Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Abdülaziz; Ölümün İlkyazıdır Güz
Abdülaziz; Ölümün İlkyazıdır Güz

Abdülaziz; Ölümün İlkyazıdır Güz

Hakan Kağan

Bizim yapamadığımızı siz yapın Efendim. dedi. Arkasını dönüp, hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı Gökalp. Seni nerede bulabilirim? diye sordu Abdülhamit. Usulca dönen Gökalp, Güneş…

Bizim yapamadığımızı siz yapın Efendim. dedi. Arkasını dönüp, hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı Gökalp. Seni nerede bulabilirim? diye sordu Abdülhamit. Usulca dönen Gökalp, Güneş doğar, vakti gelince batar. Şüphesiz, batması doğmasına delildir. dedi. Abdülhamit, bu gizemli adamın ne demek istediğini anladı. Tebessüm etti. Elindeki yüzüğe baktı. Doğu ve Batı Bir gün kudretli bir adam gelir de ikisini bir ederse diye mırıldandı. Bahçeye düşen eflatuni ışık şavkları, siyah zemin üzerinde iç içe geçmiş turkuaz renkli çift hilali mesh etti. Çiçek tarhları arasında yürüyen adam kısa zaman sonra gözden kayboldu. Hanedanın son demleri Borç içindeki saltanat Sonu gelmeyen taht kavgaları, türlü entrikalar Dış mihrakların eliyle oynanan sayısız oyun; gizli örgütler, saltanat karşıtları, Masonlar Dostun düşmana karıştığı zamanda yalnız bir sultanın devletin bekasını sağlama çabası Her şeyden arda kalan hal olmuş bir padişah, kanlı bir gömlek İmparatorluğun Son Akşamı, Yeniçeri ve Cemin yazarı başarılı romancı Hakan Kağanın güçlü anlatımıyla; 32. Osmanlı padişahı ve 111. İslam halifesi Abdülazizin hal oluş hikâyesi dile geliyor.

***

Gelecek kuşaklar sizin yaşadıklarınızdan ibret almadan, sizler daha öncekilerden ibret alın.

(Ali, Ali Şeriati)

Bu bab, Şahkufu Suftan Camii bahçesindeki canların haf tercümesidir. 1876 Mayısı

Nice kuş vardır, tuzaktan uzak, havalanır gider; fakat kaza elinden bir bela okudur fırlamış, uçup gelmededir ona.

Mevlânâ, Mecalis-i Seb’a

Kararmış bulutlar, çakan şimşeklerle kısa bir an da olsa ışığa kesiyor, sonra yeniden eski kesif rengine bürünüyordu. Manda gözü büyüklüğündeki iri ve soğuk yağmur taneleri, boş sokakları dövüyordu. Tophane’de demirli gemileri sabitleyen halatların gıcırtıları, rüzgârın sesini bastırıyordu. Askerî merasimdeymişçesine dizilmiş topların brandalarını örtmeye çalışan askerler, zifte bulanmış halatların kopma seslerini duyunca kulak kesilip, sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladılar.

Kurşuni bir örtünün altındaki şehrin iki yakası arasında demirlemiş donanma, Boğaz’ın orta yerinde ayrı bir şehir gibi duruyordu.

Karanlığa kesmiş sokakları ışığa boğan bir şimşek, Kılıç Ali Paşa Camii’nin kurşun kubbesini yerinden oynatıp alemini karattı. Tüneklere sığınmış kuşların çığlık çığlığa havalanmalarıyla patır patır dökülmeleri bir oldu. Caminin bahçesi bir anda, sığınacak güvenli bir koyak arayan kuşlarla doldu.

Aynı saatlerde, şehrin ‘Frengistan’ diye anılan kısmında, kuşlar kadar çaresiz bir adam, labirent gibi iç içe geçmiş sokaklarda koşturuyordu. Yüksek duvarlarını sarmaşıkların sardığı dar bir sokakta durdu. Sol kasığından sızan kan, pantolonunu kızıla boyamıştı. Yağmur suyuna karışıp akan kanı görünce elini kasığına attı. Daha önce birçok kere yaralanmıştı. Garip bir hisle, fazla vaktinin kalmadığını biliyordu. İri ve soğuk damlalar, ateşler içinde yanan yüzüne vuruyordu. Gür ve uzun sakalından kayan yağmur taneleri, düğmeleri açık gömleğinden göğsüne damlıyordu. Yün içliği suya düşmüş keçe gibi ağırlaşmıştı. Kırmızı deri kaplı üçgen muskasıysa sırılsıklamdı. Korkuyordu. Vücudundaki bu rahatlamanın iyiye işaret olmadığını biliyordu. Ölümün soğuk nefesinin afsunladığı bir korkuydu bu; insanı alıklaştıran, elini kolunu bağlayan bir korku… Bakışları, ölümün soğuk yüzü kadar ürkütücüydü. Bir ara gözlerini kapatıp iri ve soğuk yağmur damlalarının yüzünü dövmesini dinledi. Bu rahatlatıcı duygunun, ölüm öncesi sakinlik olduğunu biliyordu. O tatlı rehavete kapıldıkça korkusu eriyip yitiyordu. Tenini tarifsiz bir hazla ölüme sürükleyen o duygu ne tatlıydı şimdi. Sessiz ve karanlık sokağın orta yerinde kendini dinliyordu.

Yaklaşmakta olan ayak seslerini duyunca gözlerini açtı. Gerilen kasları hareket etmeyi reddediyordu. Güçlükle de olsa biraz kımıldandı. Sol bacağını hissetmiyor, her adım atışında çektiği acı bedenini sarsıyordu. Örümcek ağı gibi birbirine ulanmış sokakları, sol bacağını sürüyerek geçti. Çalılıkların sardığı tümsekleri, kayalık uçurumları arkasında bırakmıştı da, şimdi et parçasından farksız bacağı elinde, taş döşeli yollarla başa çıkamıyordu. Derin derin soluklanırken önündeki demir parmaklıklara tutundu. Bir adım olsun atacak takati kalmamıştı. Tutunduğu kapının içeri doğru açıldığını fark etti. Şimdi sırtını dayamış, yaralı bir hayvan gibi hırıltılarla nefesini toplamaya çalışıyordu. Ağzından salyalar akan köpeklerin saldırmak için tetik durduğunu, çakan bir şimşeğin yalazlanan ışığıyla gördü. Parlayan gözlerini, dişlerini. Ne kaçmak ne de kendini korumak için bir harekette bulunmaması, köpeklerin saldırısını engelliyordu. Bedeni, boşlukta kayan bir tüy gibi hafiflemiş, gözlerinin feri eriyip yitmişti. Gerilen kasları arasında biriken sıvının acısı o kadar dayanılmaz hale gelmişti ki; acıyı hissetmiyordu artık. Ağzından salyalar akan köpekler onu korkutmuyordu. Bu öldüren, kahreden acı, bu bilinmezliğe sürükleyen korku bir anda böyle bıçakla kesilmiş gibi yok olmuş olabilir miydi?

“Epsem olun canlar” diye bir ses gezindi kulaklarında. Gerçekten böyle bir ses duymuş muydu? Şimdi ışık kararıyor, karanlık ışıyordu. Zıddıyla bilinen her şey başkalaşıyordu. Yere çöküp başlarını ayakları arasına alan köpekler bu sesi doğruluyordu. O an canına bir esenlik geldi sakallı adamın. Bulanıklaşan zihni berraklaşmaya başladı. Saçakların altında bağdaş kurmuş oturan birinin olduğunu görebiliyordu.

“Rahatsızlık verdim derviş baba.” diye özür serdetti.

“Ne rahatsızlığı… Biz de canlarla birlikte O’nun misafiriyiz.” diye karşılık verdi bağdaş kurmuş oturan garip kıyafetli adam. O’nun derken elini havyaya kaldırmıştı. Ne diyeceğini bilmeden öylece zerduva kürk giyinmiş adama bakıyor, soğuyan bedenini boşluğa bırakmamak için insanüstü bir gayretle direniyordu. Baba Cafer usulca ayağa kalktı. Sırtındaki zerduva kürkü çıkarıp yere serdi, eliyle ‘gel’ işareti yaptı. Uzun sakallı adam boşluğa asılı bakışlarıyla sırtını verdiği kapının önünde hareketsiz duruyordu. Adamın halindeki gariplik, Baba Cafer’i korkuttu. Yavaş adımlarla adama yaklaşırken bir yandan da ona güven verecek sözler söylemeye devam ediyordu. İri yağmur taneleri adamın safran sarısına çalmış yüzünü dövüyor, dövüyordu. O ise hiç hareket etmeden, tunçtan bir heykelmiş gibi duruyordu.

