Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yaz ve Şehir
Yaz ve Şehir

Yaz ve Şehir

Candace Bushnell

Yaz, New Yorkun en büyülü zamandır! Ve Carrie de bu şehirdeki her şeye aşık. Etrafındaki uçuk karakterlere, vintage kıyafetler satan butiklere, çılgın partilere ve…

Yaz, New Yorkun en büyülü zamandır! Ve Carrie de bu şehirdeki her şeye aşık. Etrafındaki uçuk karakterlere, vintage kıyafetler satan butiklere, çılgın partilere ve ayaklarını yerden kesen o çekici adama. En harikası da nihayet gerçek bir yazarlık kursunda, hayallerini gerçekleştirmeye doğru ilk adımlarını atıyor. Carrie Günlüklerinin devamı niteliğindeki bu macerada Carrienin Büyük Elmada yolunu bulmayı öğrenişine şahit oluyoruz. Samantha Jonesun deyişiyle, bir Kasaba Serçesinden her zaman olmak istediği o insana dönüşüyor Carrie. Ama geçmişiyle geleceğini uzlaştırmak hiç kolay değil ve o da, New Yorkun hayalinden çok daha zor bir aşk olduğunu fark etmekte gecikmiyor. Candace Bushnell, zekası ve ışıltılı mizah anlayışıyla, Carrienin Samantha ve Mirandayla tanışmasının, küçük bir kasaba kızından New Yorkun en unutulmaz ikonlarından Carrie Bradshawa dönüşmesinin karşı konulmaz hikayesini anlatıyor.
***

1. KISIM

Acemi Şansı

Samantha önce benden ayakkabısını bulmamı istiyor. Onu lavaboda tespit ettiğimde beni bir partiye davet ediyor.

“Sen de gelebilirsin. Gördüğüm kadarıyla gidecek bir yerin yok ve bugün hiç bebek bakıcılığı havamda değilim.”

“Ben bebek sayılmam.”

“Tamam. Bir serçesin. İkisi aynı kapıya çıkar,” diyor yeşil, likralı korse bir elbiseye sığmak için kıvrılıp büküle­rek. Sonra sutyenini düzeltiyor. “Zaten soyulmuşsun. Bir de pezevengin teki tarafından kaçırılırsan, bunun vebalini taşıyamam.”

Dönüp kıyafetimi süzüyor. Birkaç saat önce pek şık bulduğum lacivert gabardin pantolon-etek, ceket takımı. “Bir tek bu mu var?”

“Bir de 60 lardan kalma siyah bir kokteyl elbisesi.”

“Onu giy. Ve bunları tak.” Bana altın camlı bir pilot gözlüğü fırlatıyor. “Normal görünmeni sağlar.”

Peşine takılırken normalin ne demek olduğunu sormu­yorum ve beş kat merdiveni topuk tıkırtıları eşliğinde inip sokağa çıkıyoruz.

“Birinci kural,” diyor trafiğe adım attığımızda. “Her zaman nereye gideceğini biliyormuş gibi görün. Bilmesen bile.”

Karşıdan karşıya geçerken elini kaldırıyor ve bir araba acı bir fren sesiyle duruyor. “Daha hızlı hareket et.” Ara­banın kaputuna bir tane patlatıp şoföre işaret çekiyor. “Ve daima koşabileceğin ayakkabılar giy.”

Yedinci Cadde’deki engelleri bir bir aşarak peşinden koşuyorum ve karşıya geçtiğimde kara diye yeri öpecek vaziyetteyim!

“Tanrı aşkına, şu platformlara bak! Çok demode,” di­yor Samantha ayaklarıma aşağılayıcı bir bakış fırlatarak.

“İlk platform topuklu sandaleti Ferragamo’nun genç Judy Garland için tasarladığım biliyor muydun?”

“Sen bunu nereden biliyorsun?”

“Ben bir gereksiz bilgi deryasıyım.”

“O halde bu partide yabancılık çekmeyeceksin.” “Partiyi kim veriyor demiştin?” diye bağırıyorum trafik gürültüsünde duyulabilmek için.

“David Ross. Broadway yönetmeni.”

“Bula bula pazarı mı bulmuş? Üstelik öğleden sonra dörtte.” Bu sırada bir sosisli arabasını sollayıp battaniyelerle dolu bir market arabasıyla annesinin tasmayla gezdirdiği bir çocuğu başarıyla atlatıyorum.

“Bu bir çay dansı.”

Ciddi mi emin olamıyorum. “Yani çay mı ikram ede­cekler?”

Gülüyor. “Sence?”

Parti, kaldırım taşlı bir sokağın sonundaki loş, pembe bir evde. Binaların arasındaki çatlaktan güneş ışığı altında kahverengi pırıltılar saçan nehri görebiliyorum.

“David acayip uçuktur,” diye uyarıyor Samantha. Taş­radan yeni gelen birinin uçukluğu hoş karşılamayacağını düşünmüş olmalı. “Geçen partisinde biri minyatür bir at getirdi ve hayvan Aubusson kiliminin üzerine sıçtı.”

At hakkında daha çok şey öğrenmek için Aubusson kiliminin ne olduğunu biliyormuş gibi davranıyorum. “Onu neyle getirdiler?”

“Taksi,” diyor Samantha kayıtsızca. “Çok küçük bir attı.”

Duraksıyorum. “Arkadaşın David buna aldırmaz, uma­rım. Yani beni getirmene?”

“Minyatür bir atı sorun etmiyorsa, seni neden etsin? Tabii bayık ya da gerizekalı olmadığın sürece.”

“Bayık olabilirim ama gerizekalı değilim.”

“Ve şu küçük kasaba kızı olayı var ya? Unut gitsin,” diyor. “New York’ta tezgahçı olacaksın.”

“Tezgahçı?”

“Sahtekar. Kendini şişireceksin. Bolca abartacaksın.” Bu sırada kapıya geldik. Ev dört katlı ve mavi kapı da­vetkarca açıldığında içerideki rengarenk dalgalanma gözler önüne seriliyor. Tıpkı bir müzikal gibi. Heyecandan içim titriyor. Kolay mı? Bu kapıyla başka bir dünyaya adım atı­yorum.

İçeri girerken siyah bir mermer kadar parlak bir adam, elinde şampanya şişesi, diğerinde sigarayla yanımıza koşu­yor. “Samantha!”

“Davide,” diye bağırıyor Samantha adamın ismine Fransızvari bir aksan katarak.

“Ve sen kimsin?” diye soruyor adam beni dostça bir merakla süzerek.

“Carrie Bradshaw, bayım.” Elimi uzatıyorum.

“Ne hoş,” diye cıyaklıyor. “Kısa pantolonlu günlerim­den beri kimse bana bayım diye hitap etmemişti. Gerçi ben kısa pantolon giymezdim ya neyse. Bunca zamandır bu şeker kızı nerede saklıyordun bakayım?”

“Onu kapımda buldum.”

“Yoksa Musa gibi bir sepette mi geldin?”

“Hayır, tren,” diyorum.

“Seni Zümrüt Kent’e getiren nedir?”

“Ah!” Gülümsüyor ve Samantha’nın tavsiyesine uyup hemen şakıyorum. “Ünlü bir yazar olacağım.”

“Kenton gibi!” diye bağırıyor.

“Kenton James mi?” diye soruyorum heyecandan nefes nefese.

“Başka Kenton var mı? Buralarda bir yerde olmalı. Eğer içerde kaniş sesli ufacık bir adama takılıp düşersen onu buldun demektir.”

Sonraki an bir bakıyorum David Ross karşıdaki salonu yarılamış, Samantha tuhaf bir adamın kucağında oturuyor.

“Buradayım.” Kanepeden el sallıyor.

Beyaz tulumlu bir kadının yanından geçiyorum. “Gali­ba ilk Halston’ımı gördüm!”

“Halston burada mı?” diye soruyor Samantha.

Halston ve Kenton James’le aynı partideysem ölürüm. “Yok, tulumu diyorum”

“Ah, tulum,” diyor altındaki adama abartılı bir heye­canla. Görebildiğim kadarıyla adam bronz ve sportif bir tip. Gömleğinin kolları dirseklerine kadar sıvalı.

“Beni öldürüyorsun,” diyor Samantha’ya.

“Bu, Carrie Bradshaw,” diye tanıtıyor Samantha beni. “Ünlü bir yazar olacak.” Bunu gerçeğin ta kendisiymiş gibi söylüyor.

“Selam, ünlü yazar.” Adam elini uzatıyor. Parmakları ince, bronz ve parlak.

“Bu da, Bernard. Geçen yıl yattığım şapşal,” diye dalga geçiyor Samantha.

“Amacım kemerindeki başka bir çentik olmak değildi,” diyor Bernard kelimeleri yaya yaya.

“Artık çentik atmıyorum. Yoksa bilmiyor musun?” Sa­mantha sol elini uzatıyor. Yüzük parmağında devasa bir tektaş var. “Nişanlandım.”

Sonra Bernard’ın koyu renk saçlı kafasının tepesini öpüp etrafına bakınıyor. “Buraya bir içki almak için kimin kıçını tokatlamalıyım?”

“Ben alırım,” diye atılıyor Bernard. Ayağa kalkıyor ve bir an geleceğimin kapılarının aralandığını görür gibi olu­yorum.

“Hadi bakalım, ünlü yazar. Yanımdan ayrılmasan iyi edersin. Buradaki tek aklı başında adam benim.” Ellerini omuzlarıma koyup beni kalabalığa yönlendiriyor.

Arkamı dönüp Samantha’ya bakıyorum ama o gülüm­seyip el sallamakla yetiniyor. Bu sırada o dev taş, güneşin son ışıklarında göz kamaştırıcı parıltılar saçıyor. Nasıl oldu da öyle bir yüzüğü daha önce fark edemedim?

Sanırım diğer şeyleri fark etmekle fazla meşguldüm.

Bernard gibi. Uzun boylu, koyu renk düz saçlı. Büyük, kemerli bir burnu var. Ela yeşil gözleriyle yüzünün ifadesi her an değişiyor, bazen kederli, bazen çok neşeli görünü­yor. Sanki onu zıt tarafa çeken iki farklı karaktere sahip.

Benimle neden ilgilendiğini anlamamakla beraber bü­yülenmiş gibiyim, insanlar yanımıza gelip onu tebrik edi­yor, bu sırada sağdan soldan gelen bölük pörçük konuşma­lar kafamın etrafında karahindiba topakları gibi uçuşuyor.

“Asla vazgeçmiyorsun, di mi?”

“Crispin onu tanıyor ve ödü patlıyor.

“Sonra dedim ki, neden cümleleri analiz etmeyi dene­miyorsun…”

“İğrenç. Pırlantaları bile pis gibi…”

Bernard bana göz kırpıyor. Ve birden gözümün önünde Times ya da Newstwek’in eski bir sayısı beliriyor. Ben bu adı biliyorum. Bernard Singer. Oyun yazarı.

Olamaz, diyerek panikliyorum ama içgüdülerim hiç de öyle söylemiyor.

Bu bir rüya mı? Daha New York’a geleli iki saat oldu ve daha şimdiden harika insanlarlayım.

“Adın ne demiştin?” diye soruyor.

“Carrie Bradshaw.” Birden Pulitzer kazanan oyununun ismi bir cam parçası gibi beynime saplanıyor: Sert Sular.

“Seni evime götürmeden önce Samantha’ya iade etsem iyi olacak,” diye mırıldanıyor.

“Gelmem ki,” diyorum. Of, sesim amma ters çıktı. Ku­laklarım uğulduyor. Şampanya kadehini tutan elim terden sırılsıklam oldu.

“Nerede oturuyorsun?” Omzumu sıkıyor.

“Şimdilik bilmiyorum.”

Gürültülü bir kahkaha patlatıyor. “Demek sen bir ye­timsin? Adın, Annie mi?”

“Candide olmayı tercih ederim.” Bahçeye açılan cam­lı kapıların yanındaki duvarın dibine konuşlanıyoruz. O, sırtını duvara yaslayıp hafifçe kaydığı için aynı hizadayız.

“Nereden geldin?”

Kendime Samantha’nın sözlerini hatırlatıyorum. “Önemli mi? Artık buradayım.”

“Seni melek yüzlü şeytan,” diyor. Ve birden soyuldu­ğuma seviniyorum. Hırsız, çantamı ve paramı aldı. Ama kimliğimi de aldı. Yani birkaç saatliğine istediğim kişi ola­bilirim.

Bernard elimden tutup beni bahçeye çıkarıyor. Bir sürü insan -erkek, kadın, yaşlı, genç, güzel, çirkin- hepsi mer­mer bir masanın etrafına oturmuş. Kahkahaları ve öfkeli bağrışmaları ortalığı inletiyor. Sanki ateşli sohbetler onlara devam edebilmeleri için gerekli yakıtı sağlıyor gibi. Ber­nard kısa saçlı, ufak tefek bir kadınla, gofre kumaştan bir ceket giyen adamın arasına sıkışıyor.

“Bernard,” diyor kadın hafif bir sesle. “Eylülde oyunu­nu görmeye geleceğiz.” Fakat Bernard’ın cevabını duyamı­yorum, çünkü masanın karşısındaki bir adam birden onu tanıyarak bağırıyor.

Rahibe elbisesini hatırlatan siyah, kabarık bir paltoya sarınmış. Kahverengi camlı gözlüğü gözlerini gizliyor ve fötr şapkasını kaşlarına kadar indirmiş. Yüzünde yumu­şak kırışıklıklar var; sanki teni beyaz bir kumaşla kaplanmış.

“Bernard!” diye bağırıyor. “Bernardo. Sevgilim. Hayatı­mın aşkı. Bana bir içki alsana.” Sonra beni fark edip titrek parmağıyla işaret ediyor. “Yanında bir çocuk getirmişsin!”

Sesi fazlasıyla tiz ve şirret, insandan çok bir hayvanınkini andırıyor. Birden vücudumdaki her bir hücre ürperiyor, boğazım kilitleniyor.

Kenton James.

Şampanya kadehimi alıp son damlayı kafama dikerken gofre ceketli adam kolumu dürtüklüyor ve Kenton James’i gösteriyor. “O perdenin arkasındaki adama aldırma,” di­yor. Sesinde Kuzeydoğulu eyaletlerine has o asil tını var. “Alkol yüzünden. Yıllardır içiyor. Tabii beyne zarar veri­yor. Senin anlayacağın, umutsuz bir alkolik.”

Neden bahsettiğini biliyormuşçasına takdirle kıkırdı­yorum. “Herkes öyle değil mi?”

“Şimdi düşündüm de, galiba haklısın.”

“Lütfen, Bernardo,” diye yalvarıyor Kenton. “Bara en yakın sensin. Beni o iğrenç, terli kalabalığa sokmayacak­sın, di mi?”

“Ne ayıp!” diye bağırıyor gofre ceketli adam. “Söylesene o ev elbisesinin altında ne var, ha?” diyor Bernard.

“On yıldır dudaklarından bu sorunun dökülmesini bekliyorum,” diye viyaklıyor Kenton.

“Ben giderim,” diyorum ayağa kalkarak.

Kenton James alkışlamaya başlıyor. “Harika. Herkes görsün, işte, çocuklardan beklenen hizmet bu! Getir gö­tür! Partilere daha sık çocuk getirmelisin, Bernie.”

Güçbela oradan uzaklaşıyorum. Oysa daha fazlasını duymak, daha fazlasını öğrenmek istiyorum. Bernard’ı bı­rakmak istemiyorum. Ve Kenton James’i. Dünyadaki en ünlü yazarı. İsmi kafamın içinde Küçük Mavi Tren gibi giderek hız kazanarak dönüyor.

Bir el, kolumu yakalıyor. Samantha. Gözleri pırlantası kadar parlak. Üst dudağının üzeri nemlenmiş. “İyi misin? Birden ortadan kaybolunca endişelendim.”

“Biraz önce Kenton James’le tanıştım. Ona içki almaya gidiyorum.”

“Sakın bana haber vermeden bir yere kaybolma, ta­mam mı?”

“Hiçbir yere gitmem. Zaten çok eğleniyorum.”

“Güzel.” Gülümseyip sohbetine geri dönüyor.

Ortam giderek ısınıyor, müzik yükseliyor. Vücutlar ri­timle salınıyor, bir çift, kanepede yiyişiyor. Kadının teki sırtında bir eyerle yerlerde sürünüyor. İki barmen korseli, iriyarı bir kadının üzerine şampanya püskürtmekle meşgul. Bir şişe votka kapıp dans ederek kalabalıkta ilerliyorum.

Sanki böyle partilere, buraya aitmişim gibi.

Masaya döndüğümde baştan aşağı Chanel’ler içinde genç bir kadının yerimi kaptığını görüyorum. Gofre ce­ketli adam bir fil saldırısını taklit ediyor ve Kenton James şapkasını kulaklarının üzerine kadar indirmiş. Beni heye­canla karşılıyor ve “Alkole yer açın,” diye bağırıyor oturdu­ğu yerde yana kayarak. Ve masaya dönüyor. “Bir gün şehri bu çocuk yönetecek!”

Yanına sıkışıyorum.

“Oyunbozanlık yok,” diye bağırıyor Bernard. “O be­nimle birlikte!”

“Ben aslında kimseyle birlikte değilim,” diyorum sakin bir sesle.

“Yakında olursun, tatlım,” diyor Kenton, kırmızı göz­lerinden birini kırparak. “Ve o zaman hanyayı konyayı gö­rürsün.” Minik, yumuşak patisiyle elimi okşuyor.

İmdat!

Nefes alamıyorum, taftaların içinde boğuluyorum. Bir tabuttayım. Öldüm mü?

Bir anda kurtulup doğruluyor ve kucağımdaki siyah ipek yığınına bakıyorum.

Elbisem. Gece bir ara çıkarıp kafama koymuş olmalı­yım. Yoksa başka biri mi çıkardı? Samantha’nın yarı karan­lık salonuna bakıyorum. Güneş ışığı zikzaklar çizerek sıra­dan eşyaları aydınlatıyor: Duvar dibindeki masada duran fotoğrafları, yerdeki dergi yığınını ve pencere kenarındaki bir dizi mumu.

Dün geceki sıkış tıkış taksi yolculuğunu hatırlarken beynim zonkluyor. Mavi vinil ve yapış yapış paspas. “Dörtten fazla alamam,” diye itiraz edip duran şoföre rağmen taksinin zeminine saklanmıştım. Aslında altı kişiydik ama Samantha ısrarla öyle olmadığımızı iddia edi­yordu. Herkes isterik kahkahalar atıyordu. Son beş kat merdiveni sürünerek çıktık ve yine müzik, yine telefon konuşmaları ve Samantha’nın malzemeleriyle makyaj ya­pan bir adam. Herhalde bir süre sonra kanepeye yığılmı­şım ve içim geçmiş.

Parmaklarımın ucuna basa basa ve kapağı açık kutulara takılmamaya çalışarak Samantha’nın odasına gidiyorum. Samantha taşınmak üzere olduğu için daire berbat hal­de. Küçük yatak odasının kapısı açık. Yatak dağınık ama boş, yerde ayakkabılar ve bir sürü kıyafet var. Sanki biri dolabındaki her şeyi deneyip aceleyle sağa sola fırlatmış gibi. Sutyen ve külot yığınları arasında ilerleyerek banyoya gidip eski küvete giriyor ve suyu açıyorum.

Günün planı: Babamı aramadan kalacağım yeri bulmak.

Babam. Ağzımı suçluluk duygusunun mide bulandırıcı tadı dolduruyor.

Dün onu aramadım. Fırsatım olmadı. Herhalde şim­diye dek meraktan deliye dönmüştür. Ya George’u aradıysa? Ya ev sahibimi aradıysa? Belki polis çoktan geniş çaplı operasyon başlamıştır. New York batağında esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan bir diğer kızı bulmak için.

Saçımı şampuanlıyorum. Şimdilik bu konuda bir şey yapamam.

Ya da belki yapmak istemiyorum.

Küvetten çıkıp lavaboya dayanarak aynaya bakıyorum. Camdaki buğu dağıldığında yüzüm beliriyor.

Farklı görünmüyorum. Ama farklı hissediyorum.

Bu New York’taki ilk sabahım!

Açık pencerenin yanına gidip serin ve nemli rüzgarı içime çekiyorum. Trafiğin sesi kıyıya vuran dalgaların hı­şırtısını andırıyor. Pervazın yanında diz çöküp avuçlarımı cama dayayarak aşağı bakıyorum. Tıpkı dev bir kar küre­sini izleyen bir çocuk gibi.

Orada durup hayatın uyanışını izliyorum. Önce kam­yonlar geliyor. Caddeden aşağı hantalca ilerlerken dino­zorları andırıyorlar. Kimilerinin arka kapakları açık ve önceki günden kalan çöpleri topluyorlar, kimileri altla­rındaki döner başlıklı fırçalarla sokakları temizliyor. Sonra trafik başlıyor. Önce tek bir taksi, arkasından gümüş rengi bir Cadillac ve üzerlerinde balık, ekmek ve çiçek logoları bulunan daha küçük kamyonlar, eski püskü kamyonet­ler, seyyar satıcıların arabaları. Beyaz paltolu bir çocuk, tamponuna iki sandık portakal sabitlenmiş bir bisikletin pedallarını çeviriyor. Gökyüzü griden tembel bir beyaza dönüşüyor. Jogging yapan bir adam geçiyor, sonra bir baş­kası. Mavi doktor önlüklü bir adam telaşla yerinde zıp­layarak sokaktan geçen her taksiye el ediyor. Kaldırımda yaşlı bir kadın tek bir tasmayla üç küçük köpek gezdiri­yor. Bu sırada dükkan sahipleri kepenklerini kaldırmakla meşgul. Güneş, binaların köşelerinde ışıklı çizgiler oluş­turmuş. Sonra kaldırım bir anda inanılmaz bir insan seline dönüşüyor. Sokaklar insan, araba ve müzik sesleriyle dolu­yor; köpekler havlıyor, sirenler çalıyor. Saat sabahın sekizi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Carrie Günlükleri ~ Candace BushnellCarrie Günlükleri

    Carrie Günlükleri

    Candace Bushnell

    CARRIE BRADSHAW SİNEMALARDAN ÖNCE KİTAPÇILARDA!!! 4 HAZİRANDA SEX AND CITY 2 SİNEMALARDA!!! Carrie Günlükleri bizim kuşağın en ikonik karakterlerinden birinin ergenlik öyküsünü anlatıyor. Sex...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. İmamın Öldürülüşü ~ Cardiff Marney/ Barney Desaiİmamın Öldürülüşü

    İmamın Öldürülüşü

    Cardiff Marney/ Barney Desai

    Güney Afrika ırkçı yönetimi tarafından öldürülen imam Abdullah Harun’un sürükleyici ve ibret verici romanı. “…Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey...

  2. Düşlediğimiz Cennet ~ Dinaw MengestuDüşlediğimiz Cennet

    Düşlediğimiz Cennet

    Dinaw Mengestu

    Dinaw Mengestu’nun yazdıkları sayesinde, vatanından kopup başka ülkelere giden göçmenlerin kabul görme, barış içinde yaşama ve kimliklerini bulma hikayelerine tanık oldum ve derinden etkilendim....

  3. Ne Demiş Albert Camus ~ Ömer SevinçgülNe Demiş Albert Camus

    Ne Demiş Albert Camus

    Ömer Sevinçgül

    Kitabın ilk basımı “Albert Camus’den Ruha Dokunan Düşünceler” adıyla yayımlanmıştır. Varoluşu sorgulayan, bireyi savunmak için çaba harcayan, çağdaş dünyaya önemli mesajlar veren bir edebiyatçı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur