Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çiftlik
Çiftlik

Çiftlik

Emily McKay, Meray Şen

Lily ve ikiz kız kardeşi Mel’in bir planları vardır: Onları çevreleyen elektrik tellerinin arkasına geçip, özgürlüğe kavuşmak… Mel çevresindekilerle hemen hemen hiç konuşmamasına rağmen,…

Lily ve ikiz kız kardeşi Mel’in bir planları vardır: Onları çevreleyen elektrik tellerinin arkasına geçip, özgürlüğe kavuşmak… Mel çevresindekilerle hemen hemen hiç konuşmamasına rağmen, diğerlerinin dikkatini çekmeyen şeyler, otistik oluşu sayesinde onun gözünden kaçmaz, elektrikli tellerin hangi kısmının geceleri devre dışı olduğu gibi… Çitleri geçmek kolay olmayacaktır fakat Lily planladığı kaçış için gerekenleri toparlarken tanıdık bir yüzle karşılaşır.

Carter, Lily’nin karantina başlamadan önceki günlerden bir arkadaşıdır. Uzun bir müddet yakalanmamayı başardığı için çiftliğin dışındaki dünyayla ilgili birçok işe yarar bilgi edinmiştir. Ancak çiftlikteki herkes gibi Carter da dışarının insanlar için çiftlikten daha tehlikeli olabileceğini bilir.

Acaba bu üç yoldaş dışarıda onları bekleyen Tick’lerden kaçmayı başarabilecekler mi? Birbirlerine tutunarak özgürlüklerine kavuşabilecekler mi? Yoksa tekrar vampirlerin ellerine mi düşecekler?

Müthiş bir macera ve kaçış öyküsü sizleri bekliyor.

***

Birinci Bölüm

Lily

‘Bazı günler, bırakırsın kötüler kazansın.’ Kamu yararına avukatlık yapan annem arada sırada bu sözü söylerdi bana. Geçmişteydi bu, yani eski zamanlarımızda. ‘Doğru olanı yaptığından öyle eminsindir ki, pes etmek çok ağır gelir,’ derdi.

Onun gerçekten haklı olduğunu umut ettim, çünkü bugün öyle günlerden biriydi. Annemin yaşadığı dünyada canavarlık diye bilinen şeyler olsa olsa açgözlülük, ahlâk bozukluğu gibi şeyler soyut kavramlardı. Kan emici Tikler yolda önlerine çıkan herkesi yiyip bitirerek güneybatıya akın ettiğinde bunlar da mazide kaldı. Ben ve kız kardeşim Mel, tamamen farklı bir dünyada yaşıyoruz ve buranın canavarları pek de… metaforik değil. Ve bazen pes etmeyi içimden geçirsem de yapamayacağımı biliyordum, çünkü ikizimin, Mel’in, bana ihtiyacı vardı.

Kardeşimle sakince konuşup anlaşabilmek için içimden dualar ederek ona dedim ki: “Bunu tartışmayalım. Bugün benimle gelemezsin.” Dokunmak için eline uzandım, ama o kendini benden kaçırdı. Tamam… Belki de böyle duygusal jestler yapılacak bir gün değildi.

Yine de birbirimize öyle sokulmuştuk ki, kiler bölmesinin kapısını bile kapatamıyordum. Burası beş aydır içinde yaşadığımız yerdi.

“Burada kal.”

Yerinden kıpırdamadı. Çiftlik’e geldiğimiz ilk günden beri Mel nereye gitsem kuyruk gibi peşimdeydi hep. Birkaç dakikalığına bile ikimiz başka yerlerde olmamıştık. Fakat bugün yapmam gereken şey yüzünden, onun odanın arka tarafında kalması daha iyi olacaktı. Sekiz ila on metrekare genişliğinde bir kiler odasında kalıyorduk, fen bilimleri binasındaki laboratuvarlardan birinin köşesine saklanmış bir odacıktı. Ne zaman buradan dışarı adım atacak olsam Mel de adeta eteklerime yapışıyordu. Zaten annem de ona Lily’nin minik kuzusu derdi hep.

Pantolonumun arka cebinden cep telefonumu çıkardım. Çağrı, mesaj falan geldiği olmuyordu hiç. Ama yine de şarjını hep dolu tutardım çünkü çan seslerine kulak kesilmeden saatin kaç olduğunu bilmemizin tek yoluydu. Üç elli iki. Buradan çıkıp Otçu Joe’nun yerine gitmek için beş altı dakikam var. Tabii eğer onu yalnız yakalamak istiyorsam…

İşaret parmağımı yüzüne doğru sallayarak, “Bana bak, Mel.” dedim.

Kardeşimse bakışını sırt çantalarımızın durduğu, kapının yanındaki rafa kilitlemişti. Çantalar Çiftlik’ten kaçarsak ihtiyaç duyarız diye ağzına kadar yiyecek ve üst başla doluydu. Pembe olanı, Kimya ve Fizik El Kitabı adlı kalın siyah dosyanın üstündeydi. Alarm halinde, çarçabuk çıkıp gitmemiz için elimizdeki her şeyi hazırda tutuyordum işte. Mel için hayatî, benim içinse vazgeçilir olan şeyleri. Ve şimdi küçük alışverişime gitmek üzere bu odadan çıkmazsam, tüm planlarım suya düşecekti.

Tekrar denedim. Kanca gibi kıvırdığım parmağımı, terapistimizin yıllar önce öğrettiği şekilde, gözlerinin önünde sallayarak, “Bana bak, Mel.” dedim.

Mel kıpırdadı, gözlerini sırt çantalarından alarak mikroskopların rafındaki deney aletleriyle dolu kutuya çevirdi.

Tüm bu ıvır zıvırın odamızı doldurmasından hoşlanmadığını biliyordum. Ama bana göre onların önemli işlevleri vardı: Teftiş için bir İşbirlikçi geldiği takdirde, odamızı fazla döküntülü, tıkış tıkış bulmasını, böylece özel eşyalarımızı kurcalama zahmetine girişmeden çekip gitmesini istiyordum.

Tekrar elimi salladım. “Bana bak, Mel.”

Annem olsa, biraz daha sabırlı olmamı salık verirdi. Ama annem burada değildi, benimse artık vaktim kalmamıştı. Denemiş, ama bir türlü dikkatini bana vermesini sağlayamamıştım. Gerginliğim had safhadaydı.

Gözü yine benden ötedeyken, iki parmağımla eline dokundum. “Tanrı aşkına, Mel! Önemli bir şey bu. Red Rovır!”

Mel’in bakışı anında yüzüme döndü.

Sanırım en baştan bu sözle başlamalıymışım. Red Rovır sözü, Çiftlik’ten kaçıp Red River nehrini geçme planımızın parolasıydı. Neredeyse tamamen çocuk şarkıları ve tekerlemeler diliyle konuşan bir kız kardeşe sahip olmanın avantajlı taraflarından biriydi bu. Kaçış planımızı her yerde konuşabilirdik, kimse de Red Rovır’ın ne olduğunu anlamazdı.

“Ben gidince, sandalyeyi kapı tokmağının altına koy. Böylece güvende olursun.” Yutkundum, tutamayacağım bir söz vermemeyi diliyordum. “Çok kalmadan geri geleceğim.”

Mel orada öylece durmuş, yersiz üzüntüsünü belirten bir şeyler mırıldanıyordu.

“Döndüğümde, kapıyı Mary’nin Küçük Bir Kuzusu Var şarkısıyla tıklatacağım. O zamana dek de kapıyı hiç açma.”

Mel bakışını yine başka bir tarafa çevirdi. Belki biraz daha uğraşmalıydım, ama planı şimdi anlayamadıysa her halükârda çuvallayacağız demekti. Cevap vermesini beklemesem de, son bir kez, “Anladın mı?” diye sordum.

Mel başını salladı. Oysa ben, hiç de düzgün bir anlaşmaya varamadığımızı biliyordum.

“Red rovır, red rovır, Lil Lee gelsin tıngır mıngır .”

“Evet,” diye fısıldadım, “plan bu işte.”

Sonra kapüşonlu bol ceketimin cebini elimle yoklayıp, içinde ince hap paketinin olup olmadığını kontrol ettim. Ve sonunda kendimi odadan dışarıya atabildim. Bu sefer Mel peşimden gelmedi. Bir saniye geçer geçmez, yerden sürülüp kapı tokmağının altına getirilen sandalyenin sesini duydum.

Tamamdı! Birinci adım: takasa gidince Mel’in emniyetli bir şekilde saklanmasını sağla. Sağlandı.

İkinci adım: Kampüsün içinden yürü, başını kaldırma, kamufle ol. İşbirlikçilere beni durdurmaları için fırsat yaratmadığım sürece, cebimde ne olduğunu hiçbiri bilemez. Gerçi İşbirlikçiler bir Yeşil’i taciz etmek için bahane de aramaz ya… İşbirlikçiler, eski devirde, yani geçmişte, okulda zorbalık eden çocuklardı. İri yarı, başkalarını ezmeye hevesli, şimdi de Tiklerin yaltakçısı olarak türüne ihanet etmekte beis görmemiş pisliklerdi. İyimser tarafından bakınca ise, bu İşbirlikçiler zekâları pek parlak olmayan, gözlem yetenekleri zayıf tiplerdi de aynı zamanda. Böylece diğer Yeşillerle beraber yemek salonuna gitmeyip Otçu Joe’nun yerine saptığımı da fark edemeyeceklerdi muhtemelen.

Mel’le yaşadığımız oda yedinci kattaydı ve altı kat merdiveni inerken, ne yaptığımı yeniden düşünmek için yeterli zamanım olmuştu.

Günün bu vakitlerinde, Yeşillerin çoğu üçüncü öğünlerini yemeye giderlerdi. Onunla bu saatte baş başa kalabilirdim. Eğer yalnız değilse bile, n’apalım, herkes gidene kadar oyalanabilirdim oralarda. Odamızda bir başına kalan Mel’i düşünmenin sırası değildi şimdi; öğün süresinin ne kadar kaldığını bildirip beni paniğe sokan saat vuruşlarını da. Mel ve benim üçüncü öğünü kaçıracak olmamız, o kadar da büyük bir sorun teşkil etmeyecekti nasılsa. Zira biz Yeşillerin, teknik olarak haftada bir öğünü kaçırma hakkımız vardı.

Cebimde bulunan şeyleri düşünmenin de sırası değildi. Beni Dekan’ın ofisine gönderebilecek tehlikeli hapları yani. Geri dönüşü olmayan yolculuk gibiydi orası. İnsanlar oraya gittikten sonra ortadan kayboluyorlardı; çoğunluğu ise akşam karanlığında zorla çıkarılıp, Çiftlik’i çevreleyen elektrikli çitlerin hemen ötesindeki kazıklara bağlanıyordu. Çığlıklar, günler sonra bile işitilmeye devam ediyordu.

O çitlerin bizi içeride, Tikleri ise dışarıda tutmaya yaradığını kafamıza kakmak istiyorlardı belki.

Binadan çıkınca, keskin şubat rüzgârı ceketimin kollarından içeri hücum etti. Yakınlarda İşbirlikçi var mı diye bakındım. Açık mavi üniformalarıyla, görünürlükleri zaten yüksekti. Omuzlarında taşıdıkları bayıltıcı silahlar olmasa hepsi neşe içindeki normal insanlar sanılırdı. Birkaç tanesi, yöneticilik binasının orada aylak aylak dolanıyordu şimdi.

Eski devirde bu Çiftlik liberal kanattan, prestijli, özel bir yüksekokuldu. Yüz yılı aşkın bir süredir, Red River nehrinin kenarında konuşlanmıştı; Teksas ve Oklahoma eyaletlerinin arasındaki sınırın biraz güneyinde. Şımartılmış öğrencilerin yuvasıydı. Dekanlık binası, kampüsün doğu tarafındaydı. Eski günlerde işlevi ne olmuş olursa olsun, o bina şimdi sadece kaçma duygusu yaratıyordu içimde. Çiftlik’te Tikler yoktu tabii, yine de bu binadan bazen korkunç sesler yükselirdi, pencerelerde kimi gölgeler insanın hareket hızının üstünde hızlarla görünüp kaybolurdu.

Kampüsün aksi ucundaysa yemek salonumuz vardı. Düz kesimlerden oluşan modern mimarili, yerden tavana dek ve boydan boya pencereleri olan bir binaydı. Geniş, yeşil bir avlu, dağınık yatakhane bölümleri ve akademi bölüm binaları da bu iki yapının arasındaki alandaydılar. Bunlardan biri de bizim fen bilimleri binasıydı.

Günde dört defa, tüm Yeşiller günü geçirdiğimiz yerlerden çıkıp, üzerimizin arandığı, itilip kakıldığımız ve beslendiğimiz yemek salonuna akın ederdik sürü halinde. Evet, bize bir hayvanmışız, evet, bir inekmişiz gibi davranılırdı; ama inekler başlarına ne kötülük gelebileceğini bilmemenin rahatlığını yaşarlar hiç olmazsa… Gezici kan bankasında, haftalık kan ‘bağışları’ toplanırdı. Yani bu iş güya gönüllü oluyormuş gibi adlandırılarak. Ama değildi. Çiftlik’te besin üretmiyorduk; kendimiz besindik.

Çocukluğumda, babam bana uyduruk bilimkurgu filmleri izletmeye bayılırdı; bu benim kültürel eğitimim oluyormuş. En gözde filmi Soylent Green’di, hani herkesin mükemmel gıdanın aslında insandan yapılan olduğunu keşfettiği. İzledikten sonraki haftalar boyunca, “Soylent Green insanlardır!” diyerek dolanırdık etrafta. Eğleniyorduk. O zaman bunu eğlenceli bulurdum. Artık hiç bulmuyorum.

Bununla beraber, bağış yapmak çok da kötü sayılmazdı. Yani kendini sürekli hâlsiz hissetmeye alışınca. Sakin ve durumumuzdan şikâyetsiz kılardı bizi. Çiftlik sınırından dışarı çıkmayı denemekten daha kötü bir şey olamayacağını yerleştirirdi bilinçaltımıza.

Kampüste ilerlerken bunu da düşünmemeye çalıştım. Dediğim gibi, kampüs içinde dikkat çekmeden bir yere gitmek istiyorsan yemekten hemen önceki ve hemen sonraki saatler en uygunuydu.

Besiciler her zamanki gibi avlunun içinde kendini beğenmişlikten gelen gururlu bir rahatlıkla ve soğuğa rağmen mini etek ve daracık tişörtlerden oluşan formalarıyla dolaşıyorlardı. On sekizinci yaş günleri için endişe etmelerine gerek yoktu onların. Hamile olanlarınsa -belli etmeseler de- endişelenecek şeyleri vardı. Bazen üzerimize heyula gibi yaklaşan sıkıntıları kafaya takmamak en iyisiydi.

Yeşillerin hepsi kafalarını aşağı düşürmüş, önlerine bakıyor, ayaklarını sürüyerek yemek salonuna doğru gidiyorlardı işte; uysal inekler gibiydiler. Ben de onlara katılmak üzere hızlandım. Kalabalıklarda bir güven – ya da güven sanısı, ve daha çok ısınma olanağı vardı bir yandan.

Yüzüm her zamanki gibi öne eğikti ve kitlenin merkezinden ayrılmamaya dikkat ediyordum. Avlunun çevresinde sıralanmış binalara doğru bakmaktan kaçınmalıydım. Yemeğe giderken en son isteyeceğin şey başını kaldırıp kazayla, çitlerin ardında bir yerde bağlı duran bir Yeşil’e bakmaktı. Tabii daha da kötüsü, oraya konuldukları andan günbatımına kadarki birkaç saatte hâlâ ölmemiş olmalarıydı. Eğer Dekan’ın iyi zamanına denk geldiyse onları uyuştururdu. Yoksa uyanık, yani hâlâ duyuları çalışırken o direğe bağlı halde, güneşin batışına dek beklerlerdi. Gövdelerini bağlayan zincirlerden kurtulma çabalarını duymak acı verirdi. Daha da fenası ise ertesi gün parçalanmış olduklarını görmekti.

Bu gibi günlerde, Mel de kalabalık içinde yürümeyi tercih ediyordu.

Ama bugün bile bile çitlerin ardına bakmayı istedim. Binaların aralarından, on beş yirmi metre kadar uzaklıkta, Yeşilleri bağladıkları sokak lambası direklerini görebiliyordum. Biri kural ihlalinde bulunmayalı galiba bir hafta olmuştu. Çürümeye başlamış vücutlarından kalan eğri büğrü kalıntılar öğle sonrası aydınlığında bile zor seçiliyordu. Bir zamanlar orada dört kişi olarak duranlar şimdi kaldırım üstünde koyu birer leke gibiydi. Ama eski hallerini hatırlıyordum. İçlerinden birisi kızdı. Erkekler de hemen bitişiğine bağlanmış, ellerini çözmeye uğraşıyordu o zaman. Kız, aklı başka yerlerdeymiş gibi oldukça sakin, zincirlerini şıngırdatıyordu oyun oynar gibi. Tıpkı Mel’in yapabileceği gibi. İşte o gündü, kaçmayı sadece düşünmek yerine ona hazırlanmaya karar verişim.

O kızı düşününce merak ediyordum: eğer geri dönmesem Mel ne yapardı?

Sonunda cesaretini toplayıp kilerden çıkmaya karar verir miydi? Yanında koruyuculuğunu yapan ben olmadan Çiftlikte yaşamaya devam edebilir miydi? Yoksa on metrekarelik odada açlıktan ölene kadar saklanmaya mı çalışırdı? Hayır, açlıktan ölmezdi. Susuzluktan ölebilirdi ama. Su içmeden orada kaç gün hayatta kalabilirdi ki? Üç mü, dört mü?

Susuzluktan ölmek de kötü bir ölüm değildi burada. Kaçamazsak başımıza geleceklerle kıyaslanamazdı bile. Yakalanırsak bize yapacaklarıyla da…

Tüm bunları yarım saniye içinde –belki de daha az– bir anda geçirdim içimden. Bu belirsiz hayalin tadını çıkardım. Mel’e göz kulak olmanın yorucu sorumluluğu olmadan yaşamanın. Kardeşim, ikizim. Hem yüküm, hem öbür yarım.

O an adımlarım yavaşladı. Kalabalıktakiler yakındaki Red River’ın sularının bir kayanın üstünden çağlayıp geçmesi gibi beni geçip gidiyordu. İnsan seli bana çarpa çarpa geçerken, sonunda içlerinden biri öyle hızlı bir omuz attı ki dalgınlığımdan ayıldım ve iki adım atamadan dizimin üstüne düşmüştüm.

Yere düşünce, hap paketi cebimden dışarı fırladı. Bacağımı zonklatan acı, mavi naylon paketin yerde yuvarlanışıyla hissettiğim paniğin yanında hiç kaldı. Tam elimin yanına düşmüştü neyse ki. Ama ben paketi tutamadan, hızla geçen koca bir ayak onu ulaşamayacağım bir yere tepti. Sahip olduğumuz en değerli eşya, elimden kayıp gitmişti böylece.

Peşinden, tavşan gibi emekledim yerde. Birileri daha tekmelemeden kurtarmaya çalışıyordum mavi paketimi. Birkaç metre ötede görünce iyice ileri atıldım, ama benden az bir farkla başka birinin eli onu yerden alıvermişti.

Kalbim korkudan yerinden fırlayacak gibiydi. Biri kalkmam için yardımcı olurken bile nefesim kesilmişti.

“Bu senin galiba…”

Hapları önümde tutanın kim olduğuna bakmaya korkuyordum. Sadece paketi kaptım elinden ve ancak bir dakikalığına kaybetmiş olsam da açılıp dağılmadığından emin olmak üzere yokladım. “Teşekkürler,” diye mırıldandım. Bu her kimse, artık yürüyüp gitmesini umdum.

Yine de, “Senin için önemli olmalı,” dedi görüş alanımdan çıkarken. “Eşyalarına sahip çıkmalısın.”

Hapları sıkıca kavramış olan avucumu cebimin derinlerine daldırdım. Bu rahatlama başımı döndürmüştü. Ya da bu hafta kan bağışımı alan İşbirlikçi gerekenden bir miktar fazla kan çekmiş de olabilir. Eğer kanının o gün “temiz” olduğu düşünülüyorsa, bazen bilerek böyle yaparlardı. Beni haplarıma kavuşturan kişiye bakmak için başımı ani bir hareketle kaldırınca, başım iyice döndü. Kırmızı kazaklılar kalabalığı arasında, gri kapüşonlu kazağı ile ayırt edilmemesi imkânsızdı. Üçüncü öğüne yetişmek için giden binlerce Yeşilin içinde çok azı Çiftlik’in yerinde bir zamanlar var olan yüksekokulun renklerinde olan kazaklardan giymemişti. Gözlerim amaçsızca, bu çocuğun salona doğru ilerleyişini izledi.

Hapları bana neden geri vermişti? Ne olduklarını anlamamış mıydı? Eh… Demek ki anlaşılamayabiliyordu. Çok şükür Tanrım.

Plastik ambalajı elimde öyle sıktım ki kenarları batıp canımı acıttı. Olsun. Elimdeydi. Yine bendeydiler. Önüme baktığımda gri kapüşonlu çocuk Yeşiller güruhunun arasında gözden kaybolmuştu artık.

İkinci Bölüm

Lily

Otçu Joe’nun alışveriş mekânı, yüksekokulda öteberi satılan bir dükkânın yerindeydi. Yemek salonunun girişinde, zemin kattaydı. Joe’yu çocukluktan beri tanıyordum ve ona güvenebilirdim. Yeşiller, İşbirlikçiler, Besiciler; tüm bu farklı gruplar ondan alışveriş etse de iyi biriydi. Herkesçe kabul gören tarafsız bölge gibiydi onun yeri. Aslında İşbirlikçilerin dükkânı kapama olasılığı son derece yüksekti, ama nedendir bilinmez, bize bu iyiliği bağışlamışlardı. Bu bize kalan son özgürlük kırıntısıydı. Bundan mutluluk duyduğumuzu anlıyorlardı mutlaka, belki her şeyimizi son zerreye kadar yasaklamanın zorluğunu onlar da yaşıyordu, kim bilir…

Salonun girintisindeki basamaklara adım attığımda rüzgâr şiddetlenmişti. Dükkâna girdim, ama günün bu saatine göre alışılmadık şekilde karanlıktı içerisi. Arkadaşımın ne tarafta olduğuna bakınmaya fırsat kalmadan soğuk ve güçlü bir şey ensemin ucuna bastırdı.

Soluksuz, boğuk bir sesle “N’oluyor? Kimsin?” dedim.

Enseme yapışmış el gevşedi ve tamamen çekildi üstümden. “Lily?”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıÇiftlik
  • Sayfa Sayısı387
  • YazarEmily McKay
  • ÇevirmenMeray Şen
  • ISBN9786056291289
  • Boyutlar, Kapak14x21, Karton Kapak
  • YayıneviOptimum Kitap / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Son Söz Aşkın ~ Julia QuinnSon Söz Aşkın

    Son Söz Aşkın

    Julia Quinn

    Şahane Bir Kadının Gizli Günlüğü, Yüreğe Söz Geçmiyor, Bana Sevdiğini Söyle adlı çok okunan kitaplarından sonra yeni kitabıyla beklenen, Epsilon okurlarının zevkle takip ettiği...

  2. Meleklere İnanmak ~ R. J. ElloryMeleklere İnanmak

    Meleklere İnanmak

    R. J. Ellory

    Yıl 1939… Joseph Vaughan, küçük bir kasabada yaşayan on iki yaşında bir çocuk… Tüm kötülüklerin içinde meleklere inanan, Azraili kasabadan uzak tutmaya çalışan, suçu...

  3. Benim Adım Hiç Kimse ~ Frank Cottrell-BoyceBenim Adım Hiç Kimse

    Benim Adım Hiç Kimse

    Frank Cottrell-Boyce

    arnegie Madalyalı İngiliz yazar Frank Cottrell Boyce’un, 2012 yılında Guardian Çocuk Edebiyatı Ödülü’ne değer görülen Benim Adım Hiç Kimse adlı kitabı, göz alıcı fotoğrafları, mucizevi, sürükleyici ve kahkahalarla...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur