Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hunlar ve Türkistan
Hunlar ve Türkistan

Hunlar ve Türkistan

G. Ahmetcan Asena, J. M. de Groot

2500 Yıllık Çin İmparatorluk Belgelerinde Hunlar ve Türkistan İpek Yolu serisinin ilk kitabı İpek Yolu – 1, Çin-Doğu Türkistan isimli eserin yazarı G. Ahmetcan…

2500 Yıllık Çin İmparatorluk Belgelerinde Hunlar ve Türkistan

İpek Yolu serisinin ilk kitabı İpek Yolu – 1, Çin-Doğu Türkistan isimli eserin yazarı G. Ahmetcan Asena’nın yeni kitabı 2500 Yıllık Çin İmparatorluk Belgelerinde Hunlar ve Türkistan’da yer alan metinler, insanlığın Türkler ve Türkistan hakkında sahip olduğu en eski yazılı belgeler olarak kabul edilen Şi-ki ve Sin Hen-şu gibi Çin İmparatorluk Yıllıkları esas alınarak hazırlanmıştır. Ünlü sinology J. M. de Groot’un (1854-1921) Batı bilim dünyasına kazandırdığı metinler, G. Ahmetcan Asena tarafından notlarla zenginleştirilerek Türk okuruna sunulmaktadır.

Orta Asya’nın ve bu anlamda Hunlar ve benzeri adlar altında karşımıza çıkan Türklerin siyasî ve kültürel tarihi yazılırken, devlet ve sosyo-ekonomik yapıları tahlil edilirken, en eskisi 2500 yıl öncesine dayanan bu belgeler esas alınmalıdır.

Çin belgelerinden çıkan sonuca bakılırsa, Türk devlet geleneği sanıldığından çok daha eski, köklü ve zengindir. Asya’da Türk olgusu muhtemelen Çin olgusundan da eskidir. Bugünkü “Türk” terimi Kök Türklerden beri değil, en az MÖ 7. Yüzyıldan beri Asya’da bir boy adı olarak kullanılmaktaydı.

Belgelerde, Asya’da yüz yıllar süren Türk hâkimiyetinin oluşması ve ibret verici çöküşünün yanı sıra, Hunların sebep oldukları büyük halk göçleri konusunda çarpıcı bilgiler yer almaktadır.

***

Başlarken

Elinizdeki eserde yer alan metinler, insanlığın Türkler ve Türkistan hakkında sahip olduğu en eski “tarihi yazıtlar”dır. Orta Asya’nın ve bu anlamda Hunların veya bugünkü tanımıyla Türklerin siyasi ve kültür tarihi yazılırken, devlet ve sosyo-ekonomik yapıları tahlil edilirken, bu belgeler esas alınmalıdır.

Bu çalışmanın maksadı, öncelikle Hunlar veya Türklerle ilgili, en eskisi  2.500 yıl öncesine dayanan ve dünyanın en eski yazılı belgeleri olarak bilinen Çin Yıllıkları’nı tam tekmil ve kelimesi kelimesine tercüme ederek, birinci elden ilmin hizmetine sunmaktır.

Hunlar konusu, 3. yüzyıla kadar, yani aşağı yukarı 800 yıl Çin Yıllıkları nın ana meşgalesidir. Merkezleri bugünkü Moğolistan ve Ordos’ta bulunan Hunlar, yaşadıkları devrin süper gücüydüler. MÖ 2. yüzyılda Kore’den Hazar kıyılarına kadar yayılan Büyük Hun İmparatorluğu topraklarının büyüklüğü 18.000.000 m2 idi. (Bugünkü Türkiye’nin 25 misli!) Hunların başlattıkları büyük halk göçleri, Roma İmparatorluğunun yıkılmasına sebep olmuş, Asya ve Avrupa’nın tarihi ve etnik yapısını değiştirmiştir.

Hunlarla ilgili Çin kaynakları çok kapsamlıdır. Se-ma Tan ve oğlu Sema Ts’in/Sin (MÖ 145/135-86) tarafından hazırlanan Şi ki, yani Tarihi Yazıtlar adındaki dev eserin 110. bölümü, Hunlar Üzerine Tanzim Edilen Raporlar adı altında, özel olarak Hunlara ayrılmış ve burada MÖ 97 yılına kadar vuku bulan bütün olaylar tarih sırasına göre kayıtlara geçirilmiştir.

Bu monografi, Birinci Hen Hanedanlığı (MÖ 206-MS 24) tarihi Sin Hen şu’nun 94. bölümde, 1. yüzyılda yaşayan Pan Ku (MS 82) tarafından kelimesi kelimesine kopyalanmış ve sonra MS 25 yılına kadar olan dönemin olaylarının ilavesiyle tamamlanmıştır.

Çok daha eskiye, MÖ 541 yılına kadar olan döneme ait raporlar, Konfüçyüs tarafından yazıldığı sanılan Ş’un-s’in-Yıllıkları’nda yer almaktadır.  Ş’un-s’in-Yıllıkları’nda yer alan bilgiler, Çinlilerin kutsal kitabı So şuan’da yayımlanan sayıca daha fazla ve daha kapsamlı ilavelerle takviye olunmuştur.

Şi ki’nin 123. bölümü, Ta-van/Fergana Raporları adı altında batıya, yani bugünkü Türkistan’a tahsis edilmiştir. Bu monografi, başta Türkler olmak üzere, Orta Asya halkları ve Çin-Türkistan ilişkileri hakkındaki dünyanın en eski ve kapsamlı belgeleridir. Türkistan coğrafyası ve halklarıyla ilgili çok sayıda rapor ve not ayrıca Batı Devletleri Hakkında Raporlar başlığı altında Sin Hen şu’nun 96. bölümünde toplanmıştır.

Fan Ye adındaki saray tarhçisinin hazırladığı (MS 445) (İkinci) Hen Hanedanlığı (MS 25-220) tarihi Hou Hen şu’nun 117. bölümde, Batılı Kiyonglar Hakkında Raporlar başlığı altında verilen monografide, Tibet ve Tibet Platosu hakkındaki dünyanın en eski yazılı belgeleri yayımlanmıştır.

Adı geçen ana kaynaklar, sayısız devlet adamı, komutan ve diplomat biyografileriyle takviye edilmiştir. Önemli olayların bir bütünlük arz eden bir “temel vakayinamesi” şeklinde algılanabilecek Pen kiler de ana kaynakların tamamlayıcı bir unsurudur.

Bugüne kadar bütün bu eserlerin bazı bölümleri batı dillerine aktarılmıştır; daha doğrusu bazı metinlerin pek başarılı olmayan tercüme denemeleri yapılmıştır. Brosset, 1828 yılında Şi ki’nin 123. bölümünü Fransızcaya tercüme ederek, Nouveau Journal Asiatique’te yayımlamıştır. Alexander Wylie, Sin Hen şu’nun 94. bölümününün İngilizce tercümesini 1874/75 yıllarında Journal of the Anthropological Institute for Great-Britain and Ireland’ın III. ve IV. ciltlerinde, 96. bölümünü 1880/81 yıllarında adı geçen yayın dizisinin X. ve XI. ciltlerinde yayımlamıştır.

Parker’ın China Review’da (cilt XX ve XXI, 1892-95) The Turko-Scythian Tribes adı altında yayımladığı Sin Hen şu’nun 94. bölümünün tercümesi, bilimsel açıdan o güne kadar yapılan en ciddi tercümedir. Wylie daha sonra Hou Hen şu’nun 117. bölümünü tercüme ederek, 1882 yılında Revue de l’Extreme Orient’in birinci cildinde yayımlamıştır. Fakat hatalarla dolu olan bütün bu çalışmaların hepsi vasatın üstüne çıkamamış, dolayısıyla soruna bilimsel açıdan ciddi bir katkı sağlamamıştır.

Bizim çalışmamızda önce kaynakların karşılaştırmalı analizi yapıldıktan sonra Şi ki ve Sin Hen şu’da yer alan en iyi metinler esas alınmıştır. Adı geçen eserlerin 1739 (İmparatorluk Sarayı) ve 1878 (Kin-lin) baskılarından faydalanılmıştır.

Eski Çin metinlerinde yer alan Hun-Türk ve diğer yabancı ad ve terimlerin aslı, dil ve tarih araştırmaları açısından büyük önem taşımaktadır. Fakat maalesef Çin literatürü bu konuda bize yardımcı olamıyor; daha doğrusu Çin literatürü bize Hun-Türk adları ve terimlerinin aslını bulma konusunda yol gösterebilecek bir ipucu veya bir teknik veremiyor. Bu sorun Çin dilinin yapısıyla ilgilidir. Çin harflerinin telaffuzunun yazılı ifadesini mümkün kılan metodlar (bu metinlerin yazılmasından) yüzyıllar sonra geliştirilmiştir.

Metinlerde kullanılan harf veya işaretlerin fonetik aksam/öğeleri bir yabancı kelimenin aslına ulaşma konusunda yeterli bilgi içermiyor; genel anlamda kendi başına, yani bağımsız birimler olarak karşımıza çıkan Çin işaretlerinin eski devirlerde nasıl telaffuz edildiğini tespit etmek mümkün değildir. Çin dillerinde bütün kelimeler tek hecelidir ve her hecede (vurgulamaya bağlı olarak) dört ile sekiz arasında anlam saklıdır; örneğin bir tek işaretten ibaret olan bir hece/kelime, telaffuzdaki vurgulamaya bağlı olarak dört-sekiz anlama gelebilir. Diğer bir ifade ile, Çin dilinde kelimeye asıl anlamı yükleyen vurgulama, telaffuzdur. Bir hece bu sabit, değişmesi mümkün olmayan vurgu ile bir kelime oluyor. İşte bu garip yapı sayesindedir ki,
kavram ve ifade itibarıyla oldukça zengin olan Çin dili, beş altı yüzü geçmeyen hece veya kelime ile yetinmektedir. Çünkü bu dilde anlamı oluşturan hece veya kelime değil, tondur, vurgudur. Çin’de lehçelerin bu kadar çok ve önemli olmasının sebebi de burada yatmaktadır. Bugün hâlâ bir Pekinli ile Şanghaylı aynı dili konuştukları halde, birbirleri ile anlaşamıyorlar!

Dolayısıyla bizim anlayışımıza göre bu kadar kompleks bir dilden çeviri yapmak çok zor ve hele bin yıllar önce bu dilde ifadesini bulan Hun-Türk adları ve terimlerinin orijinaline ulaşmak imkânsızdır. Başka metodlara baş vurmak gerekiyor; bir tek Sinoloji ile bir sonuca varılamaz. Tatmin edici bir sonuç almak için disiplinler arası bir işbirliği, yani Sinolog, Türkolog, tarihçi ve dilbilimcilerin beraber çalışmaları kaçınılmazdır.

Bu anlamda elinizdeki metinlerin bundan sonraki bilimsel çalışmalar, Türk ve Türkistan tarihi için bir baz teşkil etmesini ümit ediyoruz. Yazılı Türk ve Türkistan tarihinin başlangıcı, Şi ki ve Çin İmparatorluk Yıllıkları’dır.

Başlarken bir kaç önemli teknik konuya dikkat çekmek istiyoruz:

1) Elinizdeki eserde Çin Yıllıkları’nın orijinal metinleri, daha doğrusu Türkçe tercümeleri kalın/bold, yorumlar, açıklamalar ve diğer ilaveler ince harflerle yazılmıştır.

2) Metinlerde zikredilen tarihler Çin takvimine göre verilen tarihlerdir.  Örneğin: “Tımar beyi Vu’nun 42. yılında”; “Yuan-kuang döneminin 2. yılının ilkbaharında” gibi… Fakat biz birkaç örneğin dışında bu tarihlerin miladi yıla tekabül eden karşılıklarını verdik.

3) Metinlerde karşımıza çıkan Hen-Çin, Hun-Türk ve diğer yabancı ad ve terimlerin Latin harflerine tekabül eden çeviriyazımlarının hemen yanında, ama parantez içinde (eğer varsa) Türkçe karşılıkları, (yoksa) Türkçe telaffuza en uygun şekilleri verilmiştir.

Hunların Dünyası

Köksüzlük ve Öksüzlük

Eğer bu çalışma bir teşekkürü hakediyorsa, bu teşekkürün arslan payının doğru adresi rahmetli De Groot’tur. Onun takriben yüzyıl önce Çin İmparatorluk Yıllıkları’nın Hunlar ve Türkistan’la ilgili bölümlerini çevirmekteki maksadı, bir Sinolog olarak ilme hizmet etmek ve adı geçen metinleri Batılı bilim adamlarının istifadesine sunmaktı. Bu anlamda işin zor tarafını o omuzlamıştır. Ben bu metinleri daha çok duygusal sebeplerden dolayı Türkçeye çeviriyorum.

Bir defasında Orhun’un kollarından İh Temir Irmağı kıyısındaki mistik “Altan Sandal-Altın Orun” tepesinin etrafında binlerce yıldan beri acımasız doğa şartlarına direnerek varlığını sürdüren ve bugün üzerinde yılkıların otladığı eski Türk mezarlık ve sunaklarını gezerken, mezar taşları ve bu taşlar üzerindeki muhteşem motiflere bakıyor ve elimizdeki bir kürekle taşların toprak altında kalan kısımlarının üzerini açıyorduk. Gün ışığına çıkardığımız her motifi büyük bir heyecan ve hayranlık içinde inceliyorduk. Başta maral ve at olmak üzere çeşitli hayvan motifleri ve gizemli geometrik çizgilerle süslenmiş olan taşların her biri bir şaheserdi. Maral taşları üzerindeki gizemli süslemelerin etkisi ve yeni taşlar bulmanın heyecanı ile bir süre burada kalmaya ve (kendi çapımızda) bir kazı yapmaya karar verdik.

Fakat yardımcı işçi, kazma-kürek bulmak gerekiyordu. Bir fikir danışmak üzere biraz ilerideki mezarların arasında atlarını otlatan çobanın yanına gittik. Bir eremiti anımsatan yaşlı, zayıf bir adamdı. Aşırı soğuk ve güneşten yanıp kapkara olan cildi, bir fil derisi gibi kırışıktı.

Moğolistan bozkırında bir insanla karşılaşıldığında hemen konuya girmek saygısızlık kabul ediliyor. Önce karşılıklı sigara veya enfiye ikram ediliyor. Karşılıklı sigaralar yakılıyor veya enfiyeler çekiliyor. Kışın nasıl geçtiği, otun-suyun ve hayvanların durumu soruluyor, yeni haberler takas ediliyor ve sohbetin sonunda söz arasında bir şekilde asıl konuya geliniyor.

Yaşlı Moğol’a meramımızı anlattık. O bizi dikkatle dinledikten sonra sigarasından bir nefes çekti; bir süre içinde tuttuğu dumanını dışarıya üfledi. Derin bir nefes aldıktan sonra kısık gözleriyle etrafı süzerek şöyle dedi: “Bunu yaparsanız onların ruhlarını incitirsiniz. Bırakın o taşlar yerlerinde kalsınlar. Göğe emanet edilen ruhları, toprağa emanet edilen bedenleri rahatsız etmeyin, onların anısına dikilen taşları yerlerinden etmeyin. Çünkü onların huzurunu bozmak size uğursuzluk getirir. Bizim inancımıza göre açılan her mezar, yerinden oynatılan her bir taş kendi çapında bir felakete sebep oluyor. Kış soğuk veya yaz kurak geçiyor, otlar sararıyor; hayvanlar ve insanlar hastalanıyor veya ölüyorlar. Onlar için yapabileceğiniz tek şey, onları anmak, onları yad etmektir. Ben her sabah içtiğim sütün ilk yudumunu atalarımın ruhuna armağan ediyor ve göğe savuruyorum. Ben onları yad ediyorum, onlar beni koruyorlar; zira köksüzlük, öksüzlüktür. Anmak ve anılmak bir bozkır geleneğidir; atalar geleneğine saygılı oldukça var, onların kökleri üzerinde bittikçe erkin olacağız.”

Altay Türkleri arasındaki yaygın bir inanca göre, sülter’in aksine (annelik olgusunu sembolize eden) saksun insan bedenini hiçbir zaman terk etmiyor ve koruyucu ruh olarak bedenin yanında kalıyor. Bu yüzden mezarlara dokunmak, hele onları açmak asla caiz değildir. Saksun ölünün huzurunu bozanlara zarar verebilir.

Yaşlı Moğol çobanın beklenmedik sözleri karşısında kazı hevesimiz kırıldı; biraz korktuk ve unutamayacağımız bir hayat dersi aldık: Köksüzlük ve öksüzlük! Anmak ve anılmak! Anan, anılacaktı!

Ata mezarları kutsaldır. Metinlerde, Hun Tanrıkutunun ata mezarlarını tahrip eden O-huan halkı üzerine yirmi bir asker gönderdiğini ve onları cezalandırdığını okuyacağız.

Dünyanın en eski yazılı belgeleri olarak kabul edilen Şi ki ve Çin Hanedanlık Yıllıkları ile İpek Yolu 1· Çin-Doğu Türkistan’ı yazarken tanışmış ve Çinlilerden sonra en çok Türkleri ilgilendirmesi gereken bu belgelerin bugüne kadar Türk dil(ler)ine aktarılmamış olmasına şaşırmıştım! Bu anlamda bir eksikliğin giderilmesine katkıda bulunmak, atalarımızı anmak ve anılmak adına bu metinleri Türkçeye aktarıyorum.

Ama Çin belgelerinde tarafsız bir çizgi aramak hayal kırıklığına yol açabilir; çünkü abartma meyilli Çinliler burada kendi tarihlerini yazarken doğal olarak inandıkları “Merkezi imparatorluk” idealine uygun bir resim çizmeye gayret etmişlerdir. Göğün yeryüzündeki “temsilcisi”, yani Çin imparatoru nasıl Hunlara yenilebilir veya kızını haraç olarak Hun sarayına gönderebilir? Tabii ki böyle bir şey olamaz! Göğün Oğlu (olsa olsa) “dünyanın merkezi”nden uzakta “soğukta” oturan Hunlara merhamet edebilir: “Hunlar, öldürücü soğuğun çok erken geldiği kuzeyde yaşıyorlar; bunun için ilgili makamlarıma, Tanrıkuta her yıl belli miktarlarda pirinç, pirinç maltı, ipek (iplik halinde), ipek kumaş ve daha başka şeyler göndermelerini emrettim.”

Fakat Çinlilerin Hunları “insan eti yiyen canavarlar” şeklinde tarif eden (ve işin garibi, biri hariç hiçbiri hayatında bir Hun görmemiş) Romalı tarihçilere nispeten daha medeni bir resim sergilediklerini teyit etmek mecburiyetindeyiz.

Hunların Çinliler hakkında ne düşündüklerini tam olarak bilmiyoruz; Çin metinlerinin satır aralarına yansıyan imalara bakılırsa, onlar kendilerine fazla güvenerek “sinsi” Çinlileri küçümseme hatasını yapmışlar. Ve öyle anlaşılıyor ki, (yazılı tarihin idraki içinde oldukları halde) tarihi kağıt üzerine geçirmek yerine, tarihin kendisini yaratmayı tercih etmişler! Avarlara (574 yılında) yenik düşen Romalı meşhur Tiberios’a Avar beyinin yönelttiği azarlayıcı nitelikteki soru, bozkır atlılarının öz güvenini vurgulama bakımından ilginçtir: “Sizde okuyup ders alabileceğiniz tarih kitapları ve savaş raporları yok mudur? Siz Saka (Türk) boylarıyla savaşmanın ne kadar zor ve onları yenmenin ne kadar imkânsız bir iş olduğunu bilmiyor musunuz?”

Bize ulaşan Çin metinleri genelde yüzeysel olup çelişkilerle doludur. Birçoğu bazen yaşanmadan, sadece kulaktan dolma bilgilere istinaden veya bir onur kırıklığını telafi etmek için yazılmıştır. Adından da anlaşılacağı gibi, son iki bin beş yüz yıl içinde Çin’de hüküm süren her hanedanlık, adını ve namını ebedi kılmak üzere, kendi döneminin önemli olaylarını saray tarihçilerine yazdırtmıştır ve bütün bunlar muhtemelen (Çin devlet geleneğinin devamlılığı anlamında) bir sonraki hanedanlık tarihçilerinin tahrifatına maruz kalmış ve yüzyılların süzgecinden geçerek günümüze kadar gelmiştir.

Sıkı Konfüçyanist geleneğe göre yazılmış olan bu yıllıklarda Hunlar veya Türkler, bir dost ülke veya halk değil, Çin devletinin varlığını tehdit eden ezeli düşman, onların tabiri ile “barbarlar/yabancılar” veya baş belası “Hiung-nu”lardı; dolayısıyla Hunlar veya Türkler ile ilgili bilgileri altın terazisine koymadan, daha çok satır aralarındaki bilgiler ve imalar bazında görmek, işlenmesi ve yeniden yorumlanması gereken ham malzeme olarak değerlendirmek daha doğru olur. Ama sonuçta iyi ki yazılmışlar; iyi ki son hanedanlık Mançu döneminde Çin dışına çıkarılmışlar ve iyi ki birtakım idealist bilim adamı tarafından Batı dillerine aktarılmış ve daha geniş çevrelerin bilgisine sunulmuşlar. Bu belgeler olmasaydı, bu kadar çok şey bilmeyecektik.

De Groot’un “tam tekmil ve kelimesi kelimesine tercüme”sini Türkçeye aktarırken, ben de aynı hassasiyeti gösterdim. Çin/Hen, Hun-Türk ve diğer yabancı özel ad ve terimlerin çeviriyazımlarını (Türkçeye uygunluk çerçevesinde) aynen aldım; onların (bulabildiğim kadarıyla) Türkçe karşılığını veya Türkçe telaffuza en uygun olan versiyonlarını bir parantez içinde verdim. Doğru olduğunu sandığım açıklamalara dokunmadım, son bir yüzyılda aksi ispatlanan yorum veya izahları çıkardım, yenilerini ilave ettim. Farklı bilim adamlarına ait yeni yorum, bilgi ve bulguları ekledim. Tartışmalı konularda (konuyu fazla dağıtmamaya gayret ederek) birçok uzmanın görüşüne yer verdim. Farklı çeviriyazım örnekleriyle karşılaştırdım. Çünkü sadece Almanca, İngilizce veya Fransızca çeviriyazımlar arasında değil, bilakis aynı dili konuşan Sinologlar arasında bile çok ciddi çeviriyazım ve anlam farkları vardır. Metnin bir bütünlük arz etmesi için, eski ve yeni açıklama ve izahları mümkün olduğunca birbirine adapte ettim. Bu çalışma yıllarca sürdü. Eklenecek, söylenecek çok şey vardır; şu anda yapılanın sadece mütevazı bir başlangıç olduğunun idraki içindeyim. Çoğu konuda son sözün henüz söylenmediğine inanıyorum. Metinlerin akıl ve bulgular bazında Türk dünyasının bilim adamlarınca okunması ve bir bütünlük arzedecek bir şekilde yeniden yorumlanması gerekmektedir. Türkçe özel ad ve terimlerin aslına ulaşmak, etimoloji ve analoji yoluyla aslına uygun bir versiyon bulmak çok ciddi bir sorun teşkil etmektedir.

Asıl iş buradadır ve bu noktada tarihçi, Türkolog ve dilbilimcilerin yanı sıra meraklılarına büyük bir iş düşmektedir.

Çin dilinin diğer dillerle zor ilişkisini gösterme bakımdan, Hintçe Budist metinleri Çin diline çevirmek mecburiyetinde bırakılan ve Çin’de “Budizmin 19. Patriği” olarak kabul edilen Kuçarlı üstat Kumaraşiva’nın (344 – 413) bir benzetmesi bu anlamda çok ilginçtir: “Sanskritçe Çinceye çevrildiğinde donuklaşıyor, ruhunu kaybediyor. Anlatılmak istenen şey ana hatlarıyla anlaşılsa bile, anlaşılan anlam orijinalinden çok uzaktır. Bu, birinin önüne başka biri tarafından çiğnenmiş bir yemeğin konulmasına benziyor ki, bu yemeğin hiçbir lezzeti olmadığı gibi, sadece kusmaya sebep olacaktır.” Üstad Kumaraşiva’nın tasvir ettiği sorunu bir de tersinden ele alıp yani Çin ağzında çiğnenip masaya konmuş olan kütleden yeni malzemeler üretip yeni bir yemek pişirmeye kalkmak, ne kadar zor bir iş olur!

Türklerde Tek Tanrı Olgusu

Büyük göçler esnasında farklı halk ve kültürlerle temasın sonucunda doğal olarak zamanla değişen ve şüphesiz gelişen kültürümüzün evveliyatı hakkında çok az şey bildiğimiz için köklerimizden, bununla ulusal kimliğimizden uzaklaşıyor ve Moğol at çobanının tabiriyle, “öksüzleşiyoruz”.  Türklerle ilgili en eski yazılı belgelerin Çinlilere ait olduğunu, fakat bu belgelerin bir bütün olarak yüzeysel olduğunu biliyoruz. Türk kültürü hakkında Orhun Anıtları da fazla detay bilgi vermiyor. Uygurlarla birlikte yaratılmaya başlanan ve Budizm’in yanı sıra Manicilik ve benzeri dönemin yeni dinlerinin (de) izlerini taşıyan yazılı Türk edebiyatının içeriği hakkındaki bilgimiz sınırlıdır. On binlerce sayfadan ibaret Türk Turfan metinlerine sahip olan bazı yabancı ülkeler bu konuda bizden daha çok şey biliyorlar. Zengin Türk kültürünün köküne inme konusunda elimizde adı geçen belgelerin dışında müracaat edilecek en güvenilir tamamlayıcı kaynaklar, Orta Moğolistan ile Güneydoğu Avrupa arasındaki kurganlar, mezar ve mengü taşlarının yanı sıra yazılı kayalar ve bir de Sibirya’da yaşayan Türk halkları arasında yozlaşmaya yüz tutmuş otantik kültüre ait kırıntılardan ibarettir. Kurganlar, yazılı kayalar, mezar ve mengü taşları bu anlamda Türk dünyasının sırrının çözülmesine yardımcı olacak birer gizemli anahtardır. “Gizemli” diyorum, çünkü son bir asır içinde çok sayıda kurgan açılmış, gömüler ve yazılı kayalar bulunmuş, mezar ve mengü taşları tespit edilmiş ve okunmuştur; fakat (sanıyorum) elde edilen bulguların okunma ve bir bütünlük arz eden yorumlanma sürecinin henüz başındayız.

Eski Çin kaynaklarında Türklerin din kültürü konusunda birtakım basmakalıp cümle ve imaların dışında fazla bilgi yoktur. Doğuda ve batıda yaygın genel kanı, Türklerin “eski dini”nin (Kamlık) Şamanizm olduğu yolundadır ki, bu prensipte doğrudur. Lakin gözden kaçan bir detay var: Şamanizm evrensel bir “din” değil, insanı doğanın bir parçası kabul eden, doğa mistiği ve doğa ruhlarına dayalı hümanist bir öğreti, bir inanç zemini, daha doğrusu genel bir çerçevedir. Bu anlamda evrensel bir kitabı, önderi veya duası yoktur. Şaman trans halinde okuduğu duanın aynısını tekrar okuyamıyor. Birtakım genel çizgilerin dışında dünyanın dört bir yanında yaşayan her halk veya bazen her kabile yaşadığı ortam şartları, kendi kültürü ve medeni tekamülü çerçevesinde detayda şahsi Şamanizmini yaratmıştır.

Türklerin bu anlamda Şamanizme en önemli katkısı, bu öğretiye Gök Tanrı olgusunu kazandırmış olmalarıdır; hattâ Türklerin eski dininin Tengrizm olduğunu söylemek daha doğru olur. Çünkü bütün tanrıların üstünde duran Gök Tanrı (Tengrizm), eski Türk inancının odak noktasını teşkil etmektedir. Türkler arasında tek tanrı veya herşeyin birliğine endeksli ebedi Gök Tanrı düşüncesinin semavi monoteist dünya dinlerinden daha eski olduğu yolunda çok ciddi ipuçları vardır. Bu inanç, tesadüfen Çinlilerin bir tuzağından kurtulan Tanrıkuta, “Evet, bu içime doğmuştu. Hen (Çin) yine ihanet etti. Benim burada bu (Hen) subayı ile karşılaşmış olmam, Gök Tanrı’nın bir hikmetidir; Gök Tanrı beni uyarmak için onu buraya gönderdi”,  dedirtecek kadar saftır, yürektendir. Yüzlerce tanrının birbiriyle yarıştığı karmaşık Çin inancına (en yüce makam olarak) Gök (Tanrı) fikrini kazandıran, eski Çin inancını bir düzene sokan ve törenlerde insan kurban edilmesini yasaklayan halkın Türk Çular (MÖ 1050-250) olduğunu biliyoruz. Çin’de “Göğün Oğlu” (tinsi) unvanını ilk defa kullanan da Çulardır. Tengri kültü, 10. yüzyıla kadar en az iki bin yıl boyunca Türk kültürünün manevi zeminini oluşturmuştur. Türkler arasında 7. yüzyıldan başlamak üzere Tengri kültü zayıflamaya, doğa mistisizmi ve ruhlara odaklı Şamanizm bazında Budizm ve benzeri öğretiler güçlenerek ön plana çıkarmaya başlamıştır. İtiraf etmeliyim ki, konuya yüzeysel baktığım dönemlerde ben de öyle sanıyordum; fakat yakından baktıkça konunun sanılandan daha komplike olduğunu ve Türklerin irdelenmeyi hakeden olağanüstü gelişmiş bir din kültürüne sahip olduklarını gördüm.

Ebediyete Açılan Kapılar

“Modern” anlayışta cansız bedenin ortadan kaldırılması esnasında kullanılan ve ekolojik anlamda bir “çukur”dan ibaret olan mezar, ölüme değil yaşama yönelik olan eski Türk inancında ebediyete açılan kapı, “ölen”nin değil, bir sungar veya turna donuna bürünerek “uçup giden tın”ın ebedi yaşama uğurlandığı son duraktı. Adeta küçük bir saray şeklinde tasarlanan kurganların içindeki eşyalar ve duvar süslemeleri bu anlayışa dair önemli ipuçları içermektedir. Fakat söz konusu olan yine de ölümdü, ayrılıktı; adına “sungar boldı” denilse de, “sungar”ın uçup gitmesi acı veriyordu:

Ölmek emgek neçükün öngre kelip ertürdi? Sintide öngre ölmekig bulayın, ay künkim! Körmeyin erti munı teg uluğ açığ emgekig!

Orta Moğolistan ile Güneydoğu Avrupa arasındaki uçsuz bucaksız Avrasya toprakları üzerinde karşımıza çıkan kurganlar, mezarlar, yazılı kayalar, mezar ve mengü taşları, taş babalar ve balballar, mimari ve şekil, yani dış görünüş itibarıyla detayda döneme ve coğrafyaya bağlı farklılıklar arz etseler de, içerik ve hâkim motifler itibarıyla özünde aynı kültür ve inancın ürünleridir. Kurganların iç ve dış mimarisi, mezarlarda bulunan altın, gümüş ve benzeri eşyalar hakkında yazılmış nispeten çok (tasviri) eser vardır. Fakat bu yapıların ve gömülerin arkasında hangi semboller saklıdır? Bir mezar kompleksinin içine belli bir geometrik düzen çerçevesinde yerleştirilen taşlar ve bu taşlar üzerindeki gizemli figürlerin sosyo-kültürel izahı nedir?

Türk mezarlarının en belirgin müşterek yönü, yer olarak güzel manzaralı yamaçların, göl veya su kenarlarının veya dağ manzaralı özel mekânların seçilmiş olmasıdır. Mezar dar bir vadide ise, (sırt üstü yüzü doğuya yönelik gömülen) ölünün önünün açık olmasına dikkat edilmiştir. Muteber yönün doğu olmasına rağmen, eğer başka bir yönde muhteşem bir karlı dağ zirvesi varsa, mezar taşının o yöne denk gelen yüzündeki işleme ve nakışlara ayrı bir özen gösterilmiştir. Karlı ve yüksek tepeler mistik din kültürü bakımdan ayrı bir önem taşımaktadır. Baylu yerler, arşan sular/kutsal kaynaklar, baylu taşlar, kozmik enerjinin yoğun olduğu yerlerdir (oyboq). Mezarlardaki diğer bir müşterek taraf da, kurgan ile kurgan kompleksi üzerindeki mezar ve mengü taşları ile taş heykellerin genelde doğuya yönelik durmasıdır; yani “kıble” doğudur. Bu kaide balballar için geçerli değildir; çünkü mezarda yatan kişinin hayatta iken öldürdüğü düşmanları temsil eden anonim balbalların sırtı mezara dönüktür.

Dört köşeli taşlarda motifler ve nakışlar ana yön olan doğudan başlayarak güneşin yörüngesini takiben kuzeyde son bulmaktadır. Doğu, güneşin doğduğu yöndür; mecazi anlamda ise yaşamın başlangıcıdır; güney, güneşin en yukarıda ve sıcak olduğu, fani yaşamın zirvesidir. Batı, gücünü kaybeden güneşin batmaya hazırlandığı, fakat buna karşılık süzülüp olgunlaştığı, sonuçta yeniden doğmak üzere yok olduğu yöndür, yani her şey burada bitmiyor; herşey “başlangıcım sonum, sonum başlangıcımdır” dercesine yeni bir yaşama zemin teşkil etmek üzere başa dönüyor! Kuzey ise, karanlığın, soğuğun sembolüdür; ama “karanlık” olmazsa, “aydınlık” da olmayacaktı! Kullanılan taşların ebadı, şekli ve yerleşim düzeni ile güneşin yörüngesi arasında ince sembolik bir denge göze batıyor: Göğün ve yerin can verdiği, güneşin ve ayın iş başına getirdiği Büyük Hun Tanrıkutu (…), her sabah tan yeri ağarmadan kalkar ve karargâhını terk eder ve (bir tepeye çıkarak) güneşin doğuşunu saygıyla selamlar. (Batıda) yeni ayın doğuşu saygıyla selamlanır.

Her yön kendine göre önemlidir: Batı cephesindeki Hun süvarileri beyaz atlara, doğudakiler gök (boz) atlara, kuzeydekiler kara ve güneydekiler kızıl atlara binmişlerdi. Her yöne özen gösterilmiştir; fakat kullanılan taşların formu ve yerleştirilme düzeni, taşlar üzerindeki motifler ve taşların kullanılış tarzına bakılırsa, üzerinde en çok yoğunlaşılan yön doğudur. Her şey birbirini tamamlıyor; her şey birdir, bir bütündür. Boşlukta, açıkta kalan bir halka yoktur. Taşın ön yüzünün sağ köşesinden başlayan noktalar veya kesintisiz çizgi, güneşin yörüngesini takip ederek, muhtelif iniş ve çıkışlardan sonra gelip kuzeyin sol köşesinde, yani başladığı yerde son buluyor. Yönler, doğum-ölüm-ahiret, yer-gök, yıldızlar ve taşların geometrik düzeni ve taşların üzerindeki bölümler (gök-yer-yeraltı) ve motifler, gece-gündüz ve sonuçta mikro kozmosu sembolize eden insan… her şeye bir nizam ve intizam hâkimdir; noktalar bir arada bir bütünlük arz eden bir çizgi oluşturuyor, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştır. Burada şehit sufi Hallaç’ın, “Nokta çizginin başlangıcıdır. Nokta olmazsa çizgi de olmaz” yolundaki meşhur sözü akla geliyor. Esaret zincirlerini kırarak doğan güneş dünyayı aydınlatıyor; dünyaya can veriyor. Fakat onun gün bitimindeki batışı, karanlık dünyanın sembolik parmaklıkları arasında tutsak oluşu, onun faniliğine tanıklık ediyor! “Ölmek için doğan insan”ın yaşamındaki bütün olaylar da, mecazi anlamda güneşin yörüngesinde yaşanan dramatik proseslerle bir paralellik arz etmektedir.

Sırasıyla Sakalar, Hunlar, Kök Türkler ve Uygurlar dönemi (10. yüzyıla kadar) bozkır kültür ve sanatının bilinen en yaratıcı dönemleridir. Ve her dönem sanki bir önceki dönemin kaldığı yerden devamıdır. Avcılığın yerini hayvancılığın almasına paralel olarak stil de değişiyor ve av sahnelerinin yerini hayvan motifleri alıyor. Ordos ile Doğu Avrupa arasındaki hayvan stilinin birinci kahramanı maral veya diğer bir adıyla sıgundur. Sakalar döneminin fantazi-sembolik dinamik çizgileri Hunlar döneminde daha realist-durağan çizgilere dönüşürken, Kök Türkler bu stile gerçekçi insan resim ve heykellerini (beniz) kazandırıyor, Uygur Türkleri (Ötüken’den Doğu Türkistan’a göçtükten sonra) kaleme sarılıyorlar.

Kurgan veya Moğol dilinde “Kereksur” veya “Kırgız-ur/ür” (Kırgız evi/yuvası) olarak isimlendirilen taş örgülü bozkır mezarlarının (suburgan) üzerinde dış görünüş ve içerik itibarıyla farklı taşlar yer almaktadır. Orhun Anıtları olarak bilinen yazılı mengü/bengü (ebedilik) taşlarının misyonu açıktır. Mesaj aracı olarak dayanıksız kağıt değil, anıtsal taş levhalar kullanılmıştır. Granit ve benzeri sert taşlardan yontulan heykeller, ölüyü temsil etmektedir. Bu heykellerin en güzel örneğini Moğolistan’da Beyaz/Çagan Göl yakınlarında gördüm. Etrafındaki bütün heykel ve taşlar yıkıldığı halde o hâlâ dimdik ayakta duruyor. İki metre yüksekliğinde, başında huni miğferi, sağ elinde göğüs hizasında tuttuğu içki kadehi, sol eli kemerinde veya kılıcının kabzasında hazır bekliyor! Asil yüz hatları o kadar belirgin ve güzel ki, sanki yüzyıllar önce değil, dün yaratılmış gibi…

Üzerindeki motiflere istinaden adına “Maral” veya “Kişi taşı” denilen ve belli bir geometrik düzen içerisinde kurgan ve sunak alanlarına dikilen taşların milattan binlerce yıl önceden beri kullanıldığı sanılmaktadır. Yüksekliği bazen üç buçuk dört metreyi bulan, geniş ve güzel tarafı daima doğuya bakan gizemli sütunlar, göğü temsil eden baş, dünyayı temsil eden orta ve karanlık âlemi temsil eden ayak kısmı olmak üzere, üç bölümden ibarettir. Sembolik bir boyun çizgisiyle ayrılan baş kısma güneşi ve ayı temsil eden yuvarlak motifler yerleştirilmiştir. Güneşi bazen bir kulak küpesi temsil ediyor veya yüzü bir küpenin içine nakşedilen bir insan, maralların ortasında oturuyor. Fani göz için yaratılmışlar arasında Gök Tanrı’yı sembolize etmeye güneşten veya Bir’liğin ve mükemmelliğin sembolü olan yuvarlak daireden daha uygun ne olabilir ki? Kün tengri külünti çeriğ üze; ay tengri batdı kutung üze!

Maral taşlarının tepesindeki yıldızın Kutup Yıldızı veya Türkler arasındaki adıyla Altın Kazığı (Altın Kazguk) temsil edebileceği yolunda yorumlar da var.

Taşların orta kısmı canlıların yaşadığı dünyayı veya savaşçının bedenini sembolize ediyor. İnsana huzurlu bir heyecan veren bu bölüme hâkim motifler, boynuzları bedeninden daha büyük, bazen canlı-dinamik uçan, bazen durağan-doğal mistik maral figürleridir. Maraldan sonra geyik/ceylan, at, oğlak, deve ve benzeri hayvan motifleri, damgalar ve geometrik figürler gelmektedir. Bazı taşlarda üç maral ve onların arkasından uçan üç ok, bir atlı ve bazen bir avcı köpeği dikkati çekiyor.

Acaba burada, Sümer/Kenger dilindeki Uru-ana veya Uruk kelimelerine istinaden Orion veya topluluğu oluşturan yıldızların çizdiği figüre istinaden Avcı gibi sembolik isimlerle anılan takımyıldızında “avcı”nın belindeki kemer şeklinde yorumlanan üç önemli yıldıza veya gök-yer-yeraltı üçlüsüne mi bir atıf var? Eski Mısır, Çin, Yunan ve benzeri kültürlerde farklı mitolojik anlamlar yüklenen Uru-ana veya Uruk takımyıldızında Sümer/Kang-kü/Kengerler üç koyun, Orta Asya’daki bazı Türk boyları üç maral veya dağ koyunu ve üç ok ile bir atlı gördüklerine inanmışlardır:  “Orada gördüğünüz yıldızların adı Uç Mıygak’tır (Üç Maral). Çok çok eski zamanlarda bir Ren geyiğine binen bir avcı, yanındaki üç köpeği ile ava çıkmış. Sert karların üzerinden geçerken, üç marala rastlamış. Köpeklerini maralların arkasından gönderirken, kendisi kestirmeden giderek, maralların geçeceği geçidi tutmuş. Köpeklerin önünde maralların koşarak geldiğini görünce, yayında hazır tuttuğu okuyla maralların birini vurmuş. Ok tam ortada maralın bir böğründen girip ötekinden dışarı çıkmış. İşte o yukarıda gördüğün üç yıldız, kaçan üç maral, oradaki diğer üç yıldız, avcının köpekleri, oradaki avcı, onun arkasındaki avcının bineği Ren geyiği, ortadaki maralın arkasındaki yıldız da avcının okudur”

Canlı hayvanlar yaşamı, onların arkasından uçarak giden oklar (veya av köpekleri) nihai sonu, yani ölümü sembolize ediyor olmalıdır. Akla gelen bir soru da, neden at değil de maral? “…Taşda sığun ötser (…) sıkınur men.”22 Dağda maralın böğürmesi niçin kederlendiriyor? Kutsal maralın derin anlamı nedir, neyi sembolize ediyor?

Tuva Türklerinden bir kadın kamın ifadesine göre, “tüngür kamın atı veya maralıdır. Bir maral olan bir tüngürüm vardı; ben ona tutunarak eyersiz gök (ruhlar âlemine) yolculuğuna çıkardım.”24 Çin İmparatorluk Yıllıkları’ndan Türk kökenli Çu Kralı Mu’nun (MÖ 1001-947) dört ak börü (kurt) ve dört ak maral alarak (eski yurduna) geri döndüğünü öğreniyoruz.

Bundan üç bin yıl önce eski yurduna geri dönen bir beye üç börü ve üç maralın refakat etmesinin arkasındaki sembolik anlam nedir? Maral ve börü; yine ilginç bir sembolik!

Maral veya ceylanın bugün hâlâ geleneksel Türk halk kültüründe, şiirlerde ve tasavvuf edebiyatında güzelliğin, zarafetin, “don değiştirme” ve ilahi aşkın sembolü olarak kullanılması eski geleneğin farklı bir versiyonu mudur?

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. HALLAC ~ Annemarie SchimmelHALLAC

    HALLAC

    Annemarie Schimmel

    Her Şeyde Tanrı’yı Görmek! Rahmetli Prof. Annemarie Schimmel ile takriben yirmi sene önce bir arkadaşım vasıtasıyla tanışmıştım. Bir akşam ona misafir olduk; bu ağırlıklı...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur