Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Deniz Gülümsüyordu Uzaktan
Deniz Gülümsüyordu Uzaktan

Deniz Gülümsüyordu Uzaktan

Serhan Ergin

Nedenler, özlemler, bir türlü akıldan çıkmayan eski günler, Alaçatı’nın sesi, hayat duvarı… Asfalt ateşi, ev çölü, yeryüzünün şimdiki hali… Yıllar sonra doğup büyüdüğü yere…

Nedenler, özlemler, bir türlü akıldan çıkmayan eski günler, Alaçatı’nın sesi, hayat duvarı… Asfalt ateşi, ev çölü, yeryüzünün şimdiki hali… Yıllar sonra doğup büyüdüğü yere dönen Fikret’in yalpalayışları, eksik aşkları, üzgün ve bulanık, havaya karışan kırıklıkları. Pencerelerde çiçekler.

Deniz Gülümsüyordu Uzaktan, erken gitmenin ve geç kalmanın, bir türlü yakalayamamanın romanı.

Serhan Ergin, ustalıkla deniz kenarlarını anlatıyor. Usul usul çöreklenen yavaşlığı, yarım kalmışlığı…

bir

Otobüs makilerle kaplı yamaçların arasından, mahmur birinin yürüyüşü gibi, yorgun ve sessizce salınarak ilerliyordu. Çağlar öncesinin bir İon kentine doğru, Ege Denizi’ne, sardunya ve begonvil bezeli bahçeler, taştan evler ve zeytin ağaçları ile dolu köylerin olduğu, ıtır kokan sahil kasabasına doğru. “Eskiden kıyıyı takip eden yoldan gidilirdi, şimdi böyle dağların, tepelerin arasından, doğru dürüst bir şey göremeden gidiliyor,” diye düşündü Fikret. Rüzgâr güllerini gördü uzakta, çocuk odasında yerlere saçılmış duran oyuncaklar gibiydiler. Henüz kasabaya varmamışsa da, gördüğü şu top top tepeler, koyu yeşil renkli makiler bile çocukluğunun gözlerinin önünde canlanıvermesine yetmişti. “Köyün meydanında, köprü başında toplanırdık. Artık top mu oynanacak, misket mi, ya da saklambaç, orada karar verilirdi.

Geceleri ise hep saklambaç oynardık. Arkasına saklandığım bir bitkinin önünde veya köyün aşağılarında bir sokakta son sürat koşarken babam çıkıverirdi karşıma.” Aniden karşısına dikilen babasını düşündü. Uçları yukarı kıvrık gür kaşları, öfkeyle sıkılmış yumruklarıyla gecenin içinde bir dev halini alırdı. “…Oyunun bitişi.” Sonraları, yaşı ilerledikçe köy sınırlarını aşıp, kasabaya gitmeye başladıklarını hatırladı, Alaçatı ya da Ilıca’ya. Kahvede çay ve oralet içtiklerini, deniz kenarında oturup birbirlerine uzaktaki adalar hakkında türlü efsaneler anlattıklarını. Bu sırada otobüs camından görünen manzarada makiler azalmış, zeytin ağaçları artmıştı. Cümbür cemaat zeytin toplamaya gittikleri zamanlar canlandı zihninde; annesi, teyzesi, eniştesi, kuzenleri. Bütün gün zeytinler arasında geçerdi. Annesi yanında erzak getirir, öğle saatinde yere geniş bir örtü serilir, herkes örtünün üzerine oturur yemek yerdi. Neşeli bir hava hatırladı, güzel yüzler. İnanamıyordu aradan bunca yılın geçtiğine, hem de birdenbire, apansız geçiverdiğine inanası gelmiyordu.

Otobüs, otoyoldan çıktı. Tam karşıda, hoş bir kavisle uzanan kasabayı gördü. Hatırladığına yahut hayal ettiği manzaraya hiç benzemese de güzeldi yine de. Beyaz taş evler, palmiye ağaçları, mor ve pembe begonviller ile insanın içini yumuşatan bir görünüme sahipti kasaba. Fakat çok büyümüştü. Hayret etti. Otobüs usul usul ilerleyip kasabanın içine girdi. Binalar inanılmayacak derecede artmış, yollar genişlemiş, kavşaklar yapılmış, her tarafta dükkânlar, süpermarketler açılmış ve bu haliyle kasaba handiyse bir şehir olmuştu. Henüz açılma saati gelmemiş lokantaların, emlakçıların, mobilya mağazalarının ve marketlerin önünden geçtiler. Derken otobüs, eski belediye binasının önünde homurtular çıkararak durdu. Fikret doğruldu oturduğu koltuktan. Bir bacağı uyuşmuştu, karıncalandı. Güçlükle yürüyerek indi otobüsten. İner inmez nemli hava çarptı yüzüne, derin bir nefes aldı. Muavin devasa valizini getirip, önüne, kaldırımın üzerine bıraktı. Otobüs tekrar homurtular çıkararak hareket edip önünden çekilince, nihayet tanıdık bir şeyler görerek rahatladı Fikret. Kıpırdamadan etrafına bakındı. Dükkânların kepenkleri birer ikişer kalkıyor, ekmek ve gazete taşıyan kamyonetler gelip gidiyor, kafelerin masaları siliniyor, yeni bir günün hazırlığı yapılıyordu. İleride, sağdaki tepede tarihî değirmeni gördü. Onun etekleri bile masalarla dolmuştu. Parkta, çimlerin üzerinde köpekler uyanmış, bir gözleriyle olan biteni izliyorlardı umursamazca. “Burası benim memleketim,” diye düşündü. “Büyüdüğüm yer. Oysa şimdi o tanıdıklığı, sıcaklığı duyumsamıyorum.” Kendisini bir turist gibi hissetmişti. Yerlisi olarak ayrıldığı kasabaya bir turist gibi dönmek canını sıktı.

“İnsanın çocukluğunu yaşadığı yer, insana ne kadar yabancılaşabilir ki?” Ağır valizini çekiştirerek yolun karşısına geçti. Nemli ve serin havayı ciğerlerine derin derin çekmek hoşuna gidiyordu. Gökyüzü minik parçalar halinde binlerce bulutla doluydu. Derin nefesler alırken havadaki çiçek kokularını ayrımsadı. Bu kokuları unutmamıştı. Çok bekletmeden geldi köye gidecek minibüs. Muavinlik yapan ufaklığın yardımıyla çıkarabildi valizini basamaktan. Minibüste şoför ve muavin çocuktan başka iki kişi vardı yalnızca. En arka koltuğun sağ köşesine oturup alnını cama dayadı. Otobüsün geldiği caddeden gerisin geri gittiler, otoyol girişinin olduğu kavşaktan Reisdere’ye giden yola saptılar.

Az önce uzaktan gördüğü ve sevimli bulduğu rüzgâr gülleri, şimdi yakınında, ürkütücü birer makineye dönüşmüştü. Tek tük ağaçların olduğu, çorak arazinin ortasından ilerledi minibüs. Yorgundu Fikret. Gözkapakları ağırlaşmıştı. Buna rağmen yılların hasretiyle çevresine bakıyor, gözlerini açık tutmaya çalışıyordu. Akşamdan bu yana yoldaydı; havaalanları, uçaklar, servisler, otobüs ve şimdi de bu minibüs. Yine de, tüm yorgunluğuna rağmen, doğup büyüdüğü yerlere dönmenin hüzünlü sevincini duyuyordu içinde. On dakika sonra gördü Reisdere’yi uzakta. İşte, kayalık yamaçların ve seyrek ağaçların arasında, birlikte durmaya, beraber var olmaya çalışır gibi görünen öbek halindeki evleri ve taştan bahçe duvarlarıyla yıllar önce ardında bıraktığı köyü oradaydı. Doğruldu, daha dikkatli baktı.

Yıllar içerisinde kısa tatiller için geldiyse de hiç alıcı gözle bakmamıştı. Büyümüş müydü? Eh, biraz. Değişmiş mi peki? Eskiden daha çok ağaç vardı sanki, zeytinler nereye gitmişti? Issızlığın ortasında, yabanî bir hayvan gibi, ürkek ve sessiz duruyordu. Minibüs köye girdi, küçük köprüyü geçti, ileride kahvenin karşısında durdu. “Reisdere,” dedi şoför. Fikret ayağa kalkıp, bindiği gibi yine aynı zorlukları yaşayarak indi. İndiği gibi durdu ayakta, karşısındaki kapalı kahvehaneye, yanındaki bakkal dükkânına, parke taşı kaplı yolun iki yanında istif halinde dizilmiş iki katlı evlere baktı. “Eskiden daha güzeldi,” dedi. Taş evler yerini betonarme binalara bırakmıştı, ortalık fazlasıyla tenhaydı ve burada insanı tedirgin eden bir boşluk, renksizlik vardı. Uzaktan gelen eski bir motosikletin gürültüsü sessizliği yırtıverdi.

Bakkalın önündeki tahta iskemlelerde iki yaşlı adam oturmuş birbirlerine gazete manşetlerini göstererek konuşuyorlardı. Kapalı kahvehanenin içinden beyaz önlüklü, başı kel bir adam çıkıp, masaların üzerine ters çevrilerek konulmuş sandalyeleri indirip yerleştirmeye başladı. Hiçbirini tanımıyordu Fikret. Motosikletin gürültüsü her an yaklaşıyor, katlanılmaz bir hal alıyordu. Keyifsiz bir surat ifadesiyle dönüp baktı. Motosikletin üzerinde genç bir oğlan vardı, bakkala doğru yanaşıyordu. Yeterli mesafeye geldiğinde Fikret aniden irkildi. Bu tanıdığı bir yüzdü, Kemal! “En son ne zaman gördüm onu?” diye geçirdi içinden. “Üniversiteyi bitirdiğim yıl olsa gerek. Neredeyse yirmi yıl olacak. Kemal motosikleti bakkalın önünde durdurup indi ve içeri girdi. Fikret kahvehanecinin içtiği sigaraya özenip, midesi boş olmasına karşın gömlek cebinden çıkarıp yaktı bir tane. “Kemal… Ne zaman böyle koca adam oldun sen? Son gördüğümde toy bir çocuktun.” Kemal dükkândan çıktı. Tam motosikletine binmek üzereyken, kendisine dikkatle bakan Fikret’i fark etti.

Aralarındaki beş-altı metrelik mesafeden, karşılıklı bakıştılar kısa süre. Sonra, bu bakışma tuhaf bir hal almasın diye, Fikret, usulca “Günaydın,” dedi. Kemal öne doğru eğilip, gözlerini kısarak karşılık verdi: “Günaydın?” Ardından ekledi: “Birini mi arıyorsunuz?” Fikret’in göğüs kafesinde bir nokta cız etti. “Beni tanımadı,” dedi içinden, “aynı yatakta uyuduğum, aynı odayı paylaştığım, uyutmak için dizimde salladığım, oyunlarda koruyup kolladığım benim küçük kardeşim beni tanımadı.” Sigarasından derin bir nefes çekti ve hafifçe gülümseyerek, “Evet,” diye yanıt verdi, “Kemal’i arıyordum.” Kemal başını geriye çekerek doğruldu. Hâlâ mı tanımamıştı, yoksa bu karşılaşma anını uzatmaya mı çalışıyordu? Yüzünde gergin bir ifade vardı. Neden sonra “Ağbi?” diye seslendi, “ağbi sen misin?”

“Benim Kemal, benim.” Kemal iki sıçrayışta Fikret’in yanına geldi. Bakışlarında, tanıdığı birine bakarkenki ifade yoktu, öyle yapması gerektiği için sarıldı ağabeyine. Aslına bakılırsa Fikret’in de onu pek tanıdığı söylenemezdi. Yıllar, ağabey ile kardeşi, kalın, aşılmaz, yüksek bir duvar gibi bölmüş, ayırmıştı. Şimdi o yüksek duvarın üzerinden gözlerini uzatmış öte tarafa bakıyordu ikisi de. Bir deri bir kemik, burnundan sümüğü sarkan o ufaklık nerede, bu güçlü kuvvetli, yağız delikanlı nerede? “Demek sonunda geldin ağbi ha? Bu kadar çabuk gelmeni beklemiyorduk doğrusu, işleri güçleri ayarlaman zaman alır sanıyordum.” “Geldim Kemal, geldim,” diyebildi yalnız Fikret. Aslında kardeşiyle ilk karşılaşmasına dair pek çok tasarısı vardı zihninde, ancak Kemal’in Reisdere’yi arkasına almış ona iyimser bir yüzle baktığı şu anda konuşmakta güçlük çekiyordu. “Vay be ağbi! Eve geldin ha!”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ne Güzel Bir Sabah ~ Serhan ErginNe Güzel Bir Sabah

    Ne Güzel Bir Sabah

    Serhan Ergin

    Gördün mü birkaç saniye nelere mâl oluyor… Yıllardır kendine dahi itiraf etmeden beklediğin o adam belki şimdi seni arıyor olacaktı. Belki de her şey...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Velhasıl ~ Ercan KesalVelhasıl

    Velhasıl

    Ercan Kesal

    “‘Geçmiş’, ‘bugün’ dediğimiz şeyin içinde saklı duran bir anılar yumağı. Aynı zamanda gelecekten de kehanetler içeren bir yumak bu. Yaşadığımız her şey, ardımızdan yuvarlanıp...

  2. Her Gün Perşembe Olsa ~ Attilâ ŞenkonHer Gün Perşembe Olsa

    Her Gün Perşembe Olsa

    Attilâ Şenkon

    Yaşlı kadının plastik bir kutu içinde sunduğu lokumları sever, hele pembe olanlara bayılırdı. Yaşlı kadın güllü diyordu onlar için. Tadını tam çıkaramadığı, ama limona...

  3. Sürüne Sürüne Erkek Olmak ~ Pınar SelekSürüne Sürüne Erkek Olmak

    Sürüne Sürüne Erkek Olmak

    Pınar Selek

    “Teslim olduğum ilk gece ağladım. Özlemden, endişeden… Ama askerlik gerçekten erkekliği pekiştiriyor. Çocukluk durumunu atıyorsun, kendine olan güveninin şey yapıyor. Silahtır milahtır, Allah’tır, vatandır;...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur