“Ev boşaldı, bu kedi de sokakta kaldı. Olan bitenin farkında mıdır dersiniz? Acıdır. Duvar üstünde ne düşünüyor? Sürünecek! Bir yağmurlu gecede, tren yolu boyundaki bir hendeğin içine düşüp ölebilir. Sonra yağmurlar hendeği doldurur. Soğuklar gelir, sular buz olur. Kedi kaskatı kalır. Ancak gelecek yaza çürümeye başlar, toprağa karışır.”
“Kedi”/ Memduh Şevket Esendal
Memduh Şevket Esendal’ın öykülerinden meydana gelen bu seçkide yaşamın anlamını sorgulayan karakterlerin hikâyelerine tanıklık edeceksiniz. Gündelik yaşamın en sade, en sıradan anlarının Esendal’ın kelimeleriyle nasıl derinleştiğini fark edeceksiniz. Esendal’ın “haylaz” kalemi okurlarını kimi zaman güldürürken kimi zaman da acı ama sessiz bir gerçeklikle düşünmeye davet ediyor.
İnsan ilişkilerinin karmaşıklığını, insan duygularındaki dağılma ve çözülmenin fotoğrafını çeken bu öyküler VakıfBank Kültür Yayınları etiketiyle sizlerle…
İÇİNDEKİLER
Geçmiş Günler 7
Anlaşılmamış Bir Nokta 13
Güzel Bir Ölüm 17
Bir Haydut Kuş 23
Küp Kırığı Pabuç Eskisi 27
Yol Arkadaşı 31
Doktor Savdur 39
Gezide 47
Bir Kucak Çiçek 55
Kedi 63
Aptal Memiş 71
Terbiyesi En Güç Hayvan 75
Bana Kaçık Derler 79
Şu Soyadı Konusu 83
Santa Kastello 91
Hırsız – Polis 97
Hatice 99
İşin Dibi Bozulmuş 139
Tutkunluk 153
Adım 157
Artist Olacak Kız 161
GEÇMİŞ GÜNLER
Bir aralık, birçoklarını ilgilendirmeye, boş yere umutlara düşürmeye başlayan bir iç politika dedikodusunu önleyip arkadaşları yatıştırmak için Sadrazam Paşa’nın konaklarında yapılan bir toplantıdan sonra, o toplantıda bulunanlar akşam yemeğinde de alıkonmuşlardı.
Nâzırlardan1 hemen hepsi, merkez azaları, âyandan2 birkaç kişi, mebusların hatırlıları ile ateşlilerden kalburüstüne gelenleri oradaydılar.
Yemeği, selamlık dairesinin üst katındaki yemek salonunda yediler. Nâzırların hususi kalem kâtiplerinden o gece orada bulunanlar ile Sadrazam Paşa’nın dairesi efendilerinden bir ikisi, yaverler, mühürdar beyin yemek yediği odada toplanıp karınlarını doyurdular.
Yemekten sonra, nâzırlardan birinin yeğeni, Sadrazam Paşa’nın da pek inandığı, pek beğendiği efendilerden biri olan, uzun boylu, yakışıklı, terbiyeli, bilgili bir delikanlı, eski paşalardan birinin de oğlu olup iyi terbiye görmüş bir yavere:
“Hadi biraz gidip görünelim, sonra savuşuruz!” dedi. İkisi yukarı kata çıktılar. Nâzırlar yemeklerini yemiş, büyük salona geçmişler, ayakta kahvelerini içiyor, konuşuyorlar.
Sadrazam Paşa ile âyandan bir ikisi, daha içeri, sarı salona geçip oturmuş olsalar gerek.
Bu büyük salonda toplananların çoğu redingotlu, kolalı, yüksek yakalıklı, fesli beylerdi. Aralarında iki asker, birkaç da sarıklı efendi var. Redingot giymemiş olanlar da kara ceket, yelek, çizgili pantolon giymişler.
İki genç, kapının boyunca uzanan perdenin yanında görününce, Sadrazam Paşa’nın adamı olmak dolayısıyla, birtakımları onlara bakıp sırıttılar, bir ikisi de yanlarına gelip teklifsizce konuşmaya başladılar.
Nâzırlardan biri:
“Ne o?” dedi, “Neden böyle?”
Delikanlılar terbiyelerini hiç bozmayarak:
“Aşağıdaydık!” dediler.
“Ne vardı aşağıda?”
“Hiç. Yemek yedik. Behzat gelmişti, onu dinliyorduk.”
“Neler anlatıyor?”
“Anlatıyor… Paşa Hazretleri’ne Tunus muzu getiriyormuş. Gümrükte bırakmış.”
“Niçin?”
“Zekâtını aldılar, hediyelik yeri kalmadı!” diyor. “Efendim, muzlara beyanname istemişler. Bu da verecek olmuş. Sonra ‘Menşe şahadetnamesi’ sözleri olmuş. Daha iyice anlaşamadan gümrükçünün biri, muzlardan birkaçını, teklifsizlikle koparmış. Bunu görünce Behzat da iki salkım muzu oradakilere dağıtmış. ‘Pek hoşlarına gitti, benim çantalarımı aramadılar!’ diyor.”
Yakında bir başkasıyla konuşan bir bey, kulak misafiri oluyormuş; döndü delikanlıdan:
“Kim bunu anlatan?” diye sordu.
“Behzat.”
“Uydur geveze!” dedi.
İlk gelen nâzır, yan gözle arkadaşına baktı:
“Ne demek” dedi. “Sanki sizin gümrükçüler böyle şeyler yapmazlar mı?”
“Yook, onun için söylemedim. Bizim gümrükçüler daha neler yaparlar! Yalnız Behzat da olmamış şeyleri olmuş gibi anlatır, herkese de dinletir de…”
Yeni sokulan bir başkası, belki bir mebustur:
“Beceriksizlik etmiş” dedi, “Birine birkaç kuruş verseydi, muzları geçirirlerdi!”
Delikanlı soğukluğu iliklere işleyen donuk bir sesle:
“Evet efendim!” dedi.
Bu, “evet efendim”den ne anladıysa o adamcağız:
“Bununla beraber bizim gümrük işleri esaslı bir surette ele alınacak bir meseledir” diye ilk sözüne bir eklenti yaptı.
Oraya ilk gelen nâzır:
“Yalnız bir gümrükler mi?” diye sordu. “Bir ele alınmayacağını da göstersenize?”
Söz kızıştı. Hepsi bildiklerinden birkaç yolsuzluğu anlatmaya koyuldular. Neler de biliyorlarmış… Ne acı, ne akla gelme hikâyeler! Yahudi’nin biri İstanbul’dan nalın almış, Tekirdağı’na götürmüş. İskelede nalınlarını almışlar, “Ormaniyye isteriz!” demişler. Ormaniyye olur, olmaz iş uzamış, mahkemeye düşmüş.
Git gel aradan iki yıl geçmiş, herif nalınlarından vazgeçmiş. “Ormaniyye” almışlar, ceza da almışlar.
Biri sordu:
“Bunu yapan orman mı, gümrük mü?”
“Bunun gümrüğe dokunur yeri yok ama” dedi, “Belki de gümrük yapmıştır. Belli olur mu?”
Biri daha bir hikâye anlatacak oldu:
“Bak nâzır bey, dinle…” diye başlayacaktı, nâzır:
“Nesini dinleyeyim be birader?” dedi. “Bende bu hikâyelerin dağlar gibi dosyaları var. Ne yapacaksın? ‘Teftiş edin’ dersin. Müsteşarın adamıdır, ayak sürürler. Sen teftiş oluyor sanırsın, öğrenirsin ki hiçbir şey yapılmamış. ‘Efendim nenize lazım, sonra size baş ağrısı olur!’ diye müfettiş gelip bana akıl öğretir. ‘Atın şu kokmuş herifleri, getirin gençlerden kimse yok mu?’ desen, ilkin Meclis’te sizler başlarsınız, ‘İyi adamdı, işten çıkarmış. O dairenin direğiydi, şimdi orası da yıkılacak…’ dersiniz. Bizde on beş yıldır teftiş görmemiş daireler var. Yeni…”
Nâzır ağız kızgınlığıyla az daha, “Yeni nâzır olmuşsun, yerini ısıtmaya bakacaksın, yüzyıllardır düzelmemiş işleri düzeltecek değilsin ya!” diyecekti, kendini tuttu. Bu kadar söylediğine de pişman oldu. Bugünkü toplantıda kendisine dişe dokunur birkaç dikenli söz olmasaydı, belki söylediklerinin hiçbirini söylemezdi. Bu delikanlı kâtibin bu sözleri, Sadrazam Paşa’ya kadar götüreceğini düşünerek canı sıkıldı.
Bundan önce söze başlamış olup da bir hikâye anlatmak istemiş olan bey:
“Canım nâzır bey” dedi, “Bu kadar da üzülmeye değmez. Bir şey olmadığını biz de biliyoruz. Bizimkisi laf. Sen bak hikâyeyi dinle: Geçende bir motor Heybeli’ye gider, benzini biter. Benzin alacak olurlar, memur ‘Olmaz’ der. ‘Nasıl yapalım?’ derler. ‘Buradan kalkar Büyükada’ya gidersiniz, bir istida verirsiniz. Onu, buraya havale ederler. Getirirsiniz bize. Biz benzincinin istihkakını düşeriz, siz de benzini alırsınız’ diye yol gösterirler. ‘Biz Büyükada’ya gittikten sonra benzini oradan alırız’ demişler. Memur, ‘Korkarım veremem, biz de çoluk çocuk besliyoruz’ demiş.
Sandalla gitseler, gece karanlık, hava sert. Ne yapsak, diye düşünür dururken benzinciye, ‘Git, şu memur ile anlaş!’ demişler. Benzinci de gitmiş, iki liraya anlaşmış. Onlar da benzini almışlar. Güzel mi?”
Nâzır ne diyecekti bilmem. Bir mebus söze karıştı:
“Hikâye güzel ama burada memurun ne yolsuzluğu var? Ya ‘Benzini veremem’ diye tuttursaydı, daha mı iyi olacaktı? Ben biraz para alıp da halka kolaylık gösterenlere ‘Yolsuzluk yapıyor’ diyemem doğrusu. Talimat yanlıştır. Ona tutunur, para da almaz. İş de yapmaz. Buna kızarım.”
Şişmanca bir adam, sözün başında bulunmamıştı. Ne konuşulduğunu da belki iyice anlamadı ancak kendi düşündüğünü söyledi:
“Bunlar için esaslı bir prensip kararı alınmalıdır” dedi, “Yolsuzluk evet olabilir ancak çaresi de bulunabilir efendim.”
Orada bulunanlardan birkaçı, bu sözü anlamış göründüler. Sahiden anladılar mı, ne anladılar? Bilmem. Söyleyen de lakırdıları ettikten sonra ayrıldı.
Oraya ilk gelmiş olan nâzır:
“Benim bildiğim bu gümrüklere bir şeyler düşünmeli. Bütün yabancılar memleketimize girince onlarla karşılaşıyor” dedi.
Bir başkası:
“Ya bizim karşılaştıklarımız?” diye sordu.
“Canım, biz kendi içimizde nasıl olsa oluruz. Bak, geçende Samsun’dan birkaç kişi bana gelmişler. Gemilere mal yükleten tüccardan bir beyanname istiyorlarmış. Eh, vapur sabaha kadar mal yüklüyor. O saate kadar gümrükçüyü orada tutabilir misiniz? Herifler beşer lira verip imzalı birer beyanname alıyorlar, kendileri dolduruyorlarmış. ‘Bunun hiçbir faydası yok, bizi şu beş liradan kurtarın’ diyorlar. Ben dinledim, olur yahut olmaz bir şey söylemedim. Çünkü niçin, eh! Kendi içimizde bir iş. Olsa da olur, olmasa da!”
Yeşil sarıklı, kısa boylu bir mebus:
“Dilenci bir olsa yağla balla besle” dedi. “Yabancılar gümrükle karşılaşıyorlar da polisle karşılaşmıyor mu? İşi olan adam hepimizle karşılaşıyor.”
Bunları konuşanlar nâzırların, merkez azalarının, mebusların ufak tefekleriydi. Devlet adamlarının ileri gelenleri böyle sözlere karışmaz, ağır dururlar. Onlar da konuşsalar, başka türlü konuşmazlar ama hiç olmazsa susmanın ne kadar değerli olduğunu anlamışlardır.
Bunların birkaçı Sadrazam Paşa’nın yanına geçmişler, birkaçı da kendi aralarında ağır işler konuşuyor gibi görünüyorlardı.
Bir aralık içeriden biri geldi. Nâzırlardan birine: “Sadrazam Paşa ‘Oynamayacak mısınız?’ buyuruyorlar” dedi.
“Hay hay emrederler.”
Hepsi briç masasının olduğu odaya doğru yürüdüler. Birkaçı da sessizce savuştular. Bu arada genç kâtip ile yaver de savuştular. Bir yerde eğlenti varmış, Denizkızı Eftalya3 da getirtilecekmiş, onu dinlemeye gittiler.
13 Şubat 1949
Ulus
ANLAŞILAMAMIŞ BİR NOKTA
Geçen sonbaharda bir gece, Direklerarası’nda1 bir Fransız operet kumpanyasının “Kavaleriya Rustikana”yı2 oynayacağını duyarak oraya gitmiştik.
Avrupalıların bazı o kadar meşhur eserleri vardır ki, onların adı buralara kadar yayılıyor, duyuluyor; görsün görmesin, halk ismini duyunca iyi bir şey olduğuna inanmış oluyordu…
“Safo mu? Haa iyi bir romandır!” (Hemen her ağızda aynı şey.)
“Bu Napolyon yaman, zorlu bir asker!” (Eyfel’in büyük bir kule olduğunu bilmek cinsinden bir biliş…)
“Kavaleriya Rustikana” da böyle… Şunu bir kere görelim, dedik. İtalyalı musikişinas bakalım ne yapmış.
Hava biraz bozukçaydı, dışarıda serin bir yağmur çiseliyordu. Bunun için hemen bütün tiyatro, boş denilecek kadar tenha, kimsesiz… Birinci mevki koltuklarında beş on genç efendi oturuyordu. İkinci mevki sıralar oldukça dolmuş, localardan ise ancak ikisi tutulmuş…
Lakin oyuncular meyus olmayarak gene saati geldiği vakit perdelerini açtılar. Açtılar ama şaşılacak şey! Kavaleriya3 Japon esvabına bürünmüş! Alınları tıraşlı başlar, Çinli hizmetçinin uzun saçı, kadınların entarileri, değirmi Japon şemsiyeleri… Acaba yeni bir şey mi? Arkadaşlar birbirimize sorduk. Kavaleriya Rustikana herhâlde Japon elbiseleri ile oynanıyordu… Bu muhakkak, hele oyun biraz oynanınca, hatırımda kaldığına göre “Kirişima” isminde bir Japon opereti olduğu anlaşıldı. İlan başka, oyun başka… Derhal bizi aldatan bu adamları tahkir etmek ve buradan çıkıp gitmek vardı. Lakin birisi dedi ki, bu iki perdelik bir oyun imiş, bitince ötekini oynayacaklarmış! Âlâ! Oturduk ve seyre koyulduk. Lakin oyunun ruhunu anlamak mümkün değil. Bir aralık “primadonna”4 sahneye buyurdular ve pek de muvaffak olmayan sedaları ile avazı göklere çıkararak tegannide bulundular.
Ben, bu boş localar, boş sandalyeler karşısında yorulan sanatkârlara acıyor ve halkın bu anlaşılmamaklık karşısında hiddetinden, infialinden, gücenmesinden korkuyordum. Lakin primadonnanın nefesi kesilir kesilmez, bir alkıştır koptu… Aman yarabbi! Bu işleri bilen, anlayan, telezzüz eden insanlar da bu oyunu ancak bu kadar takdir edebilirlerdi.
Bunda primadonnanın güzelliğinin de tesiri olabilirdi. Fakat hiç şüphe etmem ki bu da değildi. Çünkü primadonnadan çok daha güzel kadınlar bu sahnede görülmüştür.
Oyunun, bu anlaşılmayan Kirişima Opereti’nin üç perdesi de böyle alkışlar içinde geçti.
Üçüncü perde oynandıktan sonra seyircilerin bir de Kavaleriya Rustikana’yı bekleyeceğini düşünen tiyatro müdürü, halkı boş yere bekletmemek için, Allah razı olsun, bir çare düşünmüş, gür sesli bir zatı tayin etmiş. Perde kapanır kapanmaz, bu adamcağız sahnenin bir köşesinden “Paydos!” diye bağırmaya başladı.
Ve halk, gördüklerine kanaat ederek ve oyunun bittiğini anlayarak memnun, sessizce tiyatroyu boşalttılar.
Seyirciler içinde Kavaleriya Rustikana’yı seyrettiklerini sananların; bir gün, bir vesileyle bu oyunu seyrettiklerini iddia edecekler var mıydı? Bilmem. Ancak bence anlaşılmayan bu oyunun ne pek güzel ne de pek fena sesli olmayan primadonnasının alkışlanmasının sebebi, hâlâ öğrenilmemiş, keşfolunmamıştır. Bu nokta ebeden böyle kalacaktır…
15 Eylül 1329 (1913)
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Hikaye
- Kitap AdıGeçmiş Günler
- Sayfa Sayısı168
- YazarMemduh Şevket Esendal
- ISBN9786256647077
- Boyutlar, Kapak15 x 24 cm, Karton Kapak
- YayıneviVakıfbank Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kapak Kızı ~ Ayfer Tunç
Kapak Kızı
Ayfer Tunç
Karlı bir kış günü, Ankara’dan İstanbul’a giden bir trenin yemek vagonu. Birbirini tanımayan üç kişi; bankacı Ersin, radyo programcısı Selda ve yemekli vagonun garsonu Bünyamin. Kapak Kızı, işte bu üç kişinin romanı.
- Gül Ağacı Sokağı ~ Debbie Macomber
Gül Ağacı Sokağı
Debbie Macomber
Her şeye rağmen hayatımızı anlamlı kılan insanlar varsa yaşamak için hâlâ bir sebebimiz var demektir… Sevgili Dostlarım, Cedar Cove’a hoş geldiniz! Olivia, Grace, Charlotte,...
- Gamsız Bedri ~ Emre BAŞAR
Gamsız Bedri
Emre BAŞAR
Emre BAŞAR, sıradan bir memur olan Bedri’nin sıra dışı yolculuğunu hem güldüren hem de düşündüren bir üslupla anlatıyor. Hikaye, 1999 yılında Erbaa’da başlıyor. Bedri,...