Laurens
Uygun Bir Eş
Stephanie Laurens
Aşktan ne kadar kaçabilirsiniz ? Ruthven Lordu Philip, aşkın pençesine düşmek için dayanılmaz bir istek duyuyordu. Tam bu sırada, Philip’in çocukluğundan beri tanıdığı ve...
Pdf gönderebilir misiniz lütfen