“Gel,” dedi Baba Cafer, “otur hele, konuşup tanış olalım.”

Korkusu gözbebeklerinden silinmiş uzun sakallı adamın yüzünü yakından görünce, ölmek üzere olduğunu anlamakta gecikmedi. Ona yardım etmek için elini uzatmıştı ki; adam koca bir gölge gibi üzerine yıkıldı. Baba Cafer, adamı kucaklayıp saçağın altına çekti, kürkünün üzerine yatırdı. Adam güçlükle hareket ettirdiği elini kuşağına sokup deri bir muhafaza çıkarttı,

“Bunu al.” dedi. Baba Cafer, adamın elinden muhafazayı aldı.

“Kuşağımda bir kese altın var. Helal maldır.” Sonra tekrar sessizleşti adam. Sükûneti dakikalar sürdü. Bir şeyler demek istiyor, ancak takati yetmiyordu.

“Ne var bunun içinde?”

“Kulaksız Hamamı’na var… Nizam diy…”

“Nizam mı?

Uzun sakallı adam, koca bir lokmayı yutar gibi yutkunup başını salladı.

“Ona ver.” diyebildi. Sonra sağ elinin yüzük parmağına baktı. Yüzüğü parmağından çıkaracak gücü kendinde bulamadı. Baba Cafer de yüzüğe bakınca;

“Aynısından onda da var. Yüzüğü görmed…”

“Bu yüzüğün aynısından Nizam’da da mı var?”

Sakallı adamın, mum alevinin son çırpınışlarına benzeyen bakışlarında bir minnet duygusu vardı. Yaptığı işin doğruluğuna inanan insanların iç huzuru hâkimdi yüzüne. Titreyen kırçıl sakallarından, son nefesini verdiği ve şeytanın son saldırısı karşısında imanını muhafaza etmeye çalıştığı aşikârdı. Karanlık dünya göz-bebeklerinde erimiş; bir ışık, bu karanlığı boğarak göğe yükselmeye başlamıştı. Garip kılıklı dervişin kucağında yatan bedenini görüyor, bu duruma bir anlam veremiyordu. Derviş, açık kalan gözlerini kapatıyordu şimdi. Bir ara eliyle gözlerini yoklayıp yerde yatan kendine baktı. Gözleri kapalıydı. “Nasıl görebiliyorum?” diye söylendi. Dervişin dehşetle açılan gözlerini görebiliyordu. Sıtmaya yakalanmış gibi titriyordu derviş. Korkudan rengi sararmış, yüzünden kan çekilmişti. Bir ara irkilerek ayağa kalktı, dervişin yaklaşmakta olan ayak seslerine kulak kesildiği aşikârdı. Onu uyarmak için bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama bu gayreti nafileydi. Derviş onu duymuyor, görmüyordu. Yerde yatan anne köpek, yavrularının önüne geçip ayak diremiş; arkasına aldığı yavrularını korumak için saldırmaya hazır hale geçmişti. Biraz yaklaşınca, köpeğin geri geri giderek kuyruğunu bacakları arasına alıp hırlamaya başladığını gördü irkildi. Derviş, köpeğin boynuna sarılmış onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor, cami bahçesindeki canlar sessizleşiyordu. Korkunun koynunda asırlarca sürecek, hiç bozulmayacak bir sessizlikti bu. Kalp atışlarının, nefes alışların mühürlendiği bir sessizlik.

Şimdi telaşlı ayak seslerine suçlamalar, kavga sesleri karışmıştı. Tartışmalar uzayıp gitti. Sonra sesler birbirine karıştı, dar sokaklarda ayak sesleri eriyip gitti. Derviş dizleri üzeri çöküp kesik kesik soluklandı. Yağan yağmura aldırış ettiği yoktu. Anne köpek, yavrularının önündeydi ve tedirginliği hareketlerinden belli oluyordu.

Derviş, kalkarak yerde yatan adama doğru birkaç adım attı. Parmağındaki yüzüğü, kuşağındaki kızıl keseyi alıp ağırlığını eliyle tarttı. Yüzüğü havaya kaldırıp şehrin üzerine tel tel dökülen yıldırımların ışığında incelemeye başladı. İç içe geçmiş iki hilale uzun uzun baktı. Bilinmez işlerin insan zihnini çektiği yanılsama çölünde yolunu kaybetmiş gibiydi. Yüzüğün siyah kaşına kazınan turkuaz mavisi iki hilalin ne anlama geldiğini bilmesi mümkün müydü? Doğu Türk devleti ve Batı Türk devletini simgeleyen iç içe geçmiş iki hilaldi bunlar. “İşte böyle iç içe geçip bir olurlarsa.” diye söylendi yerdeki adam. Derviş söylediklerini duymuyordu. O konuştuğunda anne köpekten başka tepki veren olmuyordu artık. Yüzüğü parmağına takan derviş, kızıl kesenin ağzını açıp içindeki ışıltıyı hayran hayran seyretti. Yüzündeki mutluluk gözden kaçacak gibi değildi. Derviş, ağzını kapattığı keseyi yerde yatan bedeninin üzerine koyunca göğsünde bir ağırlık hissetti adam. Keseyi bir koyup bir alıyor, ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu.

Sonra bir ses duyuldu. Arnavut kaldırımları delercesine inip kalkan bekçinin asasının sesiydi bu. Bekçi, caminin kapısına gelince durdu. Bir şeylerden işkillenmiş gibiydi. Öylece durmuş, yarı aralık kapıyı asasıyla hafifçe ittiriyordu. Kararsızlığı korkusuna delildi. Bir süre kulak kabartıp bahçeyi dinledi bekçi. Anne köpek yeniden ayaklanmış, kuyruğunu bacakları arasına kıstırıp korkunç dişlerini göstermişti.

Bu bab; Abdülaziz Han’ın kendinden kaçıp, gecenin sessizliğine ve serinliğine sığınmasının beyanıdır.

Şu anda; mezarda, kefeni bir dilencinin kefeninden farksız bir beyin oğluyum.

Bir zamanlar, sırma kaftan giyen bir beyin oğlu.

Necip Fazıl Kısakürek, Yunus Emre

Tatlı şapırtılarla iskelenin yosunlanmış ayaklarına vuran küçük dalgaların sesine dalıp gitmişti Aziz. İnce sedef işçiliği tarif edilmeyecek kadar güzel bastonuna dayanmıştı. Bastonun topuzunu süsleyen yeşim ve mercan taşlarının kabartısını avuç içinde hissedebiliyordu. Boğaz’ın üzerinde ince bir tülü anımsatan nahif bir sis vardı. Karşı tepeleri, bir hayal perdesine düşmüş gibi duran şehrin Anadolu yakasını, şehrayin bir düşteymiş gibi izliyordu. Lacivert bir ışık huzmesi içinde zar zor görünüyordu Adalet Kulesi. Işık huzmesi içinden sürek veren bir rüzgâr, ecdadının hatırasını asırlar ötesinden Aziz’e taşıyordu. O ise sıkıntısını bastonunun taşlarla süslü topuzunu ovarak atmaya çalışıyordu. Bakışlarını, kirli beyaz bir tüle nakşedilmiş melal denizinden aldı. Derin bir ah yüreğinden kopup dudaklarından döküldü.

Balyan Kardeşlerin mimarlığını üstlendiği; Dolmabahçe Sarayı’nda, harem halkının kullandığı binek odasının Boğaz’a bakan balkonunda Aziz’i izleyen Pertevniyal Valide Sultan huzursuzdu.

“Hayra alamet değil bu gezmeler; hiç hayra yorulacak işler değil bunlar. Bir ihtiyar kayıkçı ve sekiz kürekçiyle böyle deryaya açılmalar. Koca Memalik-i Âli’nin Sultanı böyle savunmasız dolaşsın, olacak iş mi? Ah. Bir insanın evveli ne ise ahiri de odur dememiş boşuna din uluları.”

Sağa sola gidip gelmelerine bir nihayet vererek ellerini göğüs hizasından bağladı Valide Sultan. Aklına yenice bir şey gelmiş de onu akıl terazisinde tartıyormuş gibi bir süre hiç kıpırdamadan durdu. “Gitme desek. ” diye söylendi. Aklına gelen fikrin saçmalığına kendi de ikna olmuş gibi huzursuz adımlamalarına yeniden başladı.

“Böyle lakırdı da edilir miymiş aslanıma…”

Çaresizlik içindeki yürüyüşünü bitirip balkonun mermer korkuluklarına tutundu. Mermerin serinliği içini ürpertti Valide Sultan’ın. Karşı tepelerden sürek veren, yumuşak bir nefesi anımsatan rüzgâr, feracesini dalgalandırdı. Öylece hiç kıpırdamadan, dört çifteye binmeye çalışan oğluna baktı.

Ak sakallı ihtiyar, kayığı iskeleye sabitleyen çubuğu serbest bırakmaları için başıyla işaret etti. Dört çifte önce akıntının etkisiyle hafifçe savruldu, sonra tatlı bir kavis çizerek burnunu Karadeniz istikametinde sabitledi. Vücutlarında zerre yağ bulunmayan sekiz kürekçi bir yandan küreklere asılıyor bir yandan da ihtiyardan gelecek emirleri bekliyordu. Sarı sahtiyan kuşağını kapatan lacivert cübbesini toparlayıp sırmalı kadife minderlere gömüldü Aziz.

“Efendim!” dedi ihtiyar kayıkçı. Sonra sustu. Bu hitabı, sorduğu sorunun tamamıydı.

“Beykoz Kasrı’na.” dedi Aziz.

Elleri bağlı iki büklüm eğildi kayıkçı. Kürekçilerin duyacağı bir şekilde “Beykoz’a!” dedi. Başını biraz daha eğerek dümeni çevirmeye başladı. Yıllarını denizde geçirmiş yaşlı bir kurttu. Akıntının nerede koca bir kalyonu evire çevire alabora edeceğini, nerede sütliman olacağını bilirdi. Bulutlara, tepelerdeki korulara bakarak; ağaç deviren rüzgârın, lodosun ne zaman çıkabileceğini kestirebilirdi. Su çevrintileri ile nerede karşılaşacağını, küçük burgaçların çifteyi ne zaman zelzeleye yakalanmış gibi titreteceğini bilirdi. Boğaz, ezberden okuduğu bir kitap gibiydi. Şüphesiz her sayfasında ne yazdığını, her harfin kaç mana içerdiğini sezgileriyle bilir; rüzgâra, bulutların seyir istikametlerine, ağaçların yapraklarının titremesine göre yol izlerdi. Şimdi pamuk gibi ince ve yumuşak sakalının savrulduğu yöne göre çiftenin baş açısını ayarlamış, düğme gibi çipil gözlerini kısarak karşı tepeleri taramaya başlamıştı. Kıyıdaki köyleri, küçük yalnız camileri, görkemli yalıları takip ediyor, onlara bakarak kıyıya olan mesafesini ayarlıyordu.

Eflatuni gün ışığının gölgesi serin sular üzerinde uzadıkça uzuyor, menevişlenen ışığın rengi her an yeni bir hal alıyordu. Sıcaklık değişimiyse oldukça hızlıydı.

“Her dem tazeleniyor.” diye söylendi Aziz. İhtiyar, savrulan ipek sakallarını sıvazlayıp başını kaldırdı.

“Her dem Hünkârım.” diye karşılık verdi.

“Bak.” dedi Aziz kayıkçıya. “Kudretin azametine bak. Bütün bu gördüklerimiz, bir kere gördüklerimizdir. Her dem aynısı olduğunu sandığımız, aslında ilk kez gördüklerimizdir.”

İhtiyarın çipil gözleri, yüzünün orta yerinde ince, belirsiz bir çizgi gibi duruyordu. Suskundu. Sükûneti Aziz’e de sirayet etti. Hayli zaman cemal cemale bakıştılar. Sessiz, sözsüz bir sohbet aktı gitti. Erimiş gümüş damlası gibi suya düşüp dağılan ay ışığı gitgide parlaklığını arttırmadaydı. Aziz, bu uzun susma anına dudaklarından dökülen Mevlânâ’nın mısralarıyla son verdi.

“Her gün bir yerden geçmek ne iyi Her gün bir yere konmak ne güzel Bulanmadan donmadan akmak ne hoş Dünle beraber gitti cancağızım Ne kadar söz varsa düne ait Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. ”

Sonra yeniden sustular. Yakamoz içinde bir beşik gibi sallanan kayığın ninnisine dalıp gittiler. Küreğin suyla buluşmasıyla çıkan ses öylesine ritmik, öylesine hoştu ki. Uzaklarda, bir melal denizi ortasındaymışçasına duran Anadolu Kavağı, ay ışığı altında derin bir hüznün içindeydi. Bir ninninin kucağına terk edilmiş çocuk gibiydi kayık. Yıllar önce bu köylerden kopup gelen evbaşı kallaş ayak takımının, Selim Han’ı tahtan indirdikleri o günleri düşünmekten kendini alamadı Aziz. Tüm hatıralar, hayal perdesine düşmüştü karşı ufukta. Alemdar Mustafa Paşa askerlerine saray kapılarını kırdırıp içeri girdiğinde Selim Han’ı ölü bulmuştu. Sultan’ı öldüren harem ağalarının cebindeki ikinci ferman da babası Mahmut Han’ın ölümüne dairdi. İşte o hengâmede Cevri Kalfa Kadının gayretiyle kaçırılıp dama çıkarılan babası, tahta oturunca amcasına yapılanların hesabını sormuş; bunu yaparken de merhamet göstermemişti. Yıllar sonra, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken de kalbi buz kesmişti; yalnız yeniçerileri boğazlamakla kalmamış, onları hatırlatan ne varsa hepsini kırdırıp yok etmişti. Yeniçeri mezar taşları da bu öfkeden nasibini almış, hepsi paramparça edilmişti. Babası Sultan Mahmut, yenilik çalışmaları karşısındaki mukavemeti kılıç zoruyla kırmıştı. Adının ‘gavur padişah’a çıkmasına aldırış etmeden yenilik çalışmalarını tavizsiz sürdürmüştü.

Salınarak ilerleyen kayıkta tüm bu olup bitenleri en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu Aziz. Şüphesiz bunları düşünmesinin bir sebebi vardı. Kardeşi Mecid’in sabun köpüğü gibi eriyip yok olan saltanatının ardından tahta oturduğu günden beri babasının yapmak istediklerini anlamaya; devleti kavşayan ve köhneleşen yapısından kurtarıp daha dinamik hale getirmeye çalışmıştı. Reşit Paşa’nın yetiştirmesi Ali ve Fuat Paşaların sadaret yıllarında bunu başarmıştı da. Şimdilerde karşısında direnç gösteren bir bürokrasi vardı. Mustafa Reşit Paşa, ardında iyi yetişmiş iki çırak bırakmıştı da; Ali ve Fuat Paşalar bir çırak dahi yetiştirememişlerdi.

“Devletin onuru, birkaç uğursuzun eline düştü.” diye düşündü Aziz. Birkaç gündür Fatih ve Bayezid Medreselerinde dersleri boykot eden yüzlerce talebe, hocalarının da tahrikiyle Yıldız Köşkü önüne kadar gelip Şeyhülislam ve Sadrazam’ın azlini istemişlerdi. Gecenin bu saati Aziz’i böyle sahip olduğu her şeyden kaçıp içindeki hatıra yumağına sığınmaya zorlayan, bu hadiselerdi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı o uğursuz günün üzerinden tam elli yıl geçmişti. Elli yıldır süren sessizlik, birkaç gün önce bozulmuş; sokaklar yeniden devletluların azlini isteyen asilerle dolmuştu. Ulema sarığı yine olması gerekli yerden, medreseden çıkıp sokaklarda arz-ı endam etmeye başlamıştı. İşte en çok endişelendiren buydu Aziz’i. Biliyordu ki, bu iş bir tahrikin neticesidir.

Devlet işleri artık canına tak ettirmişti. İstemeden de olsa ne zor, ne onur kırıcı kararlar vermek zorunda kalmıştı bugün. Külah kapma oyunundan başka neydi ki tüm bu olanlar… Oysa yıllardır aynı tiyatro oynanıyordu. Bir yıl önceki (1875) kararnamenin ilan edileceği günden bir gün önce Mithat Paşa, Damat Mahmut Celalettin Paşa ve İgnatiev ellerindeki bütün tahvilleri satmamışlar mıydı? Satılan tahvillerin değeri ertesi gün yarı yarıya düşmüş, halk büyük zarara uğramıştı. En çok da böyle olacağını bildiği halde elindekileri satmayarak üç milyon altın zarara uğramayı kabul etmesi içine su serpmişti Aziz’in. “Ya millet.” diye söylendi. İhtiyar kayıkçı başını kaldırıp Aziz’in yüzüne baktı. İhtiyar, Aziz’in ne düşündüğünü biliyormuşçasına cevap verdi.

“Fırat kıyısında bir kurdun kaptığı kuzunun hesabı şüphesiz Ömer’den sorulacaktır.” dedi.

Üç milyon altın zarara uğramaya işte bunun için razı olmuştu Aziz. Yüreği cam kırıkları içine düşmüş gibiydi.

“Koca bir devletin ölümüydü o gün. Biz bir şey yapamadık. İşte yıldızım o gün söndü. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Milletin rızkını kimlere kaptırdