Yatılı okul Hailsham’ın öğrencileri, bahçe duvarının arkasındaki karanlık ormandan çok korkarlar. Hafta sonları veya tatillerde evlerine gitmez., Hailsham’dan önceki yaşamlarını hatırlamazlar. Dış dünyayla bağlantıları yoktur. Öğretmenler değil, gözetmenler tarafından eğitilirler. Spor ve sanata büyük önem veren gözetmenler, Hailsham öğrencilerine sürekli özel olduklarını hatırlatır ve bedenlerine çok iyi bakmaları gerektiğini tekrarlar.
Kazuo Ishiguro, yayımlandığı yıl Time tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesine alınan Beni Asla Bırakma’da, yıkıma götüreceğini bile bile kendi kaderini kabullenenlere odaklanmış görünüyor.
***
Birinci Bölüm
Benim adım Kathy H. Otuz bir yaşımdayım ve on bir yıldan uzun süredir bakıcıyım. Biliyorum, kulağa çok uzun bir zaman gibi geliyor, ama aslında sekiz ay daha, bu yıl sonuna kadar çalışmamı istiyorlar. Böylece neredeyse on iki yılım dolacak. Bu kadar uzun süredir bakıcı olmamın nedeni, işimi harika yaptığımı düşünmeleri olmayabilir, bunu da biliyorum. Sadece iki üç yıl çalıştıktan sonra bu işi bırakması istenen çok başarılı bakıcılar var. Ayrıca, hiç işe yaramayıp da on dört yıl boyunca çalışmış bir bakıcı da var bildiğim. Yani, kendimi övmeye çalışmıyorum. Ama çalışmalarımdan memnun olduklarını biliyorum, genelde ben de memnunum. Benim bağışçılarım her zaman beklenenden daha fazlasını başardılar, iyileşme süreçleri daha etkileyici oldu ve neredeyse hiçbiri “sorunlu” kategorisine alınmadı, dördüncü organ bağışından önce bile. Peki, galiba kendimle övünüyorum şimdi. Ama işimi iyi yapmak benim için çok önemli, özellikle de bağışçılarımın “sükûnet” içinde olmaları. Onların yanında nasıl davranacağımı içgüdüsel olarak öğrendim. Ne zaman yanlarında olmalıyım, ne zaman rahatlatmalıyım, onları ne zaman yalnız bırakmalı, ne zaman dinlemeli ve ne zaman omuz silkip kendilerini toplamalarını söylemeliyim, biliyorum.
Her neyse, kendim için büyük iddialarda bulunmuyorum. Şu anda benim kadar iyi çalışan, ama benim gördüğüm takdirin yarısını almayan bakıcılar var. Onlardan biriyseniz, kırgınlık hissedebileceğinizi anlıyorum; odam, arabam ve hepsinden öte kime bakıp bakmayacağıma bizzat karar veriyor olmamdan dolayı bana öfkeleniyor olabilirsiniz. Ayrıca, ben Hailsham mezunuyum; tek başına bu bile bazen insanların gerilmesine neden oluyor. Kathy H., diyorlar, istediğini seçebiliyor ve hep kendi gibileri seçiyor: Hailshamlıları ya da benzer ayrıcalıklı yerlerden gelenleri. O kadar başarılı olmasına hiç şaşmamak lazım. Bu tür sözleri çok duydum, eminim siz de sık sık duymuşsunuzdur ve belki söylenenlerde bir doğruluk payı vardır. Ama seçme hakkı olan ilk bakıcı ben değilim, eminim sonuncu da olmayacağım. Hem aslında farklı bir sürü yerden gelen bağışçılara da baktım ben. Bilin ki, işimi bitirdiğimde on iki yılım dolmuş olacak, oysa sadece son altı yıldır seçmeme izin veriyorlar.
Hem neden seçmeme izin vermesinler? Bakıcılar makine değil ki. Her bağışçı için elinizden geleni yapıyorsunuz; ama sonuçta bütün bunlar yıpratıyor insanı. Sonsuz sabır ve enerjiye sahip olamazsınız ki. Bu nedenle tabii ki seçme şansı olunca, kendine benzeyeni seçer insan. Bu çok doğal. Eğer bağışçılarıma bütün aşamalarda yakınlık hissetmeseydim, bu kadar uzun süre devam edemezdim çalışmaya. Hem zaten, seçmeye başlamasaydım, bunca yıl sonra Ruth ve Tommy ile tekrar nasıl yakınlaşabilirdim?
Ama tabii ki bugünlerde eskiden tanıdığım bağışçıların sayısı giderek azalıyor ve bu nedenle gerçekte çok fazla seçemiyorum. Dediğim gibi, bağışçınızla daha derin bir bağınız yoksa, iş çok zorlaşır. Bakıcı olmayı ileride özleyecek olsam bile, yıl sonunda bu işi bırakmam doğru olacak.
Bu arada, Ruth benim seçtiğim üçüncü ya da dördüncü bağışçıydı sadece. O dönemde ona atanmış başka bir bakıcı vardı zaten ve onun bakıcılığını üstlenmek için cesaretimi toplamam gerekti. Ama sonuçta başardım ve onu tekrar gördüğüm an, Dover’daki şu nekahet merkezinde, aramızdaki bütün farklılıklar –tamamen ortadan kalkmasa da– diğer başka şeyler kadar önemli görünmedi gözüme: Hailsham’da birlikte büyümüş olmamız, başka kimsenin bilmediği ya da hatırlamadığı şeyleri bilmemiz daha önemliydi. Sanırım o zamandan itibaren, bağışçılarımı geçmişte tanıdığım insanlar arasından seçmeye başladım ve özellikle de, mümkün olan her fırsatta, Hailsham’dan gelenleri seçtim.
Hailsham’ı geçmişe gömmeye çalıştığım dönemler oldu geçen yıllarda; kendime geriye bakmamayı telkin ettiğim zamanlar oldu. Sonra bir an geldi ki direnmeyi bıraktım. Üçüncü yılımda baktığım bir bağışçının, Hailshamlı olduğumu öğrendiği zaman verdiği tepki neden oldu buna. Üçüncü bağışından yeni çıkmıştı, ameliyat iyi geçmemişti ve hayatta kalamayacağını biliyordu sanırım. Nefes almakta çok zorluk çekiyordu, ama bana doğru baktı ve dedi ki: “Hailsham. Bahse girerim orası güzel bir yerdi.” Ertesi sabah, onun zihnini dağıtmaya çalışırken, nerede büyüdüğünü sordum. Dorset’te bir yerden söz etti ve bunu söylerken kırmızı lekelerle dolu, şişmiş yüzünü bambaşka bir ifadeyle buruşturdu. O zaman anladım ki kendi geçmişini hatırlamayı hiç istemiyordu. Onun yerine, Hailsham hakkında bir şeyler duymak istiyordu.
Bunun üzerine, sonraki beş altı gün boyunca, bilmek istediği her şeyi anlattım ve yattığı yerde, bazen tatlı tatlı gülümsedi. Bana büyük olayları ve küçük ayrıntıları soruyordu. Gözetmenlerimizi sordu, her birimizin yatağı altındaki koleksiyon sandıklarımızı, futbolu, İngiliz beyzbolunu, ana binanın etrafından geçen, her köşe bucağı ve gediği dolanan dar patikayı, ördekli göleti, yemekleri, sisli sabahlarda Sanat Odası’ndan çayırların manzarasını… Bazen bana aynı şeyleri tekrar anlattırırdı; daha bir gün önce anlattıklarımı, sanki hiç duymamış gibi yeniden dinlemek isterdi. “Spor binanız mı vardı?”, “En sevdiğin gözetmen kimdi?” Başlarda tekrar tekrar sormasının nedenini ilaçlara bağlıyordum, ama sonradan zihninin yeterince açık olduğunu fark ettim. Hailsham’ı sadece duymak değil, hatırlamak istiyordu; sanki kendi çocukluğu orada geçmiş gibi. Tükenmesine az kaldığını biliyordu ve bu yüzden böyle yapıyordu; bana bir şeyleri anlattırıyordu ki iyice sindirsin; belki bu sayede, bütün o ilaçlar, acı ve bitkinlikle uykusuz geçen gecelerde, benim anılarımla onunkiler birbirine karışırdı. İşte o zaman anladım, gerçekten anladım ki, biz çok şanslıydık; Tommy, Ruth, ben ve Hailsham’dan gelen diğer herkes.
Şimdi şehir dışında araba sürerken, hâlâ bana Hailsham’ı hatırlatan şeyler görüyorum. Sisli çayırların kenarından geçerken ya da bir vadinin yamacından aşağı inerken, büyük bir ev görürsem veya tepede düzenli sıralanmış kavak ağaçları gözüme çarparsa, kendime diyorum ki: “Belki budur, işte! Buldum sonunda! Burası gerçekten Hailsham!” Sonra bunun imkânsız olduğunu hatırlıyorum ve arabayı sürmeye devam ediyorum, düşüncelerim başka yerlere kayıyor. Özellikle de, şu kulübeler. Ülkenin her bir yanında görüyorum onları; küçük, beyaz, prefabrike binalar. Yan yana sıralı pencereleri çok yüksekte, neredeyse saçakların altına sıkıştırılmış gibi. 1950 ve 60’lı yıllarda bunlardan çok sayıda inşa etmişler sanırım, bizimkiler de o dönemde yapılmış olmalı. Ne zaman bu binalardan birinin yanından geçsem, gözden kaybolana kadar mutlaka bakıyorum ona, bu gidişle bir gün kaza yapacağım herhalde, ama bakmaya devam ediyorum. Çok olmadı, geçenlerde Worcestershire’da uzun ve boş bir yolda gidiyordum, bir kriket sahasının yanında, aynı bizim Hailsham’dakine benzer bir bina görür görmez, arabayı döndürüp ikinci kez bakmaya gittim.
Spor binamızı çok severdik, belki de küçükken baktığımız resimli kitaplardaki insanların sevimli küçük evlerini hatırlattığı için. Küçükler’deyken, gözetmenlerimize bir sonraki dersi her zamanki sınıfta değil de spor binasında yapmaları için yalvardığımızı hatırlıyorum. Sonra Büyükler 2’deyken –bizler on iki on üç yaşındayken– spor binası en iyi arkadaşlarımızla Hailsham’dan uzaklaşmak isteyince saklandığımız yer oldu.
Bina, iki ayrı grubu birbirlerini rahatsız etmeden içine alacak kadar büyüktü; yazın bir üçüncü grup da verandada takılabiliyordu. Ama en iyisi, binada en yakın arkadaşlarla birlikte yalnız kalmaktı, bu yüzden dalavereler çevriliyor, kavga çıkıyordu. Gözetmenlerimiz bize hep uygarca davranmamızı söylüyorlardı, ama teneffüslerde ya da serbest saatlerde binada olma şansını yakalayabilmek için, grubunuzda sağlam karakterlere sahip arkadaşlar olması şarttı. Ben de öyle ezilip büzülen tiplerden değildim, ama sanırım esas Ruth sayesinde oraya o kadar sık girebiliyorduk.
Çoğu kez sandalyelere ve banklara yayılır otururduk –beş kişiydik, Jenny B. gelirse altı oluyorduk– ve bol bol dedikodu yapardık. Sadece o binanın içine saklandığımızda böyle konuşabiliyorduk; bizi sıkan şeylerden söz edebiliyor ya da kahkahalara boğulabiliyor, şiddetli bir tartışmaya tutuşabiliyorduk. En çok da, yakın arkadaşlarımızla konuşup rahatlayabildiğimiz bir yerdi orası.
Şimdi aklıma gelen o gün, öğleden sonra, taburelerde ve banklarda ayakta durarak, yüksek pencerelerin yanında birikmiştik. Buradan Kuzey Oyun Sahası’nı rahatça görebiliyorduk. Bizim sınıfımızdan ve Büyükler 3’ten yaklaşık on iki oğlan futbol oynamak için toplanmıştı. Çok güneşli, parlak bir gündü, ama daha önce yağmur yağmıştı sanırım, çünkü otların çamurlu yüzeyinde güneşin nasıl parladığını hatırlıyorum.
İçimizden birisi, seyrettiğimizi fazla belli etmememiz gerektiğini söyledi, ama hiçbirimiz yerimizden kımıldamadık. Sonra Ruth: “O hiçbir şeyden şüphelenmiyor,” dedi. “Baksanıza şuna. Gerçekten hiçbir şeyin farkında değil.”
Bunu söylediği anda Ruth’a baktım ve yüzünde, oğlanların Tommy’ye yapmak üzere oldukları şeyi onaylamadığına dair bir işaret bulmaya çalıştım. Ama bir saniye sonra Ruth kısa bir kahkaha koyuverdi ve: “Aptal!” dedi.
Oğlanların yapmaya karar verdiği şeyin, Ruth’un ve diğerlerinin gözünde çok uzak bir şey olduğunu anladım; onlara göre onaylamamız ya da onaylamamamızın hiçbir anlamı yoktu. O sırada pencerelerin kenarında toplanmıştık, ama Tommy’nin bir kez daha aşağılanmasını görmekten hoşlandığımız için değil, oğlanların son planını duyduğumuz ve neler olacağını belli belirsiz merak ettiğimiz için. O günlerde oğlanların kendi aralarında yaptığı şeyler bundan daha derinlikli değildi. Ruth için, diğerlerine göre, bizimle hiç ilgisi yoktu ve sanırım benim için de öyleydi.
Belki de yanlış hatırlıyorumdur. Belki o zaman bile –o sırada sahada koşturan Tommy’nin yüzünde gruba tekrar kabul edilmenin verdiği aleni mutluluğu görebiliyordum; çok başarılı olduğu bu oyunu birazdan tekrar oynayabilecekti– bir an içim sızlamış olabilir. Ama kesin hatırladığım şey, Tommy’nin bir önceki ay Satışlar’dan aldığı ve çok gururlandığı açık mavi polo gömleğiydi. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Gerçekten çok aptal, bu gömlekle futbol oynayacak. Mahvolacak gömleği, o zaman kendini nasıl hissedecek?” Yüksek sesle, belli birine seslenmeden dedim ki: “Tommy gömleğini giymiş. En sevdiği polo gömleğini.”
Kimsenin beni duyduğunu sanmıyorum, çünkü hepsi Laura’ya gülüyordu; grubumuzun palyaçosu, Tommy’nin yüzünün koşarken, el sallarken, seslenirken, top keserken aldığı ifadeleri taklit ediyordu. Diğer oğlanların hepsi sahada ısınırken kasıtlı olarak ağır davranıyorlardı, oysa Tommy heyecan içinde her an hızla koşmaya hazır gibiydi. Bu kez sesimi daha da yükselterek, “Gömleğine bir şey olursa hastalanır,” dedim. Bu sefer Ruth beni duydu, ama şaka yaptığımı sandı sanırım, çünkü yarım ağız güldü, sonra kendince alaycı bir laf attı ortaya.
Sonra oğlanlar topu tekmelemeyi bıraktılar, çamurun ortasında bir sürü halinde durdular, adam seçme turunun başlamasını beklerken göğüs kafesleri yavaş yavaş inip kalkıyordu. Seçilen iki kaptan Büyükler 3’tendi, oysa herkes Tommy’nin o yılki oyuncuların en iyisi olduğunu biliyordu. İlk oyuncuyu kim seçecek diye yazı tura attılar, kazanan oğlan oyuncuları gözden geçirmeye başladı.
Arkamda biri, “Şuna bakın,” dedi. “İlk seçilenin kendisi olacağından ne kadar emin. Bir bakın şuna!”
O anda Tommy’de gerçekten komik bir yan vardı; evet, dedirtiyordu insana, gerçekten bu kadar aptalsa, birazdan başına gelecekleri hak ediyor. Öbür oğlanlar oyuncu seçimiyle hiç ilgilenmiyor, kimin seçileceğini hiç umursamıyor gibi davranıyorlardı. Bazıları aralarında sessizce konuşuyor, kimisi ayakkabı bağlarını bağlıyor, kimi de ayaklarını sürüyerek çamurun içinde yürüyordu. Ama Tommy, sanki şimdi onun adı söylenecekmiş gibi, Büyükler 3’lü oğlanın yüzüne bakıyordu.
Laura oyuncu seçimi boyunca gösterisine devam ederek, Tommy’nin yüzündeki değişen ifadelerin hepsini taklit etti; baştaki heyecanlı, hevesli surat; dört oyuncunun seçilişinden sonraki şaşırmış, endişeli ifade; neler döndüğünü anlamaya başladığı andan itibaren yüzüne yansımaya başlayan acı ve panik. Ama ben Laura’ya bakmayı bırakmıştım, çünkü Tommy’yi izliyordum; kızın ne yaptığını diğerlerinin gülmelerinden ve yüreklendirmelerinden anlıyordum. Tommy tek başına kaldığında ve oğlanlar bıyık altından gülmeye başladığında Ruth’un şöyle dediğini duydum:
“İşte geliyor. Bekleyin. Yedi saniye kaldı. Yedi, altı, beş…”
Bire varamadı. Tommy öfkeyle haykırmaya başladı ve oğlanlar da alenen gülüp kahkahalar atarak Güney Oyun Sahası’na koştular. Tommy onların ardından birkaç adım attı; kızgınlıkla onları kovalamaya mı başlayacaktı yoksa geride bırakıldığı için panikle mi davranmıştı belli değildi. Her neyse, kısa bir süre sonra olduğu yerde durdu, oğlanların ardından öfkeyle baktı, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sonra bağırıp çağırmaya başladı, ağzından anlaşılmaz hakaret ve küfürlerden oluşan karmakarışık kelimeler dökülüyordu.
Daha önce birçok kez Tommy’nin öfke nöbetlerine şahit olmuştuk, bu yüzden taburelerden indik ve odanın içine dağıldık. Konuşacak başka bir konu bulmaya çalıştık, ama arkadan Tommy’nin sürekli bağırıp çağıran sesi duyuluyordu; ilk önce gözlerimizi devirip onu duymazdan, görmezden gelmeye çalıştık, sonunda yeniden –on dakika önce indiğimiz– pencerelere tırmandık.
Öbür oğlanlar gözden tamamen kaybolmuşlardı artık, Tommy’nin lafları kimsenin kulağına ulaşmıyordu. Sadece deliler gibi bağırıp çağırıyor, ellerini kollarını, bacaklarını etrafa, göğe, rüzgâra, en yakın çit direğine savurup duruyordu. Laura, “Belki de Shakespeare’den bir sahne oynuyordur,” dedi. Bir başkası, Tommy’nin bağırırken bir ayağını yerden kaldırdığına dikkat çekti; “İşeyen bir köpek gibi,” dedi. Aslında ben de ayağını kaldırışını fark etmiştim, ama benim özellikle dikkatimi çeken, ayağını her yere vuruşunda baldırlarına sıçrayan çamurdu. Kıymetli gömleği geldi aklıma yine, ama ne kadar kirlendiğini bulunduğum yerden göremiyordum.
Ruth, “Galiba biraz acımasızlar ona karşı,” dedi. “Onu hep kışkırtıyorlar. Ama kabahat kendisinde. Eğer sakin davranmayı bilse, ona sataşmaktan vazgeçerler.”
Hannah, “Bence vazgeçmezler,” dedi. “Graham K. de onun gibi sinirli, ama ona karşı tam tersine çok dikkatliler. Tommy’ye bu kadar saldırmalarının nedeni tembelin teki olması.”
Sonra herkes bir ağızdan konuşmaya başladı: Tommy asla yaratıcı olmaya çalışmıyordu, İlkbahar Takası için hiçbir şey hazırlamamıştı… Sanırım o sırada, hiçbirimiz dile getirmesek bile, artık bir gözetmen gelsin ve Tommy’yi oradan alıp götürsün istiyorduk. Tommy’yi kızdırmak için yapılan bu son oyunda hiçbirimizin parmağı olmasa bile, seyirci koltuklarına kurulduğumuz için suçluluk hissetmeye başlamıştık. Ama ortalıkta gözetmen yoktu; bu yüzden Tommy’nin başına gelen her şeyi neden hak ettiğine dair düşüncelerimizi birbirimize anlatmaya başladık. Ruth saatine bakıp hâlâ vaktimiz olmasına rağmen ana binaya dönmemiz gerektiğini söylediğinde, kimse karşı çıkmadı.
Binadan çıktığımızda, Tommy bağırıp çağırmaya devam ediyordu. Ev solumuzdaydı ve Tommy tam karşımızda, ilerideki sahada olduğu için yanından geçmemize gerek yoktu. Zaten diğer yöne bakıyordu ve bizi fark etmemiş gibiydi. Yine de, arkadaşlarım sahanın kenarından ilerlemeye başladığında yoldan sapıp Tommy’ye doğru yürümeye başladım. Bu yaptığıma diğerleri şaşıracaktı, biliyordum, ama yürümeye devam ettim; arkamdan Ruth’un beni geri dönmeye çağıran telaşlı fısıltısını işitmeme rağmen.
Sanırım Tommy öfkeli anlarında rahatsız edilmeye alışık değildi, çünkü beni fark edince ilk tepkisi bir saniye durup bana bakmak ve hemen eskisi gibi bağırmaya devam etmek oldu. Sanki bir Shakespeare oyuncusuydu gerçekten ve ben de gösterinin ortasında sahneye, yanına çıkmıştım. “Tommy, güzel gömleğini kirlettin,” dediğimde bile, beni duyduğuna dair hiçbir ipucu vermedi.
Bunun üzerine elimi uzatıp koluna dokundum. Sonra olanları diğerleri onun bilerek yaptığını düşünseler de, ben kazayla olduğunu biliyorum. Elini kolunu öfkeyle sallayıp dururken elimi uzattığımı görmemişti. Neyse, kolunu savururken elimi itti, eli yanağıma çarptı. Hiç acımadı, ama nefesim kesildi, arkamdaki kızların çoğunun da.
Nihayet o anda Tommy beni, diğerlerini ve kendisini, sahanın ortasında nasıl davrandığını fark etti ve yüzüme aptal aptal baktı.
Epey sert bir ses tonuyla, “Tommy,” dedim. “Gömleğin çamur içinde.”
“Ne olmuş yani?” diye mırıldandı. Ama bunu söylerken aşağı baktı, kahverengi lekeleri fark etti ve telaşla bağırmaktan son anda alıkoydu kendini. Sonra polo gömleğiyle ilgili hislerini bilmemden dolayı duyduğu hayreti belli eden ifadeyi gördüm yüzünde.
“Kaygılanacak bir şey yok,” dedim, sessizlik onu utandırmaya başlamadan. “Lekeler çıkar. Çıkmazsa Bayan Jody’ye götürürsün.”
Gömleğini incelemeye devam etti, sonra homurdanarak: “Seni hiç alakadar etmez zaten,” dedi.
Bu son sözü ettiğine hemen pişman olmuş gibi göründü ve bana mahcup bir ifadeyle baktı, sanki onu rahatlatacak bir söz söylememi bekliyordu. Ama bu kadarı artık bana yetmişti; özellikle de kızların gözü önündeyken ve ana binadaki pencerelerden dışarı bakan kim bilir kaç kişi bizi görmüşken. Bu yüzden omuz silkip arkamı döndüm ve arkadaşlarıma katıldım.
Ruth omzuma elini koydu ve birlikte yürüyüp uzaklaştık. “En azından biraz sakinleşmesini sağladın,” dedi. “Sen iyi misin? Çılgın hayvanın teki o.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBeni Asla Bırakma
- Sayfa Sayısı 272
- YazarKazuo Ishiguro
- ÇevirmenMine Haydaroğlu
- ISBN9789750811876
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2007
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kızıl Darı Tarlaları ~ Mo Yan
Kızıl Darı Tarlaları
Mo Yan
Çin’in Nobel ödüllü yazarı Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları, Shandong ailesinden üç kuşağın, 1923-1976 yılları arasındaki öyküsünü aktaran bir roman. Yazar, bir mücevher güzelliğindeki...
- Babil Şifresi ~ Uwe Schomburg
Babil Şifresi
Uwe Schomburg
BİR İHANET VE CİNAYET GİRDABI TEHLİKELİ, HEYECAN VE GERİLİM DOLU, SOLUKSUZ BİR MACERA USTACA BİR KURGU, HEYECAN YÜKLÜ VE İNANILMAZ SÜREKLEYİCİ…. UWE SCHOMBURG BU...
- Kaçak Atlar ~ Yukio Mişima
Kaçak Atlar
Yukio Mişima
Bereket Denizi dörtlemesinin ikinci kitabı olan Kaçak Atlar, vatansever bir grubun hazırladığı ayaklanmayı anlatıyor. Değişen toplumsal düzenin kafa karışıklığı yarattığı ve siyasi otoriteye şiddet...