Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Dar Kapı
Dar Kapı

Dar Kapı

Andre Gide

Böyle bir aşk ancak benimle biter. Babasını kaybettikten sonra annesiyle Paris’e yerleşen Jérôme Palissier, tatillerini düzenli olarak dayısının Normandiya kırsalındaki evinde geçirmeye başlar. Zamanla,…

Böyle bir aşk ancak benimle biter. Babasını kaybettikten sonra annesiyle Paris’e yerleşen Jérôme Palissier, tatillerini düzenli olarak dayısının Normandiya kırsalındaki evinde geçirmeye başlar. Zamanla, kuzeni Alissa’ya âşık olur ve bir Ortaçağ şövalyesi gibi ona derinden bağlanır. Aşkı ve inancı arasında sıkışan Alissa ise, Jérôme’un ruhunun selameti için duygularını bastırmayı, ondan uzaklaşmayı seçer.

19. yüzyılın en dokunaklı aşk hikâyelerinden biri kabul edilen Dar Kapı, mutlulukla erdemin birbirine karıştığı, Gide’in kendi hayatından otobiyografik izler taşıyan hüzünlü bir roman. “André Gide, sade adı söylendiği zaman bir medeniyeti, bir kültürü en iyi taraflarıyla hatırlatan nadir insanlardandır.”Ahmet Hamdi Tanpınar

1

Başkası bundan bir kitap çıkarabilirdi ama ben tüm gücümü burada anlattığım hikâyeye verdim ve tüm erdemimi yitirdim. Bu nedenle anılarımı en yalın haliyle kaleme alacağım ve kimi zaman bölük pörçük görünse bile boşlukları doldurmak ya da parçaları bir araya getirmek için özel bir çaba sarf etmeyeceğim; onları düzenlemek için girişeceğim herhangi bir çaba, anlatırken duyumsamayı umduğum son mutluluğu da alıp götürebilir.

Babamı kaybettiğimde henüz on iki yaşında değildim. Babamın doktorluk yaptığı Havre’da kendisini tutan bir şey kalmayınca annem, eğitimim için daha iyi olacağı düşüncesiyle Paris’e taşınmaya karar verdi. Lüksemburg Parkı’nın civarında, Bayan Ashburton’ın bizimle yaşamaya başladığı küçük bir daire kiraladı. Hiç kimsesi kalmayan Bayan Flora Ashburton annemin ilkin öğretmeni, sonra arkadaşı, çok geçmeden de dostu olmuştu. Eşit derecede tatlı ve üzgün görünen, yalnızca yas tutarken hatırladığım bu iki kadınla yaşıyordum. Annem günün birinde, babamın vefatından epey sonra olmalı, sabahları taktığı başlığın siyah kurdelesini mor bir kurdeleyle değiştirince, “Ah anne!” diye çıkışmıştım. “Bu renk sana hiç yakışmamış!” Ertesi gün tekrar siyah kurdeleye dönmüştü. Zayıf bir yapım vardı.

Tek dertleri yorulmamı engellemek olan annem ve Bayan Ashburton’ın ilgisinden aylağın teki olup çıkmadıysam bunu çalışmayı gerçekten sevmeme borçluyum. Havalar düzelir düzelmez ikisi de şehirden ayrılma vaktimin geldiğine, burada yeterince güneş almadığıma kanaat getirdiklerinde, haziran ortasında Havre civarındaki Fongueusemare’a giderdik; Bucolin Dayı her sene bizi orada ağırlardı. Ne çok büyük ne de çok güzel, Normandiya bölgesindeki onlarca bahçeden hiçbir ayırt edici özelliği bulunmayan bir bahçenin içinde yer alan Bucolin’lerin iki katlı beyaz evi, önceki yüzyılın kır evlerine benzer. Yirmiye yakın büyük pencere bahçenin ön cephesine yani doğuya, bir o kadarı da arkaya açılır, yan cephelerde pencere yoktur. Pencere camları küçük karelere bölünmüştür:

Kısa süre önce değiştirilenlere yakından bakınca, küften yeşile dönüp kararan eski camların yanında fazla parlak olduklarını seçebilirsiniz. Bazı camlardaysa, büyüklerin “kabarcık” dediği kusurlar vardır, içeriden bakınca, dışarıdaki ağaç ipince gibi görünür ya da camın önünden geçen postacının bir anda kamburu çıkıverir. Dikdörtgen bahçenin dört yanı duvarla çevrilidir. Evin ön kısmında, ağaçların gölgesinde kalan epey geniş bir çimenlik vardır, kumlu ve çakıllı bir patika onu çevreler. Duvar bu tarafta alçalarak, bahçeyi kuşatan ve yörede alışılageldiği üzere her iki yanı kayın ağaçlarıyla dolu bir yolla sınırlanan avluyu gözler önüne serer. Evin arka cephesindeki batıya bakan bahçe daha geniş bir alana yayılır. Portekiz karayemişleriyle birkaç ağaç,güneydeki espalyelerin1 önündeki çiçekli patikayı, kalın bir perde gibi, deniz rüzgârlardan korur. Kuzey duvarı boyunca uzanan bir diğer patika da dalların arasında kaybolur.

Kuzenlerim buraya “karanlık yol” derdi ve alacakaranlıktan sonra oradan geçmek istemezdi. Bu iki yol, inilen birkaç basamakla bahçenin öbür ucundaki sebze bahçesine çıkar. Sebze bahçesinin dibinde, küçük, gizli bir kapının bulunduğu duvarın öbür tarafında, her yanında kayınların sıralandığı yolun sona erdiği yerde koruluk başlar. Batıya doğru bakınca, korunun ötesindeki yayladı hasat seyre değerdir. Ufukta, çok da uzak olmayan bir yerde küçük bir köy kilisesi ve akşamları, berrak havalarda birkaç evin baca dumanı seçilir.

Güzel yaz akşamlarında, yemekten sonra “alt bahçe”ye inerdik. Küçük, gizli kapıdan geçip kayınlı yolda, manzarayı kısmen gören bir banka otururduk; dayım, annem ve Bayan Ashburton oraya, terk edilmiş kireçtaşı ocağının saz çatısının yanına yerleşirdi; önümüzdeki küçük vadiye sis basardı, gökyüzü ise ötedeki ormanın tepesinde sarıya bürünürdü. Sonra, çoktan kararmış olan bahçede biraz daha oyalanırdık. Eve döndüğümüzde bizimle neredeyse hiç dışarı çıkmayan yengemi salonda bulurduk… Biz çocuklar için akşam o saatte sonlansa da, büyüklerin uyumak için odalarına çekildiğini duyduğumuzda çoğu zaman hâlâ kitap okuyor olurduk. Bahçede geçirdiğimiz vakitten artakalan tüm zamanı dayımın ofis olarak kullandığı, içine okul sıralarının yerleştirildiği “çalışma odası”nda geçirirdik. Kuzenim Robert ve ben yan yana çalışırdık, arkamızdaysa Juliette ve Alissa otururdu. Alissa benden iki yaş büyük,Juliette bir yaş küçük; Robert ise dördümüzün en küçüğüdür. Buraya çocukluğuma ilişkin ilk anılarımı değil, yalnızca bu hikâyeyle ilgili olanları yazmak niyetindeyim. Her şeyin babamın öldüğü yıl başladığını söyleyebilirim.

Babamın kaybı, o değilse içimdeki hüzün ya da annemi böyle üzgün görmek, beni olduğumdan duygusal birine dönüştürmüş olabilir: Yaşımdan önce olgunlaştım, o sene Fongueusemare’a döndüğümüzde Juliette ve Robert’i çocuksu buldum fakat Alissa’yı yeniden görünce bir anda ikimizin de artık çocuk olmadığını anladım. Evet babamın öldüğü yıldı; buraya gelişimizden hemen sonra annem ve Bayan Ashburton arasında geçen konuşma da hafızamı doğruluyor. Annemle arkadaşının sohbet ettiği odaya aniden girmiştim, yengem hakkında konuşuyorlardı; annem onun babam için yas tutmamasına ya da onu çoktan unutmuş olmasına öfkeliydi. (Doğruyu söylemek gerekirse, annemi açık renk bir elbise içinde tasavvur edemediğim gibi, Bucolin Yenge’nin siyahlara büründüğünü de hayal edemiyorum.) Geldiğimiz gün, hatırladığım kadarıyla, Lucile Bucolin’in üzerinde muslin bir elbise vardı.

Alışıldığı üzere uzlaştırıcı tavırlar sergileyen Bayan Ashburton annemi yatıştırmaya çalışıyordu. Çekine çekine, “Neticede beyaz da yas rengidir,” dedi. Annem, “Peki, omuzlarına aldığı o kırmızı şala da mı ‘yas’ rengi diyorsunuz? Flora, beni çıldırtıyorsunuz!” diye bağırdı. Yengemi sadece yazdan yaza görürdüm ve kendisini bildim bileli gerdanı açık, tiril tiril kıyafetler giymesinin nedeni şüphesiz yaz sıcağıydı ama çıplak omuzlarına attığı canlı renklerdeki şallardan ziyade annemi çileden çıkaran göğüs dekoltesiydi. Lucile Bucolin çok güzeldi. Bendeki küçük portresinde tam da o zamanki haliyle resmedilmiş, öyle genç görünüyor ki insan onu kızlarının ablası sanabilir, her zamanki gibi yan oturarak poz vermiş: Başını sol eline yaslamış, serçeparmağını da dudaklarına doğru kıvırmış. Bir kısmı ensesine dökülmüş buklelerini iri ilmekli saç filesiyle toplamış; korsajının arasında, gevşek bağlanmış siyah kadife boyun kurdelesinden İtalyan mozaiği madalyonu sarkıyor. Büyük fiyonklu siyah kadife kuşağı, sandalyesine astığı geniş kenarlı hasır şapkası, her şey onun çocuksu havasına katkıda bulunuyor. Aşağı sarkıttığı sağ elinde kapalı bir kitap tutuyor.

Lucile Bucolin, Kreol’dü1 ; ailesini ya hiç tanımamıştı ya da çok küçük yaşta kaybetmişti. Annem daha sonra bana, henüz çocuğu olmayan Papaz Vautier ve eşinin terk edilen ya da yetim kalan yengeme sahip çıktıklarını, kısa bir süre sonra Martinik Adası’ndan ayrılırken onu, Bucolin ailesinin yaşadığı Havre’a getirdiklerini anlatmıştı. Vautier ve Bucolin aileleri sık görüşürmüş; dayım yurtdışında bir bankada görevliymiş ve küçük Lucile’le ancak üç yıl sonra ailesinin yanına dönünce tanışmış, görür görmez de âşık olmuş, kendi anne babasını ve annemi üzerek ona hemen evlenme teklifinde bulunmuş. Lucile o dönem on altı yaşındaymış. Bu süre zarfında Bayan Vautier’nin iki çocuğu olmuş; kadın her geçen gün davranışları daha da tuhaflaşan bu evlatlığın kendi çocukları üzerindeki etkisinden korkmaya başlamış, üstelik kıt kanaat geçiniyorlarmış… annem bana bunların hepsini Vautier’lerin, erkek kardeşinin teklifini neden sevinçle karşıladığını açıklamak için anlatmıştı. Bunun yanı sıra, genç Lucile onları ciddi ciddi utandırmaya başlamıştı sanırım. Bu çekici genç kızın nasıl karşılandığını tahmin edecek kadar iyi tanıyorum Havre insanını. Papaz Vautier gibi mükemmel bir adamın –onun yumuşak, ihtiyatlı ve naif biri olduğunu daha sonra keşfedecektim, entrika karşısında çaresiz, kötülük karşısındaysa tümüyle savunmasızdı– muhtemelen başka seçeneği kalmamıştı. Bayan Vautier’ye gelince, söyleyecek sözüm yok; dördüncü çocuğunu doğururken öldü, yaşıtım sayılan bu çocuk daha sonra arkadaşım oldu…

Lucile Bucolin hayatımızda önemli bir yere sahip değildi; odasından yalnızca öğle yemeklerinden sonra çıkar, aşağı iner inmez bir koltuğa ya da hamağa uzanır, akşama dek yerinden kıpırdamaz ve sonra bitap halde tekrar kalkardı. Ara sıra terini kurulamak istercesine kupkuru alnını bir mendille silerdi, kumaşının yumuşaklığı ve kokusuyla beni büyüleyen, çiçekten çok meyve kokusunu andıran bir mendildi bu; bazen kemerinden, cepsaatinin zincirinden diğer eşyalarla birlikte sarkan gümüş kapaklı minik bir ayna çıkarıp kendine bakar, dudağına götürüp biraz tükürüklediği parmağıyla göz kenarlarını ıslatırdı. Elinde çoğu zaman bir kitap görürdük ama kapağı neredeyse hep kapalı olurdu; sayfaların arasında kaplumbağa kabuğundan bir ayraç dururdu. Yanına gitseniz de hülyalı hülyalı bakmaya devam eder, bakışlarını size yöneltmezdi.

Elinde tuttuğu mendil, kitap, birkaç çiçek ya da ayraç –kâh dikkatsizlikten kâh yorgunluktan– koltuğun dirseğinden veya eteğinin pilisinden yere düşerdi. Bir defasında yerdeki kitabı alırken onun şiir kitabı olduğunu görünce –bu bir çocukluk anısıdır– yüzüm kızarmıştı. Akşam yemeğinden sonra Lucile Bucolin aile masamıza yanaşmaz, piyanonun başına geçip büyük bir keyifle Chopin’in ağır mazurka halk danslarını çalar, bazen de ritmi kaçırıp bir akorda takılıp kalırdı… Yengemin yanında kendimi rahat hissetmezdim, hayranlık ve korkuyla karışık bir duyguydu benimkisi.

Belki de belirsiz bir içgüdü ona karşı uyarıyordu beni; ayrıca Flora Ashburton’ı ve annemi küçümsediğini, Bayan Ashburton’ın ondan çekindiğini, anneminse onu sevmediğini hissederdim. Lucile Bucolin artık size kızmamak, yaptığınız onca kötülüğü bir anlığına unutmak isterdim… en azından sizden öfkeyle bahsetmemeye gayret edeceğim. O yaz bir gün –ya da bir sonraki yaz, tam hatırlamıyorum çünkü değişmeyen bu dekorda iç içe geçen anılarım birbirine karışıyor– bir kitap almaya salona gittim, yengem oradaydı. Girdiğim gibi çıkmayı düşünürken, genelde beni görmezden gelen yengem bana seslendi: “Bu acele niye Jérôme? Seni korkutuyor muyum?” Kalbim hızla atarken yanına yaklaştım; gülümseyip elimi ona uzatmam gerektiğini düşündüm. Bir eliyle elimi tutup diğeriyle yanağımı okşamaya başladı.

“Zavallı çocuğum, annen seni ne kadar kötü giydiriyor!” dedi. Yengem, üzerimdeki geniş yakalı denizci gömleğinin yakasını çekiştirmeye başladı. Bir düğmeyi çözüp, “Denizci yaka bu kadar kapatılmaz!” dedi. “Bak! Böyle daha güzel değil mi?” Küçük aynasını çıkarıp yüzümü kendine doğru yaklaştırdı, çıplak kolunu boynuma doladı, elini yarı açık gömleğimin arasına soktu, gülerek gıdıklanıp gıdıklanmadığımı sordu ve daha aşağıya inmeye devam etti… Aniden öyle bir sıçradım ki gömleğim yırtıldı, yanaklarım alev alev oradan kaçarken arkamdan bağırıyordu: “Şuna bak! Koca ahmak!” Kaçtım; bahçenin öbür ucuna kadar koştum; orada, sebze bahçesindeki küçük sarnıçta ıslattığım mendili alnıma götürüp yanaklarımı, boynumu, bu kadının elinin değdiği her yeri temizleyip güzelce sildim.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıDar Kapı
  • Sayfa Sayısı144
  • YazarAndre Gide
  • ISBN9789750757013
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Pastoral Senfoni ~ Andre GidePastoral Senfoni

    Pastoral Senfoni

    Andre Gide

    Zihnimizdeki hayaletlere ve canavarlara kulak asmadan yalnızca gerçek kötülüklerle yetinsek hayat ne kadar güzel, ıstırabımızsa ne kadar katlanılabilir olurdu. İsviçre Alpler’inde yaşayan bir papaz,...

  2. Dostoyevski ~ Andre GideDostoyevski

    Dostoyevski

    Andre Gide

    Dostoyevski biyografisini Andre Gide’in kaleminden sunuyoruz. Eser, Dostoyevski gibi bir yazın devinin çile dolu yaşamının yanı sıra asıl hayatını yönlendiren yazma tutkusunu da gözler...

  3. Ayrı Yol ~ Andre GideAyrı Yol

    Ayrı Yol

    Andre Gide

    İlk defa olarak, kendi değerimin bilincine varmamdandı bu: Beni ötekilerden ayıran, farklı kılan şey, önemliydi; benden başka hiç kimsenin söylemediği şey, söylemeyeceği şey, benim...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Düşman Âşıklar – Unutulmayan Anılar (Harlequin High Life – 2 Roman Bir Arada) ~ Melanie Milburne, Natasha OakleyDüşman Âşıklar – Unutulmayan Anılar (Harlequin High Life – 2 Roman Bir Arada)

    Düşman Âşıklar – Unutulmayan Anılar (Harlequin High Life – 2 Roman Bir Arada)

    Melanie Milburne, Natasha Oakley

    DÜŞMAN ÂŞIKLAR – Melanie Milburne ~ BİRİNCİ BÖLÜM ~ SABAHIN erken saatlerinde, Andreas’ın telefonu çaldı. Arayan küçük kız kardesi Miette idi. “Babam öldü.” Normal...

  2. Güllerin Fısıltısı ~ Teresa MedeirosGüllerin Fısıltısı

    Güllerin Fısıltısı

    Teresa Medeiros

    BİR NEFRETTEN BÜYÜK BİR AŞK DOĞDU TERESA MEDEIROS’UN BÜYÜLEYİCİ KALEMİNDEN UNUTAMAYACAĞINIZ BİR AŞK ROMANI Zenginlik ve aşırı sevgi içinde dünyaya gelmiş, Cameron Klanı’nın prensesi...

  3. Gömülü Şamdan ~ Stefan ZweigGömülü Şamdan

    Gömülü Şamdan

    Stefan Zweig

    Süleyman’ın tapınağından çıkan, Yahudilerin kutsal emaneti yedi kollu şamdanın 455 yılında Roma’yı yağmalayan Vandalların eline geçmesi, kentin Yahudi cemaatinde şok etkisi yaratır. Cemaatin yaşlıları,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur