Dönemine göre sıradışı, bağımsız ve güçlü bir kadın olan Ulviye Hanım, aynı zamanda edebiyata düşkün, sıkı bir roman okurudur. Gün gelir okuduklarıyla yetinmeyerek gerçek bir olayın nasıl yaşanabileceği merakına kapılır. Bunun için karşı yalıdaki komşusu Dürdane Hanım’ı henüz icat edilen telefon aletiyle dinlemeye başlar: Dürdane Hanım saplantı derecesinde âşıktır, üstelik kendisine eskisi kadar yüz vermeyen sevgilisinden bebek beklemektedir. Bu tam da Ulviye Hanım’ın aradığı türden bir hikâyedir. Kendisi de bu hikâyeye kâh erkek kılığına girerek, kâh hafiye gibi iz sürerek, kâh hemcinsi adına intikam planları kurarak dâhil olur.
Henüz 17 Yaşında romanında Beyoğlu’nun eğlence hayatını tasvir eden Ahmet Mithat, bu eserinde de bizi Galata âlemlerine götürür. Bir vakitler yeniçerilerin mekânı olan, sonra müdavimlerinin ayaktakımıyla yer değiştirdiği Galata, çok kültürlü yapısı, karnavalları ve belalılarıyla hem korkulan hem cezbeden bir yer olarak okura kapılarını açar.
*
Birinci Bölüm
Acem Ali Bey
Galata’dan geçerken birtakım geniş meyhaneler görürsünüz ki yirmi yirmi beş arşın1 genişliğinde ve kırk elli arşın uzunluğundadır. Bu meyhanelerin sokağa yakın tarafında süslüce bir tezgâh görüp de onun ön tarafında da eski Yunanlıların Şarap Tanrısı Baküs’ün2 sarhoş resimlerine bakarak, bunları zamanımızdaki medeni ilerlemelerin ortaya çıkardığı yeni yetişmelerden zannetmeyiniz. Diğer tarafında meyhanenin boylu boyunca iki veyahut üç sıra olarak üst üste dizilmiş olan beşer yüz kiloluk fıçılara dikkat ediniz.
Gerçi bu fıçılar üzerinde numaralar da göreceğinizden belediyenin dükkân ve evlere numaralar koyduğu3 zamandan beri akıllara gelmiş olan şu numaralar size bu fıçıların da henüz birkaç seneden beri var olduğunu zannettirir ve özellikle bazı meyhanelerde bunların çividi veya beyaz renklere boyanmış görünmesi bu zannınızı kuvvetlendirirse de o fıçılar, aynı elli beş yaşından sonra ustura ve ibrişim1 ve pomatlarla kendisine gençlik ve tazelik vermeye çalışan kart ve kıranta2 herifler gibi görünüşte süse büründüklerinden zamanın şıkları3 gibi genç sayılmazlar. Yağmur yağış görmeyen meşe tahtaları kaç yüz sene dayanabilirse bu fıçıların da oracıkta ne zamandan beri içki erbabının hizmetinde olduğunu tahmin edebilirsiniz. Hem de bu tahmininizde mübalağa korkusu sizin yanınıza bile uğramaz.
Gerçi şimdi bahsedilen meyhanelerin çoğunda bu fıçılar boştur. Boş olmalarıysa ne kadar ihtiyar olduklarını tahmin etmeye daha çok yardım eder. Çünkü onların içini mesken tutan örümceklerin her biri neredeyse yengeç büyüklüğünü almış ve renkleri bozarmış olduğundan, doğa tarihiyle ilgileniyorsanız bu örümceklerin yetmiş seksener yaşında oldukları hükmünde tereddüt etmezsiniz.
Bugün hiçbir bekri4 bulamazsınız ki bu fıçılar tamamen dopdoluyken sarhoşlukta aşırıya kaçan ayyaşların şöyle kasvetli bir mahalde tiril tiril terlemekten bayıldıkları gibi, o fıçıların da içlerindeki sıvıları tahtalarının aralarından ve deliklerinden sızdırdıklarını veya içki için içleri titrediği halde cepte parası olmayan mahrumların meyhane önlerinde ağızlarının sularını akıtmaları gibi, bu fıçıların da ağaç musluklarından damlalar damlattıklarını hiç olmazsa çocukluğunda görmüş ve hâlâ unutmamış olsun. Bununla beraber bir vakit bahsettiğimiz meyhanelerin bu meziyeti inkâr edilemez olup, sonradan çağın değişmeye başlaması ve özellikle yeniçeri dayılarının sonsuzluğa çekilip gitmesi üzerine bunların da çağın ilerlemesine ayak uydurması gerekmiştir de şimdiki yenilik meydana gelmiştir.
Yoksa vaktiyle “zecriye”1 denilen ve daha sonra “müskirat rüsumu (içki vergisi)” adını alan özel verginin asıl olarak bu meyhaneler için konulmasıyla o fıçılar hâlâ iftihar eder.
Bugün kendilerinin yerini alan damacanalara, binliklere,2 kadehlere karşı onlar olgun ve uygun bir dille derler ki, “Hey gidi züğürt şıklar hey! Bizim itibar gördüğümüz bereketli zamanlarda bu mahalleler içinde ‘bir kadeh!’ veyahut ‘bir mastika!’3 gibi tabirler kullanılmazdı. ‘Bir elli!’ yahut ‘okkalik!’4 denilip, dört elli içmekle yetinen sarhoşların yüzüne bile bakmazlardı. Bir baş tömbekiyi5 nargilede içinceye kadar okkalığı sızdıran ve meze olarak da bir çeyrek turpla yetinen bekrileri şimdi tezgâh önünde resmi görülen Baküs görseydi şarap tanrılığından istifayla makamını onlara terk ederdi. Buraya “su” denilen şey ancak kap kacak yıkamak için girerdi, yoksa öyle bir kadeh rakının yanında koca bir bardak da su bulunduğunu o koca bekriler görselerdi, “Eyvah, ne günlere kaldık! Suyla mı keyif yetiştireceğiz!” diye sinirlenirlerdi.
İşte şimdi gördüğünüz meyhaneler kendi hallerince, kendi âlemlerince böyle büyük büyük günler görmüş eskilerden olup onlara nispetle aynalı gazinolar falanlar çocuk oyuncağı gibi kalırlar.
Bunlarda o eski fıçıların yerini bugün binlik ve damacanalar işgal ettiği gibi, müdavimlerince de bir zamanın yeniçerileri ve kalyoncularına karşılık şimdi tulumbacılar, sırık hamalları,1 Rum sandalcıları ve yankesicileri falanlar görülmekteyse de gerek damacananın ve gerek fıçının içindeki içki hep o insanın aklını başından alan sıvı olduğu gibi, gerek yeniçeri ve kalyoncuların ve gerek tulumbacı ve sandalcıların damarlarında dolaşan kan da hani şu gazap ateşiyle kaynadığı zaman insanı hunharca cinayet işlemeye sevk eden kan olduğundan, bu durumda önceki müdavimlerle şimdiki müdavimler arasında bir fark kalırsa o da öncekilerin birer arşın piştovlarıyla2 birer buçuk kulaç yatağanlarının,3 bellerini silah deposuna benzettiği halde şimdikilerin birer karış kamalarının kıçları üzerinde kuşak arasında sıkışıp kalmış olmasından ve altı ateşli küçücük revolverlerinin de ceplerinde bulunmasından ibarettir.
Yoksa bir meyhane içinde hay huy deyinceye kadar bir adamın dört beş yerinden yara yiyerek, zaptiyeler yetişinceye kadar ya arka veyahut ön kapıdan sıvışan katilin arkası sıra yaralının da can vermesi ve katilinse izinin bile belli olamaması veyahut zaptiyeler yetiştikleri halde zaten sarhoşken döktüğü kanın yanında kendi kanını da başına sıçratmış olan katilin beş altı zaptiye üzerine saldırışı veya onlardan da birkaçını yaralamak veyahut birkaç süngü ve kurşunla kendisinin geberip gitmesi gibi neticelerin gerçekleşmesi şimdi de öncekinden nadir değildir.
Şu tasvirimize bakıp da Galata caddesini tramvayla dahi geçilmesi tehlikeli olan bir cadde olarak mı düşünüyorsunuz? Gerçi yakın zamanlarda, hem de bu cadde. üzerinde görülen olaylar hatırlanırsa böyle bir düşünceye kuvvet verebilirsiniz. Lakin siz kendi halinizde gezer yürür bir adamsanız Galata caddesinde sizin için düşünülebilecek tehlikeler ya saatinizin veya para kesenizin başına gelip, siz böyle bir sadakaya karşılık her beladan korunmuş olabilirsiniz. Oraların en büyük tehlikesi yine oralarda tehlike arayan serseri ve serkeşlere mahsus olup, onlar birbirinin kanını içmek hususunda kurtlardan bile vahşidirler.
Fakat büyük caddenin sağında ve solunda olan sokaklardan içerilere girmek isterseniz işte o zaman hiç teminat verilemez. Zira büyük cadde üzerinde jandarmaların parıl parıl parlayan gözleri suça eğilimli olanların gözlerine çarptıkça kamaşmaktaysa da iç sokaklarda ve bilhassa bunların gözlerini rakı buharı veyahut kan bürümüş olduğu zaman dostu da düşman diye görecekleri ve hele olaydan bağımsız olan gelen geçeni hiç tanımayacakları ortadadır. Zaten bugün asıl yankesici, asıl batakçı, asıl kanlı ve katil olanlar zaptiyenin gözünün kolay kolay görebileceği yerlerde o kadar çokluk barınmayarak en ücra ve tenha yerleri kollaştırırlar.
Maksadımız Galata hakkında kısaca bir fikir vermek olduğundan yalnız bu kadarla yetinebiliriz. Zira hikâyemizde Galata’ya ait olan hadiseler, o yeri bundan fazla açıklamaya da gerek göstermeyecek kadar kısadır.
Şimdi ne şu fıçıların rağbet gördüğü zaman kadar eski ve ne de dün veyahut evvelki gün denilebilecek kadar yeni bir zamanda bir cumartesi akşamıydı ki Galata’nın her meyhanesi hinca hınç dolmuştu.
Hâlâ da Galata’nın en kalabalık zamanı, cumartesi akşamından pazar akşamının saat on birine, on ikisine kadar süren zamandır. Zira İslam olsun Hıristiyan olsun Yahudi olsun Galata ahalisinin yüzde doksanı, gerek doğrudan doğruya gerek dolaylı olarak, gümrüklerle ve Avrupalılarla alakalı olan işlerle meşgul olduğundan bunların ve büyük tacirlerin pazar tatilleri herkes için de zorunlu bir tatil günü gibidir.
Gerçi mevsim karnaval1 mevsimi olmayıp sonbaharın ilk ayı olan eylül içinde bulunuluyorduysa da Galata’nın karnavala falana ihtiyacı var mıdır? Karnavalda da Büyük Perhiz’de de ilkbaharda, sonbaharda Amerika Tiyatrosu1 vesaire gibi eğlence yerleri, yetmiş iki milletin bin renkli bayraklarıyla donanmış bulunarak, hele tatil zamanlarında her meyhanenin önünde laterna2 denilen birer sandık çalgısı bulunması Galata’yı ebedi bir bayram haline koyar.
Sarhoşluk! Malum ya! Sarhoşluk arabacılığa benzemez derler. Halbuki hiçbir şeye benzemez. Bir hafta süreyle Şirket-i Hayriye3 vapuruna kömür vermekle kömürden bir adam gibi olan Muşlu bir Ermeni’ye bu akşam meyhanede bakınız ki op orta yere bir iskemle koyup üzerine oturmuş ve etrafına üç tane laterna alarak bunların üçü birden başka başka havalar çaldıkları için yaygaradan beter bir gürültü meydana getirmelerine karşılık kendisi de naraları attıkça mızıkaların sesini bastırarak etrafı güm güm gümletmekteydi.
Bu kömürden insanın veyahut insandan kömürün sarhoşlukla bir kat daha parlamakta olan gözlerine ve homurdandıkça dişlerinin beyazlığı, dudaklarının ve dilinin kırmızılığıyla karışarak yüzüne gülünç bir görünüm verdiğine bakıp da yalnız gülmekle yetinmeyiniz. Bu hale gelmiş olan bir adamın karnavala Paskalya’ya falana hiç ihtiyacı kalmadığını düşünerek her akşam Galata’da böyle binlerce gözü kara kimseler bulunduğu için Galata’nın her zaman karnaval halinde olduğunu da kabul ediniz.
Bahsettiğimiz akşam, bu meyhanelerin birinde, orta boylu, sarı bıyıklı, sarı benizli, tahminen otuz beş yaşında ve mavnacı kıyafetinde bir adam ta meyhanenin içinde sağ taraftaki köşeye oturmuş, önünde bulunan bira kadehiyle arada sırada bir kere dudaklarını ıslatmaktaydı.
Biz bu adamın otuz beş yaşında kadar olduğunu, kendi hakkında ilk haberlerden olmak üzere hemen söylediysek de görünüşüne dikkat edenler bunun kırk beşini geçmiş olduğuna veyahut ömrünü gününü suiistimal edip yıpratarak gençken ihtiyarlamış bulunduğuna karar verirler.
Çoğunlukla sarı benizli olan adamların çehresinde insanın hoşuna gidecek ve belki de insanı acındırarak kendisini sevdirecek hüzünlü bir tavır bulunursa da bu sarı, o sarılardan değildi.
Gerçi şu oturduğu yerde pek süklüm Büklüm, pek heyecanlı bir tavırla oturuyorduysa da arada sırada bir kere gözlerini bir tarafa çevirip de dikkatlice bakacak olursa sarı gözlerinden sanki alevler çıkarak, baktığı yeri demir olsa eritecek zannedilirdi.
Vakit akşamın saat yarımı olup bu zamanda Galata içinde meyhanede oturanlardan hiçbirisi artık ayık sayılamayacakları gibi, herkes ahbabını ve arkadaşını bulmuş olduğundan yalnız başına oturur hiçbir adam da görülememekteydi. Tarif ettiğimiz sarı herifin ise hem yalnız hem de hâlâ ilk bira kadehiyle dudaklarını ıslatıyor oluşu ve bu içkiyle yetinmiş olması dikkat çekiciydi. Fakat herkes sarhoşluk denizinde boğulduğu sırada bu dikkat kimde olacak?
Meğer Galata’da bizim sarı herife benzer bir adam daha varmış. Buysa kıranta bir Rum’du ki kalıbı kıyafeti, hırsızlıkta ve yankesicilikte artık pir olduğunu ilk bakışta anlatırdı. Zaten bu vakit Galata’da belli bir niyeti olan yankesiciden başka kim ayık bulunabilir?
Kıranta Rum bizim sarı herifin yanına geldiği zaman eski bir dostuna tesadüf etmiş gibi güleç bir tavırla dedi ki: -Vay! Akşamlar hayrolsun Sohbet Ağa!
-O! Akşamlar hayrolsun Papazoğlu! Yine buralarda ne geziyorsun bakalım?
-Ne yapalım a gözüm? Bizim sandalımız yok, mavnamız yok! Biz de çoluk çocuk sahibiyiz. Ekmek parası ister. Fakat sen böyle yalnız oturmaktan…
Bilirsin ki ben her vakit yalnız otururum. Ee, bu akşam kimi gözüne kestirdin bakalım?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Klasik Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıDürdane Hanım
- Sayfa Sayısı160
- YazarAhmet Mithat Efendi
- ISBN9786254293979
- Boyutlar, Kapak12,5 x20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bıyık Söylencesi ~ Tahsin Yücel
Bıyık Söylencesi
Tahsin Yücel
Birincisi, insanlar yaşadıklarını çok çabuk unutuyorlardı. İkincisi, özellikle sıra dışı bir nesneyi ya da kişiyi artık görmez oldular mı, görüntüsünü belleklerinde olduğu gibi saklamaya...
- Saklı Kitap ~ Sibel Eraslan
Saklı Kitap
Sibel Eraslan
“Niçin böylesin sen?” “Çünkü insanım…” “Bu direnci nereden alıyorsun?” “İçimdeki saklı kitaptan ve ruhumun gezindiği yerlerden…” Fişler, kayıtlar, tutulmuş notlar, yuvarlak içine alınmış “T”...
- Kafamda Bir Tuhaflık ~ Orhan Pamuk
Kafamda Bir Tuhaflık
Orhan Pamuk
“Kafamda Bir Tuhaflık” hem bir aşk hikâyesi hem de modern bir destan. Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl...