“Okuyucularıma natüralist tarzda bir roman sunmak için hayli zamandır düşünüp durduğum halde roman, hem de daha mükemmeli, tasavvura sığamayacak bir doğallıkla fiilen ve maddeten ayağıma kadar geldi. Daha garibi şu ki güya ben de roman kahramanlarından biriymişim gibi romana karıştırılmaktayım. Böyle yazarın, velev ki yalnız seyirci ve tanık şeklinde olsun, romana karışması Avrupa’da dahi görülmüş şeylerden değil. Bu romanı kaleme aldığım zaman okuyucularım ne kadar beğenecek, memnun olacak diye düşündükçe sevincimden coşuyorum.”
*
Okuyucularla Sohbet
Bu yaz romancılığa ve romanlara dair bir tartışma açılmıştı. Tartışanlardan bazılarının sergilediği tablonun doğru olması gerekirse, beş on asırda ve birkaç milyar insan arasında bir romancının bile çıkamaması lüzumuna hükmetmek gerekirdi. Bununla beraber yine o tartışanlar “natüralist” denilen romancıları nasılsa romancı olabilmeye yetenekli bularak roman denilen şeyin de o meslek üzerine yazılan eserlerden başka hiçbir eserde bulunamayacağına kanaat getirmişlerdi.
Doğal olarak bendeniz de bu tartışmaya katılmıştım. Hatta “Ahbâr-1 Âsâra Tamîm-i Enzar”1 başlığıyla kapsamlı bir makale kaleme alarak romancılığın hangi asırda ne şekilde başlayıp ne gibi değişikliklere uğrayarak zamanımıza kadar nasıl geldiğini, günümüzde ne halde bulunduğunu, eleştiri denilen şeyin ne yol ve yöntemle yürütülmesi gerektiğini filanını açıkça yazarak her zaman bu yoldaki problemlerin çözümüne hizmet edebilecek pek güzel bir tarihi inceleme şeklini aldığı için ayrıca kitap olarak da basmıştım.
Şimdi bu sohbette muhatabım olan okuyucularımı anılan makaleyi okumuş, içindeki bilgileri öğrenmiş ve aklına yazmış kişilerden sayarak derim ki:
Meşhur Daniel Huet’nin dediği gibi hikâye ve rivayet denilen şey ya bir mevcudu tarif ya hayal edilmiş bir şeyi tasvir demek olup, mevcut şeyi tarife “tarih” ve hayal edilen şeyi tasvire “roman” yani masal derler. Asrımızda natüralist sınıfı oluşturan romancıların piri sayılan Émile Zola romanlarına “Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi” adını vererek işte Daniel Huet’nin bu hükmüne uymuş demektir.
Ya acaba natüralizm yani tabii denilen şekilde yazılan romanlar böyle “tarih” sayılabilecek kadar kesin doğruluğu bilinen bilgileri mi içinde bulundurur? O halde bunlara “roman” adı kesinlikle uygun değildir; tabiatı ve toplumsallığı bir yana bırakılırsa, “tarih” demek kaçınılmaz hükmünü alır.
Bu durumda natüralist denilen romanların günlük müşahedata -gözlemlereuygunluğu, bunlarla örtüşmesi o kadar tam olmalı ki içerdiği olaylar mutlaka gerçek olmayıp hayali ise de bu olayların bir bir sıradan günlük gözlemlerle tamamen uyuşması kadar akla ve ihtimale de yakın olması gerektiği anlaşılır. Yani bu natüralist romanlar öyle bir zamanın sırf hayal üzerine kurulmuş, cinler, periler, sihirler, tılsımlarla dolu romanlarına benzemek şöyle dursun, şövalye romanları, âşıkane romanlar, sefihane romanlar, dini, tarihi ve bilimsel romanlar, politik romanlar ve filozofik romanlardan bin türlü adla, bin sınıfa ayrılan romanlara asla benzememesi, ait olduğu uygar toplumların gerçek halleri ve doğru vakaları neyse romanların da ondan ibaret olması gerekir.
Acaba Émile Zola ve arkadaşlarının romanları bu gereğe, bu şarta tamamıyla mutabık mıdır?
Burada da Madam Émile de Girardin ile meşhur Larousse’un ortak bir ifadesini hatırlatacağız. Bu ifadeye göre “hakikat” kelimesinden türemiş birçok sözcüğü kendilerine isim ve unvan edinenler bile eserlerini abartılarla değil hatta yalanlarla doldurmaya kadar varır, o yolda şan kazanmaya gayret mecburiyetinde bulunurlar.
Hükmü hepimiz üzerinde geçerli olduğu gibi hepimizden çok Émile Zola ve arkadaşları üzerinde geçerli olan bir söz! Bu zamanın natüralist romancılarına bakılacak olursa, dünyada ve özellikle dünyanın Fransa denilen kısmında, hele Fransa’nın da Paris denilen yerinde insani erdemlerden hiçbir eser kalmamış olması gerekir. Genellikle meşguliyet fuhuştan ibaret olarak cinsel hastalıklar siyasi amaçlara karışıp cinayet kabiliyetinin de bunların rengini kızartmasıyla Paris’in dünya yüzünden varlığının kaldırılması en önemli ve elzem bir şehir olması gerekir. O Paris’in ki Émile Zola ve arkadaşları orada kokotlardan, bunlara tapan kişilerden ve bir de akşama yiyeceği olmadığı halde yine tembellikten vazgeçmeyerek her nereden gelirse gelsin velev ki karısının, kızının, kardeşinin iffeti pahasına elde edilsin, bir şişe şarap, konyak veya rakı ile o günlük yiyecek bekleyişinde bulunan sefillerden başka hemen kimseyi görmezler. Her biri medeniyet ışıklarının başlıca birer fanusu olan bunca bilim ve sanayi kurumları ile onların erbabını; insani erdemlerle süslenmek değil, belki kendi varlıkları insani erdemleri süsleyen bunca büyük şairi ve büyük ahlakçıyı tez geçerler. Bazı bazı hikâyelerini bunlara da uğratacak olurlarsa, insanoğlunun erdemi peşinde koşanları da özel yaşantı dünyalarının penceresinden bakarak diğer sefihlerden ve sefillerden beter gösterirler.
Evet! İnkâr edemeyiz; böyle medeni toplumun ve insani vasıfların en iğrenç, en fena köşelerini göstermek de bir hikmettir. Okuyanlara “İşte bu fenalıkları gör de ona göre geliş” demektir. Ancak kalemdeki tasvir gücünü sadece kötülükleri tasvir etme ve ayıpları işleme işinde kullanacaklarına, biraz o tarafı ihmal ederek güzellikler tarafını ele alsalar acaba doğal gerçekten büsbütün mü uzaklaşmış olurlar? Dünyada, Avrupa’da, Paris’te iyilik, güzellik denilen şey hiç mi kalmamıştır?
Bunlar iyilikleri, güzellikleri yazmak sırf hayaldir de sadece fenalıkları, çirkinlikleri yazmak gerçek ve doğanın kendisidir iddiasında bulunuyorlar. Oysa birçok tarafında erdem de bulunan bir âlemi bütünüyle ayıplar yurdu tarzında tasvir etmek de hayaldir. Gerçekten, tabiattan büsbütün uzak bir hayaldir. Bizse Balzac gibi, Victor Hugo gibi büyük ahlakçıların ve biraz güleceksiniz ama iddialı bir şekilde itiraf ederiz ki hatta Paul de Kock gibi şaklabanların bile anlattıklarından anlaşıldığı üzere çoğunlukla sefahat ve sefalet âlemlerinde de pek çok büyüklükler, pek çok güzellikler görüyoruz. İnsanlığı süsleyen yücelikler sefahat ve sefalet âlemlerinde bile büsbütün kaybolmuyor. Émile Zola ekolünün bu yücelikleri büsbütün kayıp halinde göstermesi işte tabiattan da gerçekten de genel anlamda uzaklaşma sayılabilecek eksikliklerdendir.
Zamanımızın natüralist hikâyecileri ise insani erdemleri sefillerin de erdemlilerin de kalplerinden tümüyle silinmiş göstermeyi tabiatın kendisi ve tamamen gerçek sayıyor ki işte en büyük hataları da budur.
Gerçi bir şimendifer katarının lokomotifinde, yük vagonunda istihdam edilen insanların nasıl bir yaşayışta, ne durumda bulunduklarına kadar inceleyici bakışlarını yayıyorlar. Büyük himmet! Övülesi gayret! Bunlar öyle tablolardır ki birçoğunun bir yerde toplanması insanlığın genel durumunu gösteren bir müze oluşturur. Romancılıkta en büyük maharet de bu sayılır. Çünkü “bakmak” başka, “görmek” başkadır. Her etrafına bakınan, etrafındaki gözlenmeye değer şeyleri göremez. Her gören de bunları başkalarına gösterip tarif edemez. Romancı, insanoğlunun düşünce ve bakışını bu manevi gezide arifane yol göstericiliğiyle aydınlatırsa, okuyucularına çok büyük hizmet etmiş olur.
Ancak bu şekildeki gözlemlerin her biri bir tabiat gerçeğini oluşturuyor diye o gerçeklerin parıltısıyla kamaştırılan gözler önüne birtakım da aldatıcı amaçları sunup söylemek tabiat düşkünlüğüyle uyumlu olur mu?
“Aldatıcı amaçlar” dedik. Bunu asıl “amaçlı yalan” diye tabir etmeliydik. Her durumda ikisi de bize bir şeyi öğretmiş olacaktır. Oysa sorun, Avrupalı ve özellikle Fransız romancıların her birinin bir amaca hizmet etme meselesidir.
Bunlardan bazıları sosyalist topluluğuna tabi olduklarından medeniyetin günümüzdeki şartlarının yıkılmasına çalışır, romanlarını da o maksat üzerine yazarlar. Diğer bazıları sadece Hıristiyanlık kilisesinin düşmanı ve diğer bazıları yalnız onun dostu olarak birinci sınıf, halkı Hıristiyanlıktan nefret ettirmeye; ikinci sınıf, bunun aksine özendirmeye yarayacak masallar söyler. Kimi mevcut hükümetlerin dostu, kimi düşmanıdır. Bunların arasında yalnız insanlık erdeminden başka hiçbir şeye hizmet etmeyenler gerçekten nadir olup, o biçareler de “romantiklerdendir” diye hafife alınır ve alay edilirler.
Biz ki henüz eski medeni erdemi yabancı manevi hastalıklarla büsbütün değişmemiş Osmanlılarız. Avrupa romancılarının asıl ne gibi hastalıklara hizmet ettiklerini bilmediğimiz halde de romandan, romancılıktan bahsederiz. Bunların aynen tercümesi yararlı olmadığı gibi zevkli de değildir; Osmanlının tabiatına uygun olması için yeniden düzenleyerek tercüme yöntemini bile ileriye götürememişizdir.
Şimdi her milletin romanı kendi milli yapısına göre yapılmalı ve fakat ait olduğu asrın baskın özelliğinden ayrılmamalıdır. Bu durumda yabancılardan alınacak romanları da ona göre seçmeye ve seçtikten sonra yine gerekli düzenlemeleri yapmakta gaflet göstermemeye dikkat edebilecek olursak, bizim için romanı ve romancılığı kendimize gerekecek kadar anlamış olduğumuza hükmedilir. Ama anlayışın bu derecesi de bizden hâlâ epeyce uzaktır. Bu hikmet noktasından ayrılmamaya çok çaba gösterdiğim, gayret ettiğim halde roman tarzındaki eserlerimin onda dokuzunu yine bu eksiklikten kurtaramamış olduğumu itiraf ederim.
Bu sözü söylemekten amacım “Müşahedat” başlığıyla yazmakta olduğum şu romanın bütün eksikliklerden, kusurlardan arınmış ve uzak bir eser olduğunu hissettirme mukaddimesi yapmak değildir. Bu romanı okuyucularıma “natüralist” romanlardan bir örnek olmak üzere takdim ediyorum. Hatta “milli” de değildir. Öyle olsa sırf İslam toplumu arasında geçmesi gerekir ki bunda güzellik verecek renkler de bir araya gelemez. Böyle yazılmış eserler de nadir değildir. Beyinin, efendisinin maşukası, hanımının kıskandığı bir cariye veya komşudaki delikanlının âşığı ve meramını arz edip amacına ulaşamadığı için verem döşeğinin mağduresi olan bir kızcağız hakkında nasıl roman kurgulanabileceği zaten herkesin aklında vardır. Dolayısıyla bu romanı “yerli” olarak tasvir ettim.
Güzel olduğunu iddia edip şimdiden müjdeleyemem. Fakat ait olduğu zamana, âleme göre tamamı tamamına tabii -natüralistolduğunu kesin olarak iddia edebilirim. Kurgulandığı olaylar günlük müşahedattan-gözlemlerdenoluşur. Onun için ismini de öyle verdim. Belki bazı kimseler buradaki haller ile kendi serüvenleri arasında büyük bir benzerlik bulacaktır. Hiç olmazsa böyle hallerin ve olayların başkaları tarafından işitilmiş olduğunu hatırlayacaktır. Zaten natüralizmin şanı da bu değil midir? Kendimin de bu roman dahilinde mevcudiyetimi natüralizminin en büyük sebebi bilirim.
Ahmet Mithat
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Türk Klasikleri
- Kitap AdıMüşahedat
- Sayfa Sayısı376
- YazarAhmet Mithat Efendi
- ISBN9786254059360
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Taş ve Gölge ~ Burhan Sönmez
Taş ve Gölge
Burhan Sönmez
“Gece, sessizlik değil damıtılmış ses demekti. Gündüz bütün sesler birbirine karışıp gürültüye dönerken, gece her ses kendi sadeliğiyle belirirdi. Çocukluğun şarkıları, ruhların iniltileri, baykuşun...
- Barnabas – Kutsal Ruhun İzi ~ Halil Kanargı
Barnabas – Kutsal Ruhun İzi
Halil Kanargı
Usta yazar Halil Kanargı’nın muhteşem kurgusu, akıcı üslubuyla soluk soluğa okuyacağınız harika bir gerilim romanı… İki bin yıl önce yazılmış bilgiler, ustaca şifrelenmiştir. Gerçeğe...
- Yetim ~ Hatice Meryem
Yetim
Hatice Meryem
Bu gece birini öldüreceğim. Kim olduğu fark etmeyecek. Kulağımı çekeni, ayağıma çelme takanı, kıçımı açıkta bırakanı, yüzüme tüftüf atanı, bana sidikli, bana aptal, bana...