Osmanlı’nın en sancılı yılları. İttihat ve Terakki’nin rejim karşıtı çalışmaları, ülkenin dört bir yanında alevlenen ayrılıkçı ayaklanmalar, Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart Olayı, Trablusgarp Savaşı, Babıâli Baskını, Balkanlarda kaybedilen topraklar ve Garbî Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetleri ve Arabistan çöllerinde yaşanan amansız mücadeleler. Tüm dünyanın büyük bir savaşa sürüklendiği günlerde “devlet-i ebed müddet” için mücadele eden Kuşçubaşı Eşref ve arkadaşlarının soluk soluğa okunacak öyküsü.
“Eşref Kuşçubaşı son dönem tarihimizde dikkati üzerine çeken, cıva gibi bir kahramandı. Hürriyet ateşinin Arapların içinde alevlenmesi amacıyla çalışmalar yaptı. Fakat çok geçmeden, rejim aleyhtarlığının, emperyalistlerin sinsi tahrikleriyle bölücülüğe dönüştüğünü fark etti. Bunlarla mücadele etmek için bir teşkilat kurdu. Miralay Rasim Bey, bu organizasyona Teşkilat-ı Mahsusa adını verdi.
Yeni nesiller Eşref Kuşçubaşı’nı tanır ve onun gibi idealist olurlarsa, yeni Kuşçubaşılara kavuşabiliriz. Bunun için Eşref Bey’in hayatını bilmek çok önemlidir. Hakan Kağan konunun altından yüzünün akıyla kalkmış, Eşref Bey’i bize yakından tanıtmıştır. Bu toprağın çocuğu olarak kendisine teşekkür ediyor, yeni eserleriyle ilim ve irfan dünyamızı zenginleştirmesini diliyorum.”
SUNUŞ
Eşref Kuşçubaşı, son dönem tarihimizde dikkati üzerine çeken, cıva gibi bir kahramandı. Daha lise çağlarında, o zamanki moda fikirlere kendini kapatırdı, hürriyetçi kesildi, İstanbul’dan uzaklaşması için Edirne Askeri Lisesi’ne nakledildi. Sonraki öğrenimini de İstanbul’un dışında tamamladı.
Hürriyet ateşinin Arapların içinde alevlenmesi için çalışmalar yaptı. Fakat çok geçmeden, rejim aleyhtarlığının, emperyalistlerin sinsi tahrikleriyle bölücülüğe dönüştüğünü fark etti. Bunlarla mücadele etmek için bir teşkilat kurdu. Miralay Rasim Bey, bu organizasyona “Teskilat ı Mahsusa adını verdi. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle Müslümanların sahipsiz kalacağına inanan Şerif elTunusi, Şeyh Sünusi, Sekip Aslan, İsmail Canbolat, Mehmet Akif ve daha pek çok ünlü de onunla birlikte hareket etti. 1913 yılının Ekim ayına kadar gönüllü bir kuruluş olan Teşkilat ı Mahsusa, Enver Paşanın ısrarıyla devletin resmî bir kurumuna dönüştü. Ondan sonra, Mehmet Akif, Sekip Aslan gibi ilimde irfanda ün yapmış değerli insanların bu kurumla ilgisi kalmadı ama milletçe ne zaman ihtiyaç duyulmuşsa, hizmetlerini esirgemediler.
Dünyanın petrolden dolayı bir savaşa sürüklendiği belliydi. İtalyanlar hem yayılmak, hem de arzu ettikleri blokta yer alabilmek gayesiyle Akdeniz’deki hâkimiyetlerini tartışmasız duruma getirmek için Trablusgarp’ı işgal etmeye kalkıştılar. Enver Bey’le Eşref Bey oraya gitmeye karar verdiler. Başarılı olurlarsa, Osmanlı’nın bazı genç subayları da onları rakip edecekti. Mısır’daki Müslümanlar, Libyalılar ve bilhassa Şeyh Sinusi umdukları desteği fazlasıyla verince, İtalyanlarla aralarında çetin bir mücadele başladı. Mustafa Kemal,Fuat (Bulca),Deli Fuat Paşanın çocukları Halid ve Hayrettin ve Çerkez Ethem’in ağabeyi Reşit Bey’in de aralarında bulunduğu genç subaylar Libya’ya gittiler.
Bu sırada Balkan Savaşı patlak verdi; Bulgarlar Büyükçekmece Gölü’nün yanında bulunan Muratlı tepelerine kadar geldiler. Hükümetimiz ve paşalarımızın pek çoğu, İstanbul’u kurtarmanın peşine düştü. Londra’da toplanan devletler Enez Midye hattının sınır olmasını kabul ettiler. Fakat Bulgarlar bu hatta çekilmiyor, Yunanistan’la aralarındaki toprak anlaşmazlığını çözüp İstanbul’u almak istiyorlardı. Dünyanın şartları da buna elverişliydi; mesela Alman İmparatoru, “İstanbul, Bulgaristan’a yakışır” diyordu. Sadrazam Kamil Paşa ise, Enez Midye hattından başlayan bugünkü Trakya Topraklarımızda bir tampon devlet kurmakla İstanbul’u kurtaracağını ümit ediyordu. Ortam çok karışık olsa da, belki bir şeyler yapabilirler ümidiyle geri çağırılınca. Enver ve Eşref Beyler, Libya’daki diğer genç subaylar, Zenci Musa, Mamaka Mustafa gibi fedailer buraya döndüler. Enver Bey, kendisini yarbay olarak, Muratlı tepelerinde bulunan Onuncu Kolorduya Kurmay Başkanı tayin ettirdi.
Teşkilat ı Mahsusa tarafından yurdun değişik bölgelerinden gizlice gönüllüler toplandı. Eşref Bey, Cihangiroğlu İbrahim ve Selim Sami tarafından Taksim ve Metris kışlalarında eğitilen gönüllülerin arasına sivil kıyafetle pek çok asker de katıldı. Bir gece kayıkla Marmara’nın sularından beş onbaşı ile düşmanın arasına sızan Mamaka Mustafa, Muratlı tepelerini Edirne’deki Bulgar karargâhına bağlayan telleri kestiğini haber veren lambayı patlatınca, Eşref Bey’in fedaileri husule gelen şaşkınlıktan yararlanarak saldırıyı başlattılar, “ikinci Balkan Harbi” denen bu savaşı “Türk Gönüllü Kuvvetleri Kumandanı” olarak Eşref Bey başarıyla yönetti.
Birinci Dünya Savaşı’nda nerede yangın varsa, orada Eşref Bey’i ve Teşkilat ı Mahsusa’nın fedailerini görüyoruz. Mesela çok çetin bir taarruz olan Kanal Harekâtında oradaydılar. Hiç umulmadık biçimde Kanal’ı geçtiler; ne yazık ki beklenen takviye gelmedi.
O sırada Yemene üç yüz bin altın götürüyorlardı. Bunun yarısını San’a’daki Yedinci Kolordu’ya bırakacak, diğer yarısıyla da İmam Yahya’nın askerlerini teşkilatlandırıp ardından gelecek Şerif Hüseyin’in kuvvetlerini vuracaklardı. Yemen’in Cembele mevkiinde 12 Ocak 1917’de. Eşref Bey kırk üç mücahidiyle İngiliz ve Fransız subaylarının kumandasındaki yirmi beş bin kişilik orduya karşı bir gün bir gece savaştıktan sonra esir düşüp Malta’ya sürüldü.
Eşref Bey’in Milli Mücadele’nin başlangıcından asıl hizmetler yaptığını Başbakanlarımızdan Rauf Orbay “Siyasi Hatıralarının ilk cildinin on birinci sayfasında şöyle anlatır: “Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Sami ile bazı arkadaşlarının, Osmanlı Devleti Avrupa devletlerinin baskısından bunalınca, bu saldırıyı ortadan kaldırmak için Batı Trakya Cumhuriyeti diye özerk bir devlet kurduklarını biliyoruz. Bu bağımsız gibi hareket eden, fakat Osmanlı’nın İttihatçı kanadına bağlı tutumunu koruyan devletin, ortak baskılar yüzünden feshedilmesi gerekti. Feshettiler, Fakat devletin elinde bırakılmış bazı paralar ve Bulgaristan’dan ganimet olarak ele geçirilmiş sürüler vardı. Bunları sattılar ve elde edilen parayı altına çevirerek Kuşçubaşı Eşrefe teslim ettiler. Kuşçubaşı Eşref de, bir gün gerekeceğini düşünerek paralan çiftliğine gömdü. Bu parayı bana anlattığı için biliyorum. Ayrıca Enver Paşa, savaşın kaybedileceğini kestirince, ülkenin istila edilmesi halinde gerilla savaşı yapılması için, bazı yerlere silah yerleştirmişti. Bu yerlerden biri de Kuşçubaşı’nın çiftliği idi, Hem silahlar hem altınlar son derece özen gösterilerek gömülmüştü.
Anadolu mukavemeti karan alınınca, ben bu altınları ve silahları Mustafa Kemal Paşanın emrine verdim.”
Mehmet Akif, Milli Mücadele hareketine katılmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya giderken, çete savaşlarıyla Geyve Boğazı’nı açık tutarak bu ihtilali sağlayan Kuşçubaşı ile Yenibahçeli Şükrü’ye rastladığını belirtir. Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve daha pek çok önemli kişi de aynı yoldan faydalanmıştır.
Hakan Kağan, bana milletimizin bu çelik yürekli evladını anlatan bir roman yazmaya başladığını bildirdiğinde çok mutlu olmuştum. Yeni nesiller Eşref Kuşçubaşı’nı tanır, onun gibi idealist olmayı benimserlerse, yeni Kuşçu basılara kavuşabiliriz. Bunların illa ki savaşlarda yiğitlik göstermeleri gerekmez. Bilim ve sanat cefaya katlanmak ister, hayatım vermeyen, bunlardan hiçbir şey elde edemez. Fizik, kimya, matematik ve diğer bilimlerde gösterilecek fedakârlıklarla Batı ile aramızdaki farkın kapanması sağlanabilir. İdealizmin, fedakârlığın olmadığı yerde hiçbir şey gerçekleşmez. Bunun için, Eşref Bey’in hareketleri çok önemlidir. Hakan Kağan konunun altından yüzünün akıyla kalkmış, Eşref Bey’i bize yakından tanıtmıştır. Bu toprağın çocuğu olarak kendisine teşekkür ediyor, yeni eserlerle ilim ve irfan dünyamızı zenginleştirmesini diliyorum.
Mehmet Niyazi Nisan 2008
İLKSÖZ
Ya Hazreti Bey! Ya Hazreti Bey!
Kaç kişidir gelenler?
Zeyl elcerat… Zeyl el cerat…” Yer gök insan kesilmiş, üstümüze yürüyor…
Karanlık bir kösede remil bakan bir bedevi, uçuşan kumların bir yapıp bir bozduğu tepecikler, uzaklaşan gölgeler, patlayan İngiliz silahlan, makineli silah tertibinden sağa sola saçılan mermiler, kafileden olabildiğince uzaklaşmaya çalışan Arap Musa, yağmalanan hazine… Kanlar içinde sağa sola savrulan insanlar… Derin bir uykuda, iradesinin dışında gezinen hayaller…
Uzandığı yerden kalkmaya çalıştı. İlk denemesinde başaramadı. Beyaz ketenden dikilmiş uzun elbisesini toparladı. Çıplak ayaklarıyla boyalı tahtaya basıp biraz dinlendi. Toz toprak olmuş bedenlerin ruhları, etrafında dönüyor gibiydi…
Geçmişi bazen ümit dalgaları, bazen de kesif bir sıkıntı olup odasını dolduruyordu. Bir zamanlar, yansından çoğunu idealleri için kat ettiği dünyayı yeniden görmek isteyen ruhu, bedenine söz geçiremiyordu. Oysa hayalleri… Yattığı odanın boş duvarlarından yankılanıyor, etrafını çepeçevre kuşatıyordu.
“Ne olurdu?” dedi ağlamaklı bir sesle. “Yüce Yaratıcı, bedenimi soldurduğu gibi hayallerimi ve ideallerimi de soldursaydı.”
Sureti bir ölününkini andırıyordu; teni soluk beyaz bir renk almıştı. Kalktı, cama doğru yürüdü. Geceden beri, hislerine dinginlik veren yağmurun sesi kesilmişti ama pencereden yüzüne çarpan serin rüzgâr, çöllerde kavrulmuş yorgun ruhuna tatlı bir rahatlık ve hafiflik yayıyordu.
“Ne kadar farklı bu topraklar, ne kadar da güzel… Neydi acaba bizi o kum fırtınalarına, sam rüzgârlarına çeken? Kader mi î”
Bir zamanlar, at sırtında tozu dumana kattığı dağlata baktı. Dağlatma… O dağlar ki; kat kat, üst üste dizilmiş duman balyalarıydı. İçini büyük bir pişmanlık kapladı. Dağlardaki buğulanma, kararsız hatıralara sürüklüyordu savaşçıyı. Çok şey vardı yâd edilecek ama hangi hatırasına uzansa ayrıntılar teker teker kayıp gidiyordu gözbe beklerin den.
Uzun zaman olmuştu bu çiftliğe kapanalı. Gözyaşları, kızarmış yanaklarından süzülüyordu. Bir şiirin hikmet barındıran mısraları gibi dağınıktı her şey… Zayıf bedenini yatağa bırakırken büyük bir rahatlama hissetti. Hatıralar yine gözlerinin önündeydi…
Enver’in al, dor, kır atlarla Makedonya dağlarında pusuya yatmış bir kurt gibi bir anda belirip çetelerin içine dalışı… Mustafa Kemal’in tarihî harabelerde kanayan gözünü mendille tutup diğer elindeki kılıçla ileri atılıp hücuma devam etmek için çırpınışları… Kardeşi Sami’nin Kafkaslarda ar sırtında geçirdiği zor günler… Süleyman Askeri’nin Şuaybiye önlerindeki çaresiz haykırışları… Arap Musa’yla Kanal’da İngiliz gemilerinin hareketini önlemek için iptidaî şartlarda hazırladıkları bombaları, pırlantadan bir ışık huzmesi gibi süzülen suya bırakmaları… Musa’yla, İngilizlere çalışan ajanların cansız bedenlerini, ıssız çölde rüzgârla beraber yer değiştiren kum tepecikleri altında bırakıp gönül rahatlığı içinde geri döndükleri operasyonlar… Hangisi yâd edilmeli, hangisine saygıyla bakılmalı ?
Giderek yoğun bir melankoli halini alan hayaller onu, hayatının dönüm noktalarından birine götürdü. Bocukta uçuşan seslere kulak verdi. Sesler, bir kapı tıklamasına benziyordu…
Büyük bir belirsizlik içinde kendini görmeye çalışsa da buna muvaffak olamıyordu. Yanında duran ince yüzlü, naif delikanlıyı fark etti. Yüzünün teferruatlarını inceliyor, sanki onda kendisini görüyordu. Şuaybiye’de vefat eden ince yüzlü arkadaşıydı bu. Sevgi, bağlılık ve kıskançlık duygularının hepsini efsunlu bir gölge gibi üzerinde taşıyan adam, simdi karşısında durmuş, derin bir boşluk içinden ona bakıyordu. Terleyen parmakları bir muskanın üzerindeydi, Süleyman ise içinde… Sesler, sesler, sesler… Uzayıp kısalan gölgeler…
Her şeyi toz eden, tozu yok eden zaman… İnsan zamana ne yapabilirdi ki? Geçmişçe uzayan gölgeler ve artan sesler onu, tenha sokaklarda sır gibi gizlenen bir eve götürdü, içeride birileri kısık seslerle konuşuyordu. Kulak kesilip sessizce dinledi.
Kimsiniz?
Halas.
Nereye, ne için geldiğinizi biliyor musunuz?
Evet. Bir cemiyeti mukaddese vatan ve millet için hizmet etmeye geldik.
Bu cevabın doğruluğuna yemin edebilir misiniz?
Allah, bayrak, namus üzerine yemin ederim.
Kapı açıldı. Kuşçubaşı olanları dikkatlice dinliyordu. Bir an sessizlik oldu. Sonra sağ elinin Kur’an, sol elininse bir tabancanın üzerine durduğunu fark etti. Elleri yanıyordu… Alevler ellerinden vücuduna yayılıyordu. Gözlerini kapatan siyah bezi, yanına gelen arkadaşı indirdi. Biraz önce içini kaplayan korkuların yerini gurur aldı. Loş ışıkta, yüzlerinde siyah peçeleri, sırtlarında yerlere kadar sarkan kırmızı pelerinleriyle üç kişi ayakta duruyordu. Gecenin derin sessizliği sanki her şeyi büyülemişti.
Üç kişiden ortadaki konuştu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarihi Roman
- Kitap Adı İmparatorluğun Son Akşamı Kuşçubaşı Eşref
- Sayfa Sayısı368
- YazarHakan Kağan
- ISBN9752637627
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cem; Tahtına Kavuşamayan İmparator ~ Hakan Kağan
Cem; Tahtına Kavuşamayan İmparator
Hakan Kağan
Akıcı dili, hiç dinmeyen heyecan ve aksiyon duygusu ile Cem, daha önce İmparatorluğun Son Akşamı ve Yeniçeri kitapları ile okur kitlesini bulan ve giderek...
- Son Yahudi – İspanya’da Ateş ve Kan ~ Noah Gordon
Son Yahudi – İspanya’da Ateş ve Kan
Noah Gordon
Baskının, Soykırımın, İnancın İspanyol Engizisyonu’nun Kurbanı Yahudilerin Romanı “Oğlum, evden çıkmalısın hemen! Arkadaki pencereyi kullan’ Acele et!” Yonah gürültüyü duyuyordu. Kalabalık bır grup eve...
- Cennet Ateşi / Büyük İskender 1. Kitap ~ Mary Renault
Cennet Ateşi / Büyük İskender 1. Kitap
Mary Renault
“Ulu, meşhur adamlar gibi o… O eski günlerde hikâyelerini anlattıkları [kahramanlar] gibi… Onlar aşk için yaşamazlar… aşkla yaşarlar. Söylüyorum sana, gördüm, onların kanından o....