Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Carrie Günlükleri
Carrie Günlükleri

Carrie Günlükleri

Candace Bushnell

CARRIE BRADSHAW SİNEMALARDAN ÖNCE KİTAPÇILARDA!!! 4 HAZİRANDA SEX AND CITY 2 SİNEMALARDA!!! Carrie Günlükleri bizim kuşağın en ikonik karakterlerinden birinin ergenlik öyküsünü anlatıyor. Sex…

CARRIE BRADSHAW SİNEMALARDAN ÖNCE KİTAPÇILARDA!!! 4 HAZİRANDA SEX AND CITY 2 SİNEMALARDA!!!

Carrie Günlükleri bizim kuşağın en ikonik karakterlerinden birinin ergenlik öyküsünü anlatıyor. Sex and the City’den önce Carrie Bradsaw, daha fazlasını istediğini bilen küçük bir kasaba kızıydı. Hayata atılmaya hazır hissediyordu kendini. Ancak kolejdeki son senesiydi ve halletmesi gereken işler vardı.O güne kadar Carrie ve arkadaşları hiç ayrılmamıştı. Fakat Sebastian Kydd’ın gelişi her şeyi bozdu. Arkadaşlarından birinin ihaneti, Carrie’ye o güne kadar yaşadığı pek çok şeyi ve hayatı sorgulattı.

Unutulmaz karakterleriyle Carrie Günlükleri sıradan bir genç kızın nasıl olup da kendi hakkında düşünmeye başladığını ve sonunda sivri ve her şeyi gören bir yazara dönüştüğünü anlatıyor. Okuyucular Carrie’nin ailesiyle tanışacak, bir yazar olarak anlatıcı sesini bulmasına şahitlik edecek. Dahası ergenlik döneminde yaşadığı arkadaşlık ve ilişkilerin onda bıraktığı izleri takip edebilecekler. Cüretkar ve güçlü maceralar eşliğinde Carrie’yi yeni bir hayata başlayacağı, o çok sevdiği New York’a sürükleyenin ne olduğunu göreceğiz.

***

1. BÖLÜM

Başka Bir Gezegendeki Prenses

Diyorlar ki, yazları insanın başından bir sürü şey geçer.

Ya da geçmez.

Bugün lisedeki son senemizin ilk günü ve gördüğüm kadarıyla geçen yıl neysem oyum.

Kankam Lali de öyle.

“Bu sene erkek arkadaş edinmeliyiz,” dedi, abisinden kalan kırmızı kamyonetin kontağını çevirirken.

“Zırvalama.” Kapıyı açıp yan koltuğa kuruldum. Ge­çen yıl da aynı muhabbeti yapıyorduk ama olmamış­tı. “Şu erkek arkadaş olayına bir son versek?” Kitaplarımı arka koltuğa yığıp mektubu biyoloji kitabımın arası­na koydum. Herhalde orada kimseye zararı dokunmazdı. “Unuttun galiba, okuldaki oğlanların hepsini biliyoruz ve hiçbirinden hoşlanmıyoruz.”

“Doğru söylüyorsun,” dedi Lali, geri vitese takıp omzu­nun üstünden arkaya bakarak. Lali usta bir şofördü, hatta arkadaşlarım arasında en iyisiydi. Çünkü babası polisti ve Lali daha on iki yaşındayken acil durumlarda gerekebilir diye araba kullanmayı öğrenmesi için diretmişti.

“Yeni bir çocuk gelmiş,” dedi.

“Eee?” Son yeni çocuk’ her gün aynı kokuşmuş şeyleri giyen otçunun tekiydi.

“Jen P çok şeker olduğunu söylüyor.”

“Yok ya?” Kokoş Jen P, altıncı sınıftaki Donny Osmond Fan Kulübü’nün başkanıydı. “Sahiden o kadar şe­kerse Donna LaDonna onu hayatta kaçırmaz.”

“Çok tuhaf bir adı var,” dedi Lali. “Sebastian bir şey. Sebastian Klein mıydı?”

“Sebastian Kydd mı?” diye sordum, nefes nefese.

“Ah! Evet,” diye bağırdı Lali okulun otoparkına girer­ken. Sonra merakla bana baktı. “Onu tanıyor musun?” Elimi kapının koluna atıp duraksadım.

Kalbim neredeyse yerinden fırlayacaktı. Dayanamayıp ağzımdan kaçıracağımdan korkuyordum.

Neyse ki kafamı iki yana sallamayı becerebildim. Okulun kapısına geldiğimizde Lali çizmelerimi farket- ti. Bir çift beyaz rugan çizme. Bir tanesinin ön kısmında minik bir çatlak vardı ama olsun. Bunlar 70’li yıllardan kalma orijinal çizmelerdi ve tahminimce benden daha il­ginç bir yaşamları olmuştu. “Bradley,” dedi ayaklarıma ba­kıp küçümsercesine dudak bükerek. “En yakın arkadaşın olarak okuldaki son senemizin ilk gününde bu çizmeleri giymene izin veremem.”

“Çok geç,” dedim neşeyle. “Birilerinin burayı sallama­sının zamanı geldi de geçiyor ayrıca.”

“Sakın beni de değiştirmeye kalkma bebeğim.” Lali do­labına gitmeden önce işaret parmağıyla başparmağını kal­dırarak elini tabanca gibi yaptı ve parmağının ucunu öptü.

“iyi şanslar, Melek,” dedim. Değişmek mi? Hıh. Bir şe­yin değiştiği yoktu. Hele o mektuptan sonra.

Sayın Bayan Bradshaw , diye başlıyordu.

New School’un yazın düzenlenecek ileri seviye yazar­lık seminerine yaptığınız başvuru için teşekkür ederiz. Hi­kayeleriniz yaratıcılık ve gelecek vaat ediyor, ancak şimdi­lik sizi programımıza dahil edemeyeceğimizi üzülerek bil­diririz.

Bu mektubu önceki salı almıştım ve emin olmak için en az on beş kez okumuş, sonra kendimi yatağa atma ihtiyacı duymuştum. Çok yetenekli olduğumu falan sanmıyorum ama hayatımda ilk kez böyle bir şey ummuştum.

Mektuptan kimseye bahsetmemiştim. Hatta babam dahil hiç kimseye New School’a başvurduğumu çıtlatmamıştım. O, Brown’da okumuştu ve benim de oraya gide­ceğimi ümit ediyor, iyi bir bilim adamı olacağımı düşü­nüyordu. Nasılsa, bilim adamlığını beceremezsem biyolo­ji okuyup böceklerin hayatını araştırabilirdim.

Koridoru yarıladığımda Castlebury nin altın çifti, Cynthia Viande’yle Timmy Brewster’ı gördüm. Timmy kafası çalışan bir tip olmasa da basket takımının gözbebeğiydi. Cynthia’ysa balo komitesinin başkanı ve Ulusal Onur Topluluğu üyesiydi. Üstelik daha on yaşındayken bütün kız izci takımı rozetlerini almayı başarmıştı. Timmy’yle üç yıldır çıkıyorlardı. Onları fazla takmazdım ama soyadım alfabetik olarak Timmy’ninkinden hemen önce geldiği için dolabım önünkine bitişikti ve ne zaman konferans salonunda toplansak yanında oturmak zorunda kalıyordum. Bu yüzden Cynthia’yla ikisini görmediğim tek bir günüm olmamıştı.

Cynthia, “Sakın bugünkü toplantıda surat asayım deme,” diye azarladı Timmy’yi. “Bugün benim için çok önemli. Biliyorsun cumartesi de babamın akşam yemeği daveti var.”

“Ya benim partim ne olacak?” diye karşı çıktı Timmy.

Cynthia hemen lafını yapıştırdı. “Sen de partini cuma akşamı yap.”

Belki Cindy’nin içinde de gerçek bir insan vardı ama ben onu henüz görememiştim.

Dolabımın kapağını açarken Cynthia birden kafasını kaldırıp beni gördü. Timmy, kim olduğumu hala bilmiyormuşçasına boş boş bakıyordu. Ama Cynthia böyle yap­mayacak kadar iyi yetiştirilmiş bir kızdı. “Merhaba, Carrie,” dedi, on yedi değil de otuz yaşındaymış gibi.

Değişmek mi? Bu küçük kasabadan kurtulmak müm­kün müydü?

“Cehennem okuluna hoş geldin,” dedi arkamdan alay­cı bir ses.

Bu, Walt’tu. Diğer kankam, Maggie’nin erkek arkada­şı. Walt’la Maggie iki yıldır çıkıyordu ve genelde üçümüz beraber takılırdık. Belki kulağa biraz tuhaf gelebilir ama Walt benim için kızlardan biri gibiydi.

“Walt,” dedi Cynthia. “İşte, aradığım adam.”

“Derdin beni balo komitesine .sokmaksa cevabım net. Hayır!”

Cynthia, Walt’un esprisini duymazdan geldi. “Sebasti­an Kydd’ı soracaktım. Gerçekten Castlebury’ye dönüyor muymuş?”

Gene mi?Tüm sinir uçlarım Noel ağacı gibi kızarıverdi.

“Doreen öyle söylüyor.” Walt, umrumda değil gibisin­den omuz silkti. Doreen, Walt’un annesi ve Castlebury Lisesi’nin rehber öğretmeniydi. Her şeyi bildiğini iddia eder ve tüm bunları Walt’la paylaşırdı.

“Duyduğuma göre okuduğu özel okuldan atılmış. Hem de hap satmaktan dolayı,” dedi Cynthia. “Önümüzde bir sorun varsa bunu bilmem gerek.”

“Hiçbir fikrim yok,” dedi Walt sahte bir sırıtışla. Walt, Cynthia’yla Timmy’ye en az benim kadar sinir olurdu.

“Nasıl haplarmış bunlar?” diye sordum Walt la yürür­ken. Aslında ilgilenmiyormuş da laf olsun diye soruyormuşum gibisinden rahat davranmaya çalışıyordum.

“Ne bileyim? Ağrı kesici falan.”

“ Valley of Dollsı’taki gibi mi?”1 Valley of Dollsı ve  akıl has­talıkları üzerine bir kitabı olan DSM-III en sevdiğim ki­taplardandı. (Valley of Dolls. Jacqueline Susann’ın 1966 tarihli romanı. 1967 de filme uyar­lanmış, 1981 ve 1994 senelerinde ise TV dizisi olarak gösterilmiştir. Eser, daha iyi bir hayat için New York’a gelen üç kadının hikayesini anlatır.)

“Hapları kimden alıyormuş?”

“Of, bilmiyorum, Carrie,” dedi Walt bezgin bir tavırla. “Belki annesindendir.”

“Hiç sanmam.” Sebastian Kydd’la tek karşılamamızı aklımdan çıkarmaya çalışmıştım ama nafile.

On iki yaşındaydım ve tuhaf bir dönemden geçiyor­dum. Bacaklarım çok sıska, göğüslerim tahta gibiydi. İki kocaman sivilcem ve kıvır kıvır saçlarım vardı. Kedi gözlüğümü takmış, koltuğumun altına Mary Gordon Howard’ın “Ya Ben?” adlı kitabını sıkıştırmıştım. Kita­bın sayfalarının çoğu kıvrıktı. O aralar feminizme takmış­tım. Annem Kyddların mutfağını değiştiriyordu ve tadila­tın nasıl gittiğine bakmak için evlerine uğramıştık. Birden kapıda Sebastian belirince ben tamamen sebepsiz yere ve damdan düşer gibi, “Mary Gordon Howard cinsel ilişkile­rin pek çok biçiminin tecavüz olarak nitelendirilebileceği­ni düşünüyor,” demiştim.

Kısa bir sessizlik olmuş, sonra Bayan Kydd gülümsemişti. Yazın son günleri olduğu için pembe ve yeşil renkli şortundan görünen bacakları bronzdu. Gözlerinde beyaz far, dudaklarında pembe ruj vardı. Annem daima Bayan Kydd’ın çok güzel olduğunu söylerdi. “Umarım evlendi­ğinde bu konuda farklı düşünürsün.”

“Ah, ben evlenmeyi planlamıyorum. Evlilik fahişeliğin yasal biçimidir.”

“Aman Tanrım.” Bayan Kydd gülmüş ve verandada du­raksayan Sebastian, “Ben dışarı çıkıyorum,” demişti.

“Yine mi?” diye sormuştu annesi öfkeyle. “Ama Bradshawlar daha yeni geldi.”

Sebastian omzunu silkinişti. “Bobby’yle bateri çalacağız biraz.”

Ağzım beş karış açık arkasından bakakalmıştım. Belli ki Mary Gordon Howard, Sebastian Kydd gibi biriyle hiç tanışmamıştı.

Tam manasıyla, ilk görüşte aşktı.

Konferans salonunda defteriyle önündeki çocuğun kafasına vuran Timmy Brewster’ın yanma oturdum. Koltukların arasında dolanıp duran kız önüne gelene, Yanında tampon var mı, diye soruyordu. Arkamdaki iki kızsa hararetle Sebastian Kydd hakkında fısıldaşmakla meşguldü. Anlaşılan kötü şöhreti giderek yayılıyordu. “Hapse girdiğini söylüyorlar.”

“Ailesi tüm parasını kaybetmiş.”

“Hiçbir kız ona üç haftadan fazla dayanamıyormuş.” Cynthia Viande’nin salak bir yaratık, ne bileyim, tuhaf bir kuş cinsi olduğunu hayal ederek Sebastian Kydd’ı ak­lımdan çıkarmaya çalıştım. Yaşam alanı, kendisini var edebildiği her yerdi. Tüyler, tüvit etek, beyaz gömlek, kaşmir süveter, kısa topuklu iskarpinler ve muhtemelen gerçek bir dizi inciydi. Kağıtlarını elden ele geçirip eteğini çekiştirdi­ğine göre biraz gergin olmalıydı. Kesin ben de olurdum. Olmak istemezdim ama olurdum. Ellerim titrerdi, sesim fare gibi vıyk vıyk çıkardı ve sonra da durumu kontrol ede­mediğim için kendimden nefret ederdim.

Müdür Jordan mikrofona yaklaşıp derslere geç kalma­mamız konusunda sıkıcı bir uyarı yaptıktan sonra yeni sistemi anlattı. Ardından Bayan Smidgens okul gazete­miz The Nutmeg in yeni muhabirler aradığını ve bu hafta­ki sayıda, kafeteryadaki yemekler hakkında tüm inançla­rı kökünden sarsacak bir hikaye olduğunu söyledi. Ve ni­hayet mikrofonun başına Cynthia geçti. “Bu hayatlarımı­zın en önemli yılı. Hepimiz bir uçurumun kenarındayız. Dokuz ay sonra yaşamlarımız büyük oranda değişmiş ola­cak,” dedi, Winston Churchill ya da onun gibi biri eda­sıyla. Tamtek korkmamız gereken korkunun kendisidir, de­mesini beklerken devam etti. “Dolayısıyla bu yılın her anı unutulmaz olacaktır.”

Birden Cynthia’nın suratında sıkıntılı bir ifade belirin­ce tüm gözler konferans salonunun ortasına döndü.

Donna LaDonna koltukların arasındaki merdivenden iniyordu. Tıpkı bir gelin gibi giyinmişti. Zarif bir platin zincirin ucuna asılı pırlantalı minik haçı, V yakalı beyaz elbisesinin derin dekoltesinden görünen göğüslerini vur­guluyordu. Süt beyaz teni pürüzsüzdü. Gümüş bilezikle­ri kolunun her hareketinde şıngırdıyordu. Herkes sus pus olmuştu.

Cynthia Viande mikrofona eğildi. “Merhaba Donna. Zamanında yetişebildiğine sevindim.”

Donna, “Teşekkürler,” deyip bir kraliçe edasıyla yeri­ne oturdu.

Salondan gülüşmeler yükseldi.

Donna kafasını hafifçe sallayıp elini havaya kaldı­rarak Cynthia’ya devam etmesini işaret etti. Donna’yla Cynthia’nınki çok tuhaf bir arkadaşlıktı. Anlatması zor. Hani aynı statüye sahip olduğunu düşünen ama gerçekte birbirinden hoşlanmayan kızlar vardır ya, işte aynen öy­leydiler.

“Dediğim gibi,” diye başladı Cynthia kalabalığın dik­katini çekebilmek için, “bu yılın her anını sonsuza dek hatırlayacağız.” Salonun arkasındaki camlı odada bekle­yen adama işaret çakınca hoparlörlerden ‘Anılar’ adlı şar­kı yükseldi.

İnleyerek yüzümü defterime gömüp herkesle birlikte deli gibi kıkırdamaya başladım. Ama birden aklıma mek­tup geldi ve yeniden umutsuzluğa kapıldım.

Ne zaman hüzünlensem kendime şu ufaklığın söyledi­ğini hatırlatırdım. Kızın acayip sağlam bir karakteri var­dı, çirkin ama bir o kadar sevimliydi. Ve kendisi de bu­nun farkındaydı. “Carrie?” demişti, “ya ben başka bir ge­zegenin prensesiysem ve bu gezegendeki kimse bunu bil­miyorsa?”

Sorduğu soru her zaman aklımın bir köşesinde durur­du. Ne kadar gerçekçiydi, öyle değil mi? Burada ne ol­duğumuzun önemi yoktu. Belki başka bir yerde prenses­tik. Ya da yazar. Ya da bilim adamı. Ya da devlet başkanı. Ya da başkalarının olamayacağımızı söylediği her ne var­sa oyduk.

2. BÖLÜM

Matematik İnsanları

“Kim integral hesabıyla diferansiyel hesabı arasındaki farkı biliyor?”

Andrew Zion hemen elini kaldırdı. “Diferansiyelleri nasıl kullandığımızla ilgili bir şey değil mi?”

“Yaklaştın,” dedi öğretmenimiz Bay Douglas. “Başka fikri olan?”

Fare elini kaldırdı. “Diferansiyel hesap, fonksiyon veya fonksiyonların bir ya da birden çok değişkene göre türev­lerini ilişkilendiren denklemlerdir. Öte yandan integral hesap, fonksiyonun türevinin tersi olan bir fonksiyon elde edilmesini sağlar.”

Vay be, diye düşündüm. Fare bunu nereden biliyor“?

Bu konuyu hayatta çakozlayamayacaktım ve ilk kez ma­tematik beni yarı yolda bırakacaktı. Oysa çocukluğumdan beri matematik bana en kolay gelen ders olmuştu. Ödevle­rimi kendi başıma yapıp doğru düzgün çalışmadan sınav­lardan geçerdim. Ama şimdi paçayı kurtarmak için epey kafa patlatmam gerekecekti.

Tam oturmuş bu konunun altından nasıl kalkacağı­mı düşünürken kapı çalındı ve Sebastian Kydd içeri girdi. Eski püskü polo yaka bir tişört giymişti. Kahverengi göz­leri, uzun kirpikleri vardı. Saçları deniz ve güneşin etkisiy­le iyice açılıp bal rengine dönmüştü. Burnu, sanki kavga­da yumruk yemiş ve bir daha düzgün kaynayamamış gibi hafif eğriydi. Bu minik kusur onu bebek yüzlü olmaktan kurtarmıştı.

“Ah, Bay Kydd!” dedi Bay Douglas. “Ben de nerede kaldığınızı merak etmeye başlamıştım.”

Sebastian soğukkanlı bir tavırla öğretmenin gözlerinin içine baktı. “Derse girmeden önce halletmem gereken bazı işlerim vardı.”

Yanağıma dayadığım elimi hafifçe indirerek ona kaça­mak bir bakış fırlattım ve şöyle düşündüm. İşte, gerçekten bambaşka bir gezegenden gelen biri. Üzerinde yaşayan tüm insanların muhteşem fizikleri ve harika saçları olan bir ge­zegenden.

“Lütfen oturun.”

Sebastian’ın gözleri sınıfı tararken bana takılıp kaldı. 70’lerden kalma beyaz çizmelerimi, açık mavi ekoseli ete­ğimi ve kolsuz balıkçı kazağımı süzdükten sonra alev alev yanan suratıma baktı. Dudaklarının kenarı alayla büküldü ve yine o aldırmaz tavırlarını takınana dek kısacık bir an için bocaladı. Sonra arka sıralardan birine gidip oturdu.

“Carrie,” dedi Bay Douglas. “Temel hareket denklemi­ni söyleyebilir misin?”

Tanrı’ya şükür, geçen yıl denklemleri öğrenmiştik. Ro­bot gibi anlatmaya başladım. “Beş X çarpı on Y eksi genel­de N olarak bilinen rastgele bir tamsayı.”

“Doğru,” dedi Bay Douglas ve denklemi tahtaya yazıp gözlerini Sebastian’a dikti.

Kalp atışlarımın duyulmasını engellemek için elimi göğsüme bastırmıştım artık.

“Bay Kydd?” dedi, “acaba bana bu denklemin neyi temsil ettiğini söyleyebilir misiniz?”

Ani bir kararla utangaçlığı bir kenara bırakıp arkama döndüm.

Sebastian iskemlesine dayanmış, kalemini matematik kitabına vuruyordu. Gergin gülümseyişine bakılacak olur­sa ya cevabı bilmiyor, ya birinin ona böylesine aptalca bir soru sorabileceğine inanmak istemiyordu. “Sonsuzluğu ifade ediyor, efendim. Ancak bir kara delikte bulabileceği­niz türden bir sonsuzluğu.”

Sonra bana bakıp göz kırptı.

Vay canına! Kara delik, ha? Zaten o bakışlara başka ne isim verilebilirdi ki?

“Sebastian Kydd matematik sınıfımda,” diye fısıldadım, yemekhane sırasında Walt’un arkasına geçerek.

“Of, Carrie,” dedi Walt, gözlerini devirerek, “bari sen yapma. Okuldaki bütün kızlar Sebastian Kydddan sözediyor ve buna Maggie de dahil.”

Yemekte okulumuzun geleneksel pizzası vardı. Artık ne tip bir gizli tarifle yapılıyorsa tadı tıpkı kusmuk gibiydi. Üst üste duran tepsilerden birini çekip elmayla bir dilim limonlu turta aldım.

“Ama Maggie seninle çıkıyor.”

“Haklısın, ona bunu hatırlatsan iyi edersin.”

Her zamanki masamıza doğru yürüdük. Yemekhane­nin diğer tarafında, meşrubat otomatlarının yanında oku­lun burnu havada tipleri oturuyordu. Son sınıfta olduğu­muz için onların yakınındaki bir masaya el koyabilirdik. Ama Walt’la uzun zaman önce lisenin tıpkı Hindistan gibi olduğuna karar vermiştik. Burası kast sistemine kusursuz bir örnekti ve masamızı değiştirerek bunun bir parçası ol­mamaya yeminliydik. Ne yazık ki kimse bunun farkında değildi.

Çok geçmeden Fare yanımıza geldi. Walt’la asla on­lar kadar iyi kıvıramadığım Latince hakkında konuşmaya başladılar. Sonra Maggie de bize katıldı. Maggie’yle Fare arkadaştı ama Fare, Maggie’yi aşırı duygusal bulduğu için ona fazla yaklaşmamayı tercih ederdi. Haklıydı kendince. Bense abartılı duygusal tipleri son derece ilginç buluyor­dum çünkü bunun insanı kendi sorunlarından uzaklaştır­dığını saptamıştım. Maggie yine gözyaşlarına boğulmanın eşiğindeydi.

“Biraz önce yine revire çağrıldım. Hemşire ne dese be­ğenirsiniz? Kazağım vücut hatlarımı çok belli ediyormuş.” “İnsafsızlık etmiş,” dedim.

“Ne hale geldiğimi tahmin edersin herhalde?” dedi Maggie, Walt’la Fare’nin arasına sıkışırken. “Sırf laf sok­mak için yaptı. Ona okulda belirli bir kıyafet yönetmeliği olmadığını ve herkesin istediğini giyebileceğini söyledim.” Fare benimle göz göze gelince kıs kıs güldü. Muhteme­len aynı şeyi hatırlamıştık. Maggie bir keresinde kız izci ta­kımı üniforması çok kısa bulunduğu için eve yollanmış­tı. Tamam, bu dediğim yedi yıl önce olmuştu ama bizimki kadar küçük bir kasabada yaşıyorsanız böyle olayları asla unutmazsınız.

“Eee, hemşire ne dedi?” diye sordum.

“Bu seferlik beni eve yollamayacağını ama bir daha beni bu kazakla görürse uzaklaştırma alacağımı…”

“Vay kaltak.”

“Bir kazak yüzünden ayrımcılık yapıyor, ha?”

“Ah, belki de onu okul idaresine şikayet etmeliyiz,” dedi Fare. “Okuldan atılsın da aklı başına gelsin, di mi ama?” Bunu alay etmek için mi söylemişti bilmiyorum ama ses tonu iğneleyiciydi. Maggie durur mu, hemen gözyaş­larına boğulup kızlar tuvaletine doğru koştu.

Walt bize baktı. “Evet, siz sürtüklerden hangisi peşin­den gitmek ister?”

“Onu üzecek bir şey mi söyledim?” diye sordu Fare, masum bir ifadeyle.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yaz ve Şehir ~ Candace BushnellYaz ve Şehir

    Yaz ve Şehir

    Candace Bushnell

    Yaz, New Yorkun en büyülü zamandır! Ve Carrie de bu şehirdeki her şeye aşık. Etrafındaki uçuk karakterlere, vintage kıyafetler satan butiklere, çılgın partilere ve...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Boris Godunov ~ Aleksandr PuşkinBoris Godunov

    Boris Godunov

    Aleksandr Puşkin

    VOROTİNSKİ Şehrin güvenliğini sağlamayı ikimize yüklediler, Ama sanırım tek kişi bile bulamayız gözetecek: Moskova bomboş. Bütün halk Patriğin ardından manastıra gitti. Sen ne dersin bu işe; ne zaman bitecek bu bela?

  2. Üç Öykü ~ Gustave FlaubertÜç Öykü

    Üç Öykü

    Gustave Flaubert

    Üç Öykü, Gustave Flaubert’in yalnızlık, şüphe, aşk temalarına odaklandığı “Saf Bir Yürek”, “Konuksever Aziz Julien Söylencesi” ve “Herodias” adlı öykülerinden oluşuyor. Daha ilk yayımlandığında...

  3. Beyaz Gemi ~ Cengiz AytmatovBeyaz Gemi

    Beyaz Gemi

    Cengiz Aytmatov

      Cengiz Aytmatov’un insanı ve insanın duygu ve düşüncelerini dede-torun, masal-gerçek arasında kurduğu dramatik çerçevede ele alan ve tahlil eden şâheser bir hikayesidir beyaz...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur