Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çalkantı ve Dalga
Çalkantı ve Dalga

Çalkantı ve Dalga

Ebubekir Eroğlu

Ebubekir Eroğlu´nun yeni kitabı Çalkantı ve Dalga, Modern Türk Şiirinin Doğası gibi çok önemli bir eserin sahibi, Türk şiirinin göz ardı edilmeyecek damarlarından biri…

Ebubekir Eroğlu´nun yeni kitabı Çalkantı ve Dalga, Modern Türk Şiirinin Doğası gibi çok önemli bir eserin sahibi, Türk şiirinin göz ardı edilmeyecek damarlarından biri olan bir şairin kaleminden çıkmış bir deneme kitabı. Derdi kendisini ve yaşadığı dünyayı okuyarak anlamlandırma olan bir yazarın, insanı ve yaşanan zamanı bir bütün halinde fotoğraflaması…

Kitap; tarihi inşa eden, var oluşumuzu idrak etmemizi kolaylaştıran iki dinamik etrafında şekillendiriyor: Dalga ile çalkantı. Eroğlu´nun dalga mecazı bir sürekliliğe, çalkantı ise güncelliğe işaret ediyor. Süreklilik ve güncelliğin karşılaştırılması, tartılmasından oluşan değil bir araya gelerek daha büyük bir tabloya, daha esaslı bir meseleye işaret ediyor. Ebubekir Eroğlu´nun motif motif büyürken bir bütünlüğe ulaşmayı gözeten bu eseri, okurun düşünce dünyasının çıtasını yukarı taşıyan bir tefekkürün ürünü.

Arka kapaktan:

“Bir şey yap! Niyetler ve tercihler, yapılan iş ile açığa çıktığı gibi, eriyip gitmemek, ayakta kalabilmek ve bozulmamak için günlük hayatta sınanmaya muhtaçtır.”

“Kimlik şimdilerde, “öteki” üzerinden aranmakta. Bu yöntemde, sorgulanan başkaları oluyor. Özellikle, kendini tanımak için nefis muhasebesine başvurmaktan kaçınan “modern insan beni”nin başkası üzerinden oluşturulması tercih ediliyor. İnsanın kendisi hakkında da “öteki” olarak düşünmesini zenginleştiren yöntemler ortaya çıktı. Gerçi insan kendisine öteki olarak bakarken en kritik yerlerde hoşgörü damarları açığa çıkar, affedici olur. Bu “öteki” kavramı, “ben” üzerine aşırı yük bindirmiş olmaktan, nefis muhasebesinin ötelendiği dünyada bir günah keçisini sürekli yanında bulundurmak ihtiyacından doğmuş olabilir mi?”

“Kim yönetecek? Soru budur, aslında. Atina demokrasisinden günümüze, mesele gücü kimin kullanacağında toplanmıştır. Tabii ki özne olarak insana önem veriliyor ve öznenin varlığı merkeze alınıyorsa.”

***

içindekiler

Birinci Bölüm
”Ben” Olmak / 15
TEKLİF / 15
İRÂDE / 27
BENİ BÜTÜNLEYEN ÖTEKİ / 37
NÂSIL VE NİÇİN? / 54

İkinci Bölüm
İnsan Olmak / 67
BİREY OLÂCÂK İKEN / 67
GEÇ KÂLÂN BİREY / 74
DOKUSU BULANIK BİREY / 81
MEDYÂ İ NSÂNI / 91

Üçüncü Bölüm
Olgun Olmak / 101
OLGUNLAŞMA / 101
ÖNE SÜRÜLENLER / 111
HENGÂME-İ FETRET GEÇİP GİDERSE / 119
İNSÂN OLGUNLUĞU / 126
BİR GÜNÜN DIŞINDA ÂRZU / 135

Dördüncü Bölüm
Algılanan Çevre / 145
MEKANİK DÜNYA / 145
DOĞAL DÜNYA / 153
İNSAN YAPIMI DÜNYA / 161
YARATILMIŞ DÜNYA / 170

Beşinci Bölüm
Asaletin Sahibi / 179
ASİLLER / 179

Altıncı Bölüm
Toplu Halde Geçinmek / 187
ÖZNE OLARAK i NSAN / 187
DEMOKRASİDE BİÇİM KAZANMA / 196
DEMOKRASİNİN ÇIKIŞ YERİ / 204
DEMOKRASİDE HAREKET VE DURAĞANLIK / 214
EKONOMİK DEMOKRASİ / 224

Yedinci Bölüm
Vicdanın Sınırında / 235
HUKUK; BİÇİMLERİNİ AŞTIKÇA / 235

Sekizinci Bölüm
Bozulan ve Kurulan Düzen / 259
İKİ HÜKMEDİCİ / 259
ZARAR HANESİ / 267
YAŞAM KALİTESİ / 276
YARIŞ DEVAM EDİYOR / 287
ZENGİNLİK VE KÜLTÜR / 294
BOŞ ZAMAN MERAKI / 300
KÜLTÜREL ERİME / 307

Dokuzuncu Bölüm
Altüst Oluş / 319
BİR ŞEY YAP / 319
PARÇALANMA / 326
YANLIŞ BİR YATIRIM / 335
TOPLUM DOKULARINI ÖNEMSEMEK / 344
ULUSLARARASI SES OLMAK / 348
SUÇSA BİZDEDİR / 356
MÜTEFERRİKA’NIN ESERİ / 362

Onuncu Bölüm
Ecinniler Ders Veriyor / 371
WALPURGIS GECESİ / 371
MEFİSTO NEREDE? / 377
SONUÇ OLARAK / 382

Giriş Yerine

Canlılığı anlatmak için yalın ve mükemmel bir hareketi seçmek zorunda kalsaydık; bulacağımız en iyi model nefes almak olabilirdi. Nefesin kendisini tam karşıtı olan duruma bakarak tanımlamayız. Çünkü nefessizliği önlemek arzusu değildir nefes almamıza yol açan. Nefes almanın yokluğu yaşamın dışında mümkün olabilir ancak. Nefes almakta olan kişi nefessiz bir varlık olarak düşünemez kendisini, nefesi sonsuza dek kesilmiş olan da nefes almanın ne demek olduğunu algılayacak bilinçten mahrumdur. Kısacası nefes ya vardır ya da yok. Buna mukabil, ister havanın bulduğu boşluklardan akciğerlerimize ağması, isterse bedenimizin bilinci bile işe karıştırmadan sahip olduğu çekim gücünün eseri olsun; devamlı olarak nefes alıp verdiğimizin farkına varıp bir anda heyecan duymak ile solumanın hiç farkında olmamak arasındaki ayrım canlı olduğumuzu hatırlatır bize. Tercihimiz, soluduğumuz havanın hiçbir engelle karşılaşmamasıdır.

Bir de soluduğumuz atmosfer var; nefes alan varlığımızı çevrelemekle kalmıyor, belleğimizi, imgelerin, biçimlerin, anlamla-nn dünyasını ve içinde bu dünyanın biçimlendiği dilimizi orada buluyoruz. İnsan, tek başına bir varlık olarak nefes alıp verişi ile toplumsal yapılanma içinde soluduğu atmosferin bütünlük taşımasını ister. Sahip olduğu kimliğin, bireyin rahatça nefes alıp verişini karşıladığı kabul edilirse, onu çevreleyen anlamlar dünyası da başkalarıyla birlikte soluduğu ve içinde yaşadığı toplumsal atmosfer sayılmalıdır. İnsan, engelsiz biçimde nefes almalı, kendisini çevreleyen atmosferdeki ilişkileri zahmetsiz olmalıdır.

İnsanoğlu için iki türlü nefes olduğu böylece belirlenmiş oluyor. Birisi bireyin içinde ve devinim halinde, diğeri çevresinde. “Çok uğraştın, gel bir nefes al!” dediğimiz kişiyi, her iki anlamda serbestçe soluyacağı bir atmosfere davet etmiş oluruz. Bu kişi, çağrımıza uyarak bir süre keyfince vakit geçirdiğinde, hem alıp verdiği nefesin sıklığı normale döner hem de kendisini çevreleyen manevi atmosferle kurduğu ilişki dengesini bulur.

Var oluşumuzun iki katmanda gözlemlenmesi mümkün: Nefes almak, sürekli, vazgeçilmez, dünya hallerine bakarak değişmez ve yaşadığımız sürece başkalaşmaz bir niteliktir. Bedenimizin parçası olmadığı halde varlığımıza dahildir, sıyırarak ayıramayız kendimizden, nefesimiz can taşımaya ve canlı oluşa ilişkindir. Bizi çevreleyen, sonuna son bulunamaz atmosfer var bir de; başkaları için dar bizim için kucaklanamaz ve sınırlarına ulaşılamaz olabilir. Soluduğumuz havayı barındırır bu atmosfer, toplumsallığa, birey olmaya adım attığımız, anlamsal olarak da içinde rahat etmek istediğimiz çevredir. Bu ortam, rahatça nefes almamızın teminat altında bulunduğu yer olmalıdır.

Eski şairlerin “leffüneşir” dedikleri ve şiirlerinde başvurduğu bir sanat var. Nefes, ses, söz ve anlam kelimelerinin sırasıyla dizildiği bir beyit ya da beyitler, bir dil uzluğunu ve anlam doluluğunu da taşıdıkları taktirde bu sanatın iyi bir örneğini verebilir. Hem de “düzenli leffüneşir” dememiz lâzım, çünkü kelime sıralaması olguların oluş sırasına denk geliyor burada. Nefes hiçbir engele takılmadan vücuda girer ve oradan çıkar, ses onun çıkışındadır. Bu ikisi insanın tekil varlığıyla, canlı haliyle ilgili. Nefes almak ve nefesin sesli olarak dışarı çıkması için başkalarının varlığı gerekmiyor, doğal varlık anlamında insan olmak yeterli oluyor. Sonraki iki kelimenin gelmesiyle birlikte, salt canlı oluşumuza, tekil varlığımıza toplumsallık ekleniyor, soluduğumuz atmosfer devreye giriyor. Söz ve anlam başkalarıyla birlikte oluşturduğumuz ve paylaştığımız atmosferin içindedir ve parçasıdır, dışlaşması başkalarının varlığıyla gerekçelenir, aldığımız nefesin de hareket ve var olma alanıdır.

Canlı olduğumuzun nihai belirtisi durumundaki nefes alma özgürlüğüne paha biçilmez, var ya da yok oluşumuz onunla kaimdir çünkü. Başkalarıyla aynı atmosferi paylaşmak, iletişim kurup anlaşacağımız anlamlar dünyasına birlikte sahip olmak ve soluduğumuz hava içinde özgürce barınmak da var oluşumuzun birer gösterenidir. Bu nedenle, toplumsallığa yazgılı bir varlık oluşumuz, salt canlı olmamız kadar önemli. İçinde yaşadığımız anlamlardan kurulu dünya, toplum olarak soluduğumuz atmosfer, yani “Kendi Gök Kubbemiz” yalnız bugünü değil, algıldığımız ölçüde bugünün içindeki tarihi de ihtiva eder. İnsanın özne olması, birey olması, insanlık içinde dört yanı belirgin bir tanıma kavuşmuş varolma halidir.

Bu kitap, (“Kısım” olarak ayrılmış) iki ana bölüm ve bir çıkma’dan oluşuyor. “Çıkma”, bütün süreçleri kapsayan ama son şekillenmeyle ortaya çıkmış toplu görünüme ilişkin nottur, esas olanın hareketine, düşlerine, aklına ve ruhuna ışık tutar; çıkma, derkenardır. Birey, kendiliğinden değil, imgelemi dolduran çok yönlü ilişkilerdeki gelişmenin eşliğinde oluşur ve her zaman göründüğünden ve hakkındaki tanımlardan daha karmaşıktır. Tanımak ve çözümlemek amacıyla pekçok bağlamda ele alınabilir bu karmaşık varlık. Bu bağlamda hiçbir yöntem, doğrudan müşahadenin yerini tutamaz. Bu kitapta, kimi bilgilere, ama aslında doğrudan müşahadenin imgelem üzerinde bıraktığı izlenimlere bağlı, “Dalga” ve “Çalkantı” olarak nitelenmesi uygun, iki süreçte serbestçe gezintiye çıktık:

Süreçlerden birine “Dalga” diyoruz. Uzak geçmişi tarih öncesine bağlanan bu süreç her bireyin oluşumuyla birlikte gerçeklik kazanıyor ve bireyin ölçüsüne göre yeni baştan biçimleniyor. İlk toplumlardan beri, içinde insanın oluştuğu ve insanlığın sürekli olarak etkisi altında bulunduğu büyük dalgada, var olma duygusu, akılla tartmadan önce duygu halinde algılanan bilinç, hayâl kurma, zihin, irade, kendilik bilinci, kimlik, ben-odaklılık, öteki, yaratıcının varlığını hissetmek, ona karşı sorumluluk, bütünüyle iç âlem ve imgelemin hazinesi katındaki her şey yer almaktadır. Nefes almakta özlü simgesini bulan süreç her canlıyı ilgilendiriyor, varlık algısı bu süreci algılamakla başlıyor.

“Çalkantı” olarak adlandırmayı uygun gördüğümüz süreç, esas itibariyle insana toplumsallığını odağa alarak yaklaştığımız ve tek başına insan varlığından ziyade bütün çeşitleriyle örgütlenmenin zihinleri meşgul ettiği süreçtir. İnsanlar arasında ortak ve kişisel imgelemi besleyen, zihinleri hem dolduran hem işgal eden bu sürece ilişkin değişkenler kitabın ikinci bölümünün başlıca konusu oldu. Demokrasi ve hukuk, bireyselden çok ortaklaşa nitelikleri ve gayrişahsi yapıları dolayısıyla burada ele aldığımız konulara bakışla biraz ayrıksı durabilir. Gerçekte, kendisine, içinde yaşadığı topluma ve imgelemini dolduran çevreye bakan her kişi bunların tümünü aynı çerçevede algılıyor ve kişiliğinin bölünmesini istemiyor. Birey, toplum geneline bakışla biricik olmakla yani kendini ayırma gereğiyle tanımlanabilir, ama bireyleşmenin bedelinin içinde yaşadığı düzene ve topluma karşı kıyasıya bir varolma mücadelesi olması herhalde normal bir durum sayılamaz. Toplum, birey olarak bireyin, kendisinin içinde gelişeceği ve olgunlaşacağı bir yapılanmayı niçin hedeflemesin, hukuku içselleştirmenin ve bir hukuk düzeni kurmanın özlemini niçin duymasın? Bireyler, “görünmek” ve “olmak” karşıtlığının esiri olmayacakları bir toplumu oluşturmak üzere, kendi vicdanlarından başlayarak niçin yola çıkmasın? İnsanın toplumsallığının ve bir arada geçinip gitmenin şartlarını oluşturma isteğinin devamlılığı karşısında, şahsi ve gayrişahsi yapılanmaların bir arada ele alınması uygundu. Toplumun esenliğini düşünürken insanın doğasından gelen iyiliğe sahip çıkan, ruhunun gücüyle ayakta duran ve özgürlüğüne özen gösterenlerin de bu kanıda olduğunu düşünüyorum.

Yakınlık ve sıcaklık ölmez ama kaybolur İnsan doğasının vahşi doğada kalmasıyla.

Ebubekir Eroğlu 15 Eylül 2008

Birinci Bölüm “Ben” Olmak

TEKLÎF 1

Dünyada olup bitenleri izlemek öğreticidir. Göz devamlı bakmada, kulak dinlemededir. Bakmanın ve dinlemenin gerçekten izlemeye dönüşmesi ve izlemenin öğretici niteliğinin belirginlik kazanması, görmeyi ve dinlemeyi bize sağlayan organların olağan işlevine bilincin eklenmesine bağlıdır. Gerçekte kendiliğinden oluyor bu eklenme. Gözün bakışına dahil olmakla onu nazar etmeye çeviren bilinç, dinleyen kulağı işitmeye aldığında, izleme isteğinin doğal sonuçlarından biri olan öğretici işlev ortaya çıkmış oluyor. Olgular hakkındaki genel bilgi sadece bilgiler zinciri olarak zihnimizin bir köşesinde yığılıp kalmaz; sahih meraklarımız bizi, olguların temelinde yatan ya da olguların bir bölümünün ortak noktalarında bulunan sabit bağlantılara yöneltir. Bilimde bu bağlantılar, kurallardır. Bilimde bulguların bilgisinden kurallara varılabilir. Olup bitenlerin izleyicisi olmak gizlice eğitir melekelerimizi.

Ama olup bitenler ve her türlü mevcut oluş, bize (bir şey öğrenme amacıyla onları izlemeksizin de) kendiliğinden bir şey iletiyor, bilincimizi besliyor. Şu dünyada varolmanın ya da insanın kendisini şu dünyada bir mevcudiyet olarak bulmasının söylediği bir şey vardır. Olaylara ilişkin bilgiyi hercümerçten ibaret gören biri bile kayıtsız kalamaz varoluşun söylediğine. Üstelik çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalması değişimden muaf tutmuyor kimseyi. Bir insanın kendisini özerklik kazanmış mevcudiyet olarak hissetmesi, varlıklar arasında bir biçimlenmeye görünürlük sağlamakla kalmayıp bilince anlam yüklüyor, onu bir teklifin muhatabı haline getiriyor. Yani insan var olmakla bir teklife muhatap olduğunu, şu dünyada olup bitenleri gözlemekle de anlıyor, hissediyor. Bu hissin uyanması, teklif konusunun biri tarafından dile getirilmesi şartına bağlı değildir, bilincin doğal işlevinin sonuçlarından biridir çünkü.

“Teklif” kelimesi ve teklif üzerinde odaklanmanın çağrıştırdıkları, bir zamanlar durup dururken zihnimi meşgul etti. “Külfet” ile akraba kavramlarla uzun süre uğraştım. Teklifin kendiliğinden, insana ağırlık yükleyen bir tarafı bulunmakta. Varoluşu başka varlıklar üzerinde tasarlayarak anlamaya çalıştığınız zaman bile, kendinizden başlayarak hissedersiniz. Yükün varlığını sadece hissetmek bile onu yüklenmek için yeterli olabiliyor. Yüklenmiş olmak bilincin bir niteliğidir, artık. Peki, yük nereden hasıl oluyor? Bu yük kimin üzerine bir ağırlık olarak gelebilir? Teklif, herkes için ağırlık getiriyor ise, bu ağırlığı hissedeni hissetmeyenden hangi değer hükmüyle ayıracağız? Görüntülerin söylediğini hiç üstüne almayan, kim olabilir? Ve yüklenmişlik duygusu, sonsuza kadar onları yoklamaz mı? En çok da teklifin bu, ağırlık getiren tarafıyla boğuşup durmuştur insanoğlunun zihni. Deyimin çıplak anlamına aykırı görünse bile diyebilirim ki; teklif bilinç katına yükselmeden, dile gelme arzusuyla dolup boşalmadan, dudaktan dökülen bir kelimelere dönüşmeden de sorumlu insanın zihninde “vird-i zeban” olmuştur.

Bir zamanlar diyorum; “Teklif” başlığını taşıyan şiiri yazınca-ya kadar zihnimin vird-i zebanı bir düşünce değil; yoğunlaşmış ve açıklık kazanmak isteyen bir duygu yumağı idi. Şiiri yazdıktan sonra duygu sönümlenmedi, yumağı çözüldü, uzayıp gittikçe zenginleşen bir düşünce zinciri çıktı içinden. Görüntülerin söylediğini olgular da söylemeye başladı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Başın Öne Eğilmesin; Sabahattin Ali´nin Romanı ~ Hıfzı TopuzBaşın Öne Eğilmesin; Sabahattin Ali´nin Romanı

    Başın Öne Eğilmesin; Sabahattin Ali´nin Romanı

    Hıfzı Topuz

    Asla başı öne eğilmedi Sabahattin Ali’nin. Düşüncelerini yapıtlarında ve gazete yazılarında yılmadan savundu… 41 yıllık kısa yaşamı boyunca Türk edebiyatının dünya dillerine çevrilen seçkin...

  2. Puro ~ Deniz GürsoyPuro

    Puro

    Deniz Gürsoy

    “Bu kitabı puro konusunda merakı olanlara rehber olması, bir ‘tanışma kitabı’ işlevi görmesi için yazdım, okuyup bitirince puro profesörü olamayacaksınız. Kitap tasarlanırken puroyu seven...

  3. 666 ~ Küçük İskender666

    666

    Küçük İskender

    Diriliğimizi nasıl yok edeceğimizi, duyarlılığımızı nasıl köreltebileceğimizi o kadar mükemmel öğreniyoruz ki, varolmaktan öte bir yokolmak kaygısı sarıyor ruhumuzu. İlk olarak 1994’te yılında basılan,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur