Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ayrı Yol
Ayrı Yol

Ayrı Yol

Andre Gide

İlk defa olarak, kendi değerimin bilincine varmamdandı bu: Beni ötekilerden ayıran, farklı kılan şey, önemliydi; benden başka hiç kimsenin söylemediği şey, söylemeyeceği şey, benim…

İlk defa olarak, kendi değerimin bilincine varmamdandı bu: Beni ötekilerden ayıran, farklı kılan şey, önemliydi; benden başka hiç kimsenin söylemediği şey, söylemeyeceği şey, benim söyleyeceğim şeydi.

Michel, babasına olan bağlılığı sebebiyle iyi huylu Marceline’le evlenmiştir. Balayı için gittikleri Tunus’ta vereme yakalanan Michel, bu hastalığı atlatmaya çalışırken orada görüp sağlığına ve güzelliğine hayran olduğu erkeklere ilgi duyduğunu fark eder. Yaşadığı bu ahlaki ve cinsel uyanıştan ülkesine döndüğünde de kurtulamayan Michel, arzularına teslim olmanın hazzını ilk kez keşfeder. Ancak yeni deneyimlere olan merakının beklenmedik sonuçları olacaktır.

1902’de yayımlandığında içerdiği hudutsuz erotizmle tutucu bir toplumu ikiye bölen Ayrı Yol, Gide’in usta kaleminden çıkan bir başkaldırı – hezeyanlarla, keşfedilmemiş hazlarla ve ölümle dolu baştan çıkarıcı bir yapıt.

“Gide kategorilere meydan okur. Belle époque severler için fazla modernist, modernistler için fazla gerçekçi (ya da belki postmodern), meslek hayatının ortasındaki çağdaşları için fazla komünist olan, sonundakiler içinse yeterince komünist olmayan bir yazardı.”

“Sana övgüler sunarım,
Çünkü müthiş ve harika yaratılmışım.
Ne harika işlerin var!
Bunu çok iyi bilirim.”
139. Mezmur, 14

Henri Ghéon’a
açık yürekli arkadaşı
A.G.

ÖNSÖZ

Bu kitabı hiç gözümde büyütmeden sunuyorum. Acı kül dolu bir meyve bu; kireç tutmuş yerlerde gelişen ve susuzluğumuza daha da kötü bir yanmadan başka bir şey sunmayan, ama çölün altınrengi kumları üzerinde güzellikten de yoksun olmayan acı ebucehilkarpuzları gibidir. Öyle ki kahramanımı bir örnek diye sunsaydım, hiç de başarılı olmazdım, bunu benimsemek gerekiyor; Michel’in serüveniyle ilgilenme inceliğini gösteren ender kişiler, iyiliklerinin tüm gücüyle kötülediler onu.

Marceline’i bunca erdemle donatmam boşuna değildi; onu kendine yeğ tutmadı diye insanlar Michel’i bağışlamıyorlardı. Bu kitabı Michel’e karşı bir suçlama edimi olarak sunsam, daha başarılı olmazdım; çünkü hiç kimse kahramanıma duyduğu öfkeden dolayı minnet duymuyordu; göründüğü kadarıyla, bana karşı duyuyorlardı bu öfkeyi; öfke Michel’den benim üzerime taşıyordu; nerdeyse onunla karıştırmak istiyorlardı beni. Ama ben bu kitapta savunma da yapmak istemedim, suçlama da; suçlamadan uzak durdum. Bugün okur kitlesi, yazarın betimlediği edimden sonra bu edimden yana mı, yoksa ona karşı mı olduğunu belirtmemesini bağışlamıyor; dahası, olayın gerçekleşmesi sırasında bile konumunu belirtmemesini, Alceste’ten mi, yoksa Philinte’ten mi, Hamlet’ten mi, yoksa Ophelia’dan mı, Faust’tan mı, yoksa Marguerite’ten mi, Adem’den mi, yoksa Yehova’dan mı yanadır, açıkça belirtmesini istiyor. Hiç kuşkusuz, yansızlığın (kararsızlığın diyecektim) yüce bir düşünün kesin göstergesi olduğunu ileri sürmüyorum; ama bunca büyük düşünürün kesin sonuç çıkarmaktan tiksindiğini – ve bir sorunu ortaya koymanın onun çözülmüş olduğunu varsaymak olmadığına inanmaktayım.

Burada “sorun” sözcüğünü gönülsüzce kullanıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse sanatta yeterli çözümün sanat yapıtı olmadığı sorun yoktur. “Sorun”dan anladığımız “dram”sa bu kitapta anlatılan dramın, kahramanımın tininde oynanmakla birlikte, onun tekil serüveniyle sınırlı kalamayacak kadar genel olduğunu söyleyeceğim. Bu “sorun”u benim yarattığımı ileri sürecek değilim; benim kitabımdan önce de vardı; Michel ister utkuya erişsin, ister yenik düşsün, “sorun” varlığını sürdürüyor, yazar da ne utkuyu kesinleşmiş olarak görüyor, ne bozgunu. Kimi seçkin kişiler bu dramda yalnızca tuhaf bir durumun sunumunu, kahramanında da yalnızca bir hasta görmekle yetindilerse; burada çok önemli ve çok genel bir konumda birtakım düşüncelerin de yer alabileceğini anlayamadılarsa kusur, bu düşüncelerde ya da bu dramda değil, bu kitaba tüm tutkusunu, tüm gözyaşlarını ve tüm özenini koymuş da olsa, yazarın kendi beceriksizliğindedir. Ama bir yapıtın önemi ve bir günün okur kitlesinin ona gösterdiği ilgi, birbirinden çok farklı iki olgudur.

Sanırım, birtakım ilginç şeylerle saçmalık düşkünü bir kitlenin ilgisini çekmektense ilk günden hiç mi hiç ilgi çekmeme tehlikesini rahatlıkla yeğleyebiliriz. Ne olursa olsun, hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışmadım ben, yalnızca resmimi iyi yapmak ve iyi aydınlatmak istedim.

Kurul Başkanı Bay D.R.ye

Sidi b. M. 30 Temmuz 189.

Evet, düşündüğün gibi çıktı, sevgili kardeşim: Michel bizimle konuştu, anlattığı hikâye de işte bu. İstemiştin; ben de sana söz vermiştim; ama göndereceğim anda bile hâlâ duralıyorum, yeni baştan okudukça daha çok iğrenç geliyor bana. Ah! Dostumuz hakkında ne düşüneceksin? Öte yandan, ben ne düşündüm? Açığa çıkan korkunç eğilimlerin iyiye döndürülebileceğini inkâr ederek mahkûm mu edelim onu? – Ama bugün bu hikâyede kendilerini bulmayı göze alabilecekler çoktur, korkarım. Bu kadar akıldan, bu kadar güçten faydalanılabilecek mi – yoksa bütün bunlara vatandaşlık hakkı tanınmayacak mı? Michel devlete nasıl faydalı olabilir? Ne yalan söylemeli, bilmiyorum… Ona bir iş gerek. Büyük üstünlüklerinle kazandığın yüksek mevki, elindeki kudret bu işi bulmanı sağlayacak mı? – Acele et. Michel sadık bir dosttur: hâlâ da öyle; ama pek yakında yalnız kendi kendine sadık olacak artık.

Lekesiz bir gökyüzü altında yazıyorum sana; Denis, Daniel ve ben, burada bulunduğumuz şu on iki günden beri, ne bir bulut gördük, ne de güneş gökyüzünden eksildi.

Michel gökyüzünün iki aydır dupduru olduğunu söylüyor. Ne kederliyim, ne sevinçli; buranın havası pek bulanık bir coşkunlukla dolduruyor insanın içini, üzüntüden olduğu kadar sevinçten de uzak görünen bir durum içinde yaşatıyor; belki de mutluluk budur. Michel’in yanında kalıyoruz; onu bırakmak istemiyoruz; bu sayfaları okursan, bunun nedenini anlayacaksın; senin cevabını da burada, onun evinde bekliyoruz; gecikme. Michel’in Denis’ye, Daniel’e ve bana okul arkadaşlığından gelen müthiş bir sadakatle bağlı olduğunu biliyorsun, önceden de sağlamdı bu dostluk, ama her yıl biraz daha büyümüştü. Bir çeşit antlaşma vardı dördümüz arasında: Birimizin en ufak bir çağrısına, öbür üçümüz karşılık vermek zorundaydık. Böylece, Michel’den bu esrarlı tehlike işaretini aldığım zaman, Daniel ile Denis’yi hemen haberdar ettim, her üçümüz de, her şeyi bırakıp yola çıktık. Michel’i üç yıldır görmemiştik. Evlenmişti, karısıyla yolculuğa çıkmıştı. Paris’e son uğrayışında ise, Denis Yunanistan’da, Daniel Rusya’daydı, ben de, biliyorsun, hasta babamızın yanında kalmak zorundaydım. Bununla birlikte ondan hiç haber almamış da değildik, ama kendisini gören Silas ile Will’in verdiği haberler, bizleri ancak şaşırtmıştı. Bir değişim oluyordu içinde, bunu daha açıklayamıyorduk. Eski günlerin, hareketleri sınırlandırıla sınırlandırıla beceriksizleşmiş, dupduru bakışları fazla serbest sözlerimizi birdenbire kesiveren, pek bilgiç sofusu değildi artık. Artık o… Ama hikâyesinin söyleyeceği şeyleri ne diye şimdiden anlatayım sana. Denis, Daniel ve benim kararlaştırdığımız gibi, bu hikâyeyi sana yolluyorum. Michel bunu taraçasında anlattı bize, karanlığın içinde, yıldızların aydınlığında onun yanına uzanmıştık. Hikâyesi bittiği zaman, ovanın üstünde günün yükseldiğini gördük. Michel’in evi, biraz uzağında bulunduğu köyü de, ovayı da yukarıdan görüyor.

Sıcakta, bütün ekinler biçilince, bu ova çöle benziyor. Michel’in evi yoksul ve garip olmasına rağmen, sevimli. Kışın burada insan çok üşür herhalde, çünkü pencerelerde cam yok, pencere yok daha doğrusu, duvarlarda geniş geniş delikler var. Hava öylesine güzel ki, dışarıda, hasırların üstünde yatıyoruz. Yolculuğumuzun iyi geçtiğini de söylemeliyim sana. Buraya akşamüstü, sıcaktan bitmiş, yeniliklerden sarhoş geldik, öyle ya, yalnız Cezayir’de, sonra da Konstantin’de durmuştuk azıcık. Konstantin’den yeni bir tren, Sidi b. M.ye kadar getirmişti bizi, burada bir araba bekliyordu. Yol köyden uzaklarda bitiyor. Bu köy, Ombrie’deki bazı bucaklar gibi, bir kayanın üstüne kurulmuş. Yürüyerek çıktık yukarıya; iki katır valizlerimizi taşıyordu. Bu yoldan gelindi mi, Michel’in evi köyün ilk evi. Alçak duvarlarla kapalı bir bahçe, daha doğrusu duvarlarla ayrılmış bir ufak alan çevreliyor bu evi, içinde üç eğri nar ağacı, bir de pek güzel bir zakkum ağacı yükseliyor. Kabiliyeli bir çocuk vardı burada, biz yaklaşır yaklaşmaz duvara teklifsizce tırmanarak kaçtı. Michel herhangi bir sevinç göstermeden, gösterişten uzak şekilde karşıladı bizi; her türlü sevinç gösterisinden korkar gibiydi; yine de eşikte her üçümüzü de ağırbaşlılıkla kucaklayıp öptü. Geceye kadar, konuştuklarımız on kelimeyi geçmedi. Salonda aşağı yukarı tamamıyla meyvelerden meydana gelen bir akşam yemeği hazırlanmıştı, salonunun ihtişamlı dekoru bizi şaşırttı, neyse Michel’in hikâyesi açıklayacak bunu sana. Sonra kahve getirdi bize, kahveyi kendi eliyle hazırlamak istemişti. Ardından taraçaya çıktık, manzara göz alabildiğine uzanıyordu, her üçümüz de, ateş kırmızısına kesmiş ovada günün hızla batışını hayranlıkla seyrederek, Eyüb’ün üç dostu gibi bekledik. Karanlık çökünce, Michel konuşmaya başladı:

Birinci bölüm

I

Sevgili dostlarım, sadık olduğunuzu biliyordum. Çağrım üzerine koşup geldiniz, ben de sizin çağrınıza aynı şekilde koşardım. Oysa üç yıldır görmemiştiniz beni. Yokluğa böylesine iyi dayanan dostluğunuz, sizlere anlatacağım hikâyeye de dayanır umarım. Çünkü sizleri birdenbire çağırmam, pek uzak evime kadar getirtmem, sizleri görmek içindi yalnız, bir de beni dinlemeniz için. Bundan, yani konuşmaktan başka destek istemiyorum. Çünkü hayatımın öyle bir noktasındayım ki, daha ileriye gidemem. Yorgunluktan değil bu. Ama anlamaz oldum. İhtiyacım var… Konuşmaya ihtiyacım var, diyorum. Özgür olmasını bilmek hiçbir şey değil; güç olan, özgür olduğunu bilmektir. İzin verin de kendimden söz edeyim; sizlere hayatımı anlatacağım, alçakgönüllülüğe kapılmadan, gurura kapılmadan, kendi kendimle konuşuyormuşum gibi yalın, hatta daha da yalın bir şekilde. Dinleyin beni:

Aklımda kaldığına göre, son olarak Angers dolaylarında, düğünümün kutlandığı küçük köy kilisesinde görüşmüştük. Fazla kalabalık yoktu, dostların seçkinliği bu sıradan töreni, insana dokunan bir tören haline getiriyordu. Dostlarım heyecanlıymış gibime geliyordu, beni de heyecanlandırıyordu bu. Karım olacak kimsenin evinde,

kısa süren bir yemek, kiliseden çıktıktan sonra gene bir araya getirdi bizi; sonra, kafamızda evlenme fikrini bir rıhtım, bir istasyon hayaline bağlayan töre gereğince, ısmarlanmış araba bizi götürdü. Karımı pek az tanırdım, onun da beni daha fazla tanımadığını düşünürdüm, buna pek üzülmezdim de. Âşık olmadan evlenmiştim onunla, her şeyden önce, ölürken beni yalnız bıraktığı için üzülen babam, hoşnut olsun diye evlenmiştim. Babamı şefkatle severdim; aklım fikrim onun can çekişmesindeydi, son günlerini daha rahat geçirmesini sağlamaktan başka bir şey düşünmedim o hüzünlü günlerde; böylece, daha hayatın ne olduğunu bilmeden, hayatımı bağlamış oldum. Ölümcül bir hastanın başucunda kutlanan nişanımız gülüşsüz, kahkahasız oldu ama ağırbaşlı bir sevinçten de yoksun değildi, babamın duyduğu huzur öylesine büyüktü. Nişanlımı sevmiyorsam da, başka bir kadını da sevmemiştim hiç değilse, böyle düşünüyordum. Bana göre, mutluluğumuzu sağlamaya yeterdi bu; daha kendimi tanımadığımdan, kendimi ona tamamıyla verdiğimi sandım. O da öksüzdü, iki erkek kardeşiyle oturuyordu. Marceline yirmi yaşındaydı daha, bense dört yaş büyüktüm ondan.

Onu sevmediğimi söyledim; en azından aşk denilen şeye benzer bir şey hissettiğim yoktu, ama sevgiyle kastedilen şefkat, bir çeşit acıma, kısacası oldukça büyük bir saygı ise, onu seviyordum. O Katolik’tir,ben Protestan’ım… ama Protestanlığımı öylesine yüzeysel buluyordum ki! Papaz beni kabul etti; ben de papazı kabul ettim: Ustaca oynandı oyun. Babam, şu genel deyimle, “Tanrısız”dı, hiç değilse, onun da paylaştığını sandığım bir çeşit yenilmez hayâ ile, onunla hiçbir zaman inançları üzerinde konuşmadığımızdan, böyle olduğunu sanıyordum. Annemin o sert Protestan eğitimi, kendisinin güzel hayaliyle birlikte, yüreğimden silinmişti; onu pek genç yaşta yitirdiğimi biliyorsunuz. Bu ilk çocukluk ahlakının bize ne derece hükmettiğini de, kafamızda ne derin izler bıraktığını da aklıma getirmiyordum daha. Annemin bana ilkelerini aşılarken içimde tadını bıraktığı bu bir çeşit şiddeti, tamamıyla çalışmaya yöneltmiştim. Annemi yitirdiğim zaman on beş yaşındaydım; benimle babam ilgilendi, üzerime titredi, bütün tutkusu beni yetiştirmek oldu. Latinceyle Yunancayı o zaman da iyi bilirdim, onunla İbraniceyi, Sanskritçeyi, sonra Farsçayla Arapçayı da çabucak öğrendim. Yirmi yaşıma doğru, öylesine kıvamını bulmuştum ki, çalışmalarına beni de ortak etmeyi göze alabiliyordu. Benim kendisine eşit olduğumu ileri sürmekten zevk duyardı, bana bunu kanıtlamak istedi. Kendi imzasıyla yayımlanan Essai sur les cultes phrygiens benim eserimdi; şöyle bir gözden geçirmişti yalnızca; hiçbir zaman, hiçbir şey bu kadar övülmesine yol açmamıştı. Mest etti bu iş onu. Bana gelince, bu hilekârlığın başarı kazandığını görünce şaşırmıştım. Ama sonra ben de bilim alanına çıkarıldım. En üstün bilginler beni meslektaş sayıyorlardı. Bana verilen değere, şana, şöhrete gülüyorum şimdi… Böylece yirmi beş yaşıma geldim, yıkıntılardan ya da kitaplardan başka hiçbir şeye bakmamıştım hemen hemen, hayatla ilgili hiçbir şey bilmiyordum; çalışmada, görülmedik bir coşkum vardı. Sevdiğim birkaç dost vardı (bunlar sizlerdiniz), ama onlardan çok dostluğu seviyordum; onlara bağlılığım büyüktü ama bu soyluluk ihtiyacındandı; içimdeki her güzel duyguyu seviyordum. Zaten, kendi kendimden habersiz olduğum gibi, dostlarımdan da habersizdim, başka türlü yaşanılabileceği de bir an bile aklıma gelmemişti.

Babamla bana küçük şeyler yetiyordu; ikimizin de masrafı öylesine azdı ki, yirmi beş yaşıma geldiğim zaman, zengin olduğumuzu bilmiyordum. Onu bile sık sık düşünmezdim ya, kıt kanaat geçinebilecek kadar bir şeylerimiz olduğunu hayal ederdim; babamın yanında da öyle büyük tutumluluk alışkanlıkları edinmiştim ki, elimizde çok daha fazlası bulunduğunu anladığım zaman neredeyse huzurum kaçtı. Böyle şeylere aldırdığım bile yoktu, öyle ki, servetim hakkında daha belirli bir bilince, tek mirasçısı olduğum babamın ölümünden sonra bile değil, ancak evlilik anlaşmam sırasında vardım, Marceline’in bana hemen hemen hiçbir şey getirmediğini de o sırada fark ettim. Bilmediğim ve belki çok daha önemli olan bir şey de, zayıf bir bünyeye sahip oluşumdu. Nerden bilecektim? Kendimi hiç zorlamamıştım ki! Arada sırada nezle olur, önemsemeden atlatırdım kendi kendime. Sürdüğüm bu pek durgun hayat, beni hem zayıf düşürür, hem de korurdu. Marceline, tersine daha sağlama benziyordu; benden daha sağlam olduğunu ise, pek yakında öğrenecektik.

Daha evlendiğimiz akşam, Paris’teki dairemde yatıyorduk, bize iki oda hazırlamışlardı. Paris’te elzem alışverişler için gereken zaman boyunca kaldık ancak, sonra Marsilya’ya gittik, oradan da Tunus’a gitmek üzere gemiye bindik hemen. Acele işler, fazla hızlı gelişen son olayların yarattığı şaşkınlık, düğünün, yasımın daha gerçek heyecanından hemen sonra gelen kaçınılmaz heyecanı, bütün bunlar beni yorup bitirmişti. Yorgunluğumu gemide hissedebildim ancak. O zamana kadar her iş, yorgunluğumu artırıyor ama bu yorgunluğun farkına varmamı da önlüyordu. Gemideki zorunlu işsizlik, en sonunda düşünmemi sağlamıştı. Bu da, öyle sanıyorum ki, ilk defa oluyordu. Gene ilk defa olarak, işimden uzun zaman yoksun kalmaya razı oluyordum. O zamana kadar yalnızca kısa tatiller yapmıştım. Annemin ölümünden az bir zaman sonra, babamla birlikte İspanya’ya yaptığımız yolculuk bir aydan fazla sürmüştü, orası öyle; bir başka yolculuk, Almanya yolculuğu da altı hafta sürmüştü; sonra daha başkaları da olmuştu; ama hep inceleme yolculuklarıydı bunlar; babam bu yolculuklarda pek kesin araştırmalarından asla vazgeçmezdi; ben de, onun ardından gitmezsem, okurdum. Gene de, daha Marsilya’dan ayrılır ayrılmaz, Gırnata’nın, Sevilla’nın çeşitli hatıraları canlandı içimde, daha duru bir gök, serin gölgeler, eğlenceler, kahkahalar, türküler. “İşte gene bunları yaşayacağız,” diye düşündüm. Geminin güvertesine çıktım, Marsilya’nın uzaklaşışını seyrettim.

Sonra birdenbire, Marceline’i biraz yalnız bıraktığımı düşündüm. Öne oturmuştu, yaklaştım, ilk defa olarak ona dikkatle baktım. Marceline çok güzeldi. Biliyorsunuz; onu gördünüz. Bunu ilk kez fark etmediğim için kızdım kendi kendime. Yeni bir gözle bakamayacak kadar fazla tanıyordum; ailelerimiz hep bağıntıdaydı; onun büyüyüşünü görmüştüm; güzelliğine alışmıştım… İlk defa olarak şaştım, bu güzellik öylesine büyük görünmüştü bana. Siyah hasırdan sade şapkasının üstünde, büyük bir peçe dalgalanıyordu. Sarışındı, ama cılız görünmüyordu. Eteğiyle korsajı, birlikte seçtiğimiz bir İskoç şalındandı. Benim yasım yüzünden karalar giymesini istememiştim. Kendisine baktığımı sezdi, bana döndü… O zamana kadar, ona zorlama bir ihtimam göstermekten ileri gitmemiştim, aşkın yerini bir çeşit soğuk incelikle dolduruyordum iyi kötü, bu da, iyice görüyordum, onu biraz sıkıyordu; Marceline o anda kendisine farklı bir şekilde baktığımı sezmiş miydi? O da gözlerini bana dikti; sonra büyük bir şefkatle, bana gülümsedi. Konuşmadan, yanına oturdum. O zamana kadar kendim için, hiç değilse kendime göre yaşamıştım; karımdan arkadaşlıktan fazla bir şey ummadan, birleşmemiz yüzünden hayatımın değişebileceğini hiç mi hiç düşünmeden evlenmiştim. En sonunda, monoloğun bu noktada bittiğini anlıyordum. Güvertede yalnız ikimiz vardık. Alnını bana doğru uzattı; usulca göğsüme bastırdım; gözlerini kaldırdı; gözkapaklarından öptüm, birdenbire, öpüşüm sayesinde, yeni bir çeşit acıma duydum; içimi öyle bir doldurdu ki, gözyaşlarımı tutamadım. “Ne oldu sana böyle?” dedi Marceline. Konuşmaya başladık. Sevimli sözleri beni mest etti. Kadınların budalalığı üzerine elimden geldiğince bazı fikirler edinmiştim. O akşam, onun yanında, asıl beceriksiz ve sersem görünen benmişim gibi hissettim. Demek hayatımı kendisine bağladığım kadının da kendisine ait gerçek bir hayatı vardı! Bu düşüncenin önemi o gece beni birçok kereler uyandırdı! Daha alçak olan öteki yatakta yatan Marceline’in, karımın, uyuyuşunu görmek için birçok kereler doğruldum yatağımda. Ertesi gün gökyüzü pırıl pırıldı; deniz aşağı yukarı durgundu. Hiç de zorlama olmayan bir iki konuşma, huzursuzluğumuzu daha da azalttı. Evlilik gerçekten başlıyordu. Ekim ayının son gününün sabahında, Tunus’a çıktık.

Niyetim burada en fazla birkaç gün kalmaktı. Budalalığımı saklamayacağım sizden: Bu yeni ülkede Kartaca ile birkaç Roma kalıntısından başka hiçbir şey çekmiyordu beni: Octave’ın bana sözünü ettiği Timgad, Suse mozaikleri, hepsinden önce de El-Cem Amfiteatrı; gecikmeden oraya koşmak düşüncesindeydim. Önce Suse’ye gitmek, sonra da Suse’den posta arabasına binmek gerekiyordu; burada hiçbir şey beni uğraştırmaya değmesin istiyordum.

Bununla birlikte Tunus beni çok şaşırttı. Yeni duyulara dokundukça, benliğimin uyumuş, ama hiç kullanılmadıkları için bütün gizemli gençliğini korumuş olan kısımları, duyuları coşuyorlardı. Eğlenmek şaşırtmış, aptallaştırmıştı beni, en çok hoşuma giden de Marceline’in sevinciydi. Bu arada yorgunluğum her gün biraz daha artıyordu; ama ona boyun eğmek ayıp gibi geliyordu bana. Öksürüyordum, göğsümün yukarısında garip bir huzursuzluk duyuyordum. “Güneye doğru gidiyoruz,” diye düşünüyordum, “sıcak beni düzeltir.” Sefakis posta arabası Suse’den akşam sekizde ayrılır; gece yarısı birde El-Cem’den geçer. En iyi yerleri tutmuştuk. Rahatsız bir posta arabası bulacağımızı sanıyordum; tam tersine, oldukça rahat bir şekilde yerleştik. Ama soğuk!.. Güney havasının yumuşaklığına nasıl öyle çocukça güvenmiş de ikimiz de hafif giyinmiş, yanımıza bir tek şal almıştık? Suse’den ve tepelerin koruduğu yerlerden çıkar çıkmaz, rüzgâr esmeye başladı. Ovada oradan oraya esiyor, zıplıyor, uluyor, ıslık çalıyor, pencerelerdeki her aralıktan içeriye sızıyordu; insanı hiçbir şey koruyamazdı ondan. Tamamıyla donmuş olarak vardık, üstelik ben, arabanın sarsıntılarıyla, bir de beni daha fazla sarsan öksürükle bitkin düşmüştüm. Ne geceydi o! El-Cem’e geldik, han yoktu, iğrenç bir izbe tutuyordu onun yerini. Ne yapacaktık? Araba da gitmek üzereydi. Köy uyumuştu; uçsuz bucaksız gibi gelen karanlıkta, yıkıntıların şekilsiz kitlesi bulanık bir şekilde, şöyle bir belli oluyordu; köpekler uluyordu. İçine iki sefil yatak kurulmuş, toprak bir odaya girdik. Marceline soğuktan titriyordu; ama rüzgâr burada bize ulaşamıyordu hiç değilse.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıAyrı Yol
  • Sayfa Sayısı160
  • YazarAndre Gide
  • ISBN9789750751783
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Pastoral Senfoni ~ Andre GidePastoral Senfoni

    Pastoral Senfoni

    Andre Gide

    Zihnimizdeki hayaletlere ve canavarlara kulak asmadan yalnızca gerçek kötülüklerle yetinsek hayat ne kadar güzel, ıstırabımızsa ne kadar katlanılabilir olurdu. İsviçre Alpler’inde yaşayan bir papaz,...

  2. Dostoyevski ~ Andre GideDostoyevski

    Dostoyevski

    Andre Gide

    Dostoyevski biyografisini Andre Gide’in kaleminden sunuyoruz. Eser, Dostoyevski gibi bir yazın devinin çile dolu yaşamının yanı sıra asıl hayatını yönlendiren yazma tutkusunu da gözler...

  3. Dar Kapı ~ Andre GideDar Kapı

    Dar Kapı

    Andre Gide

    Timaş Edebiyat’ın Çağdaş Dünya Edebiyatı dizisinden çıkan ikinci kitabı, Nobel ödüllü yazar André Gide’in Dar Kapı adlı şaheser niteliğindeki eşsiz romanı… Hayatın biricik anlamı...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Tuhaflıklar Ailesi Yollarda ~ John David AndersonTuhaflıklar Ailesi Yollarda

    Tuhaflıklar Ailesi Yollarda

    John David Anderson

    Sıradışı bir ailenin sıradışı yolculuğu… Üç Çocuk, Bir Öğretmen ve Unutulmaz Bir Gün adlı bol ödüllü kitabından tanıdığımız Amerikalı yazar John David Anderson’ın imzasını taşıyan Tuhaflıklar Ailesi...

  2. Nişanlıya Mektuplar 1820-1822 ~ Victor HugoNişanlıya Mektuplar 1820-1822

    Nişanlıya Mektuplar 1820-1822

    Victor Hugo

    Hugo’nun, Adèle Foucher ile acı, sevinç, kıskançlık ve mutluluk dolu yazışmalarının yer aldığı Nişanlıya Mektuplar, yazarın bir genç adam olarak portresini sunarken, tutkulu ve...

  3. Madenci ~ Natsume SosekiMadenci

    Madenci

    Natsume Soseki

    “İnsanların olmadığı bir yere gidip bir başıma yaşamak istiyorum.” Japonya’nın en tanınmış ve en saygı duyulan yazarlarından biri olan, Üç Köşeli Dünya, Gönül ve Ardından gibi eserlerin yazarı Natsume...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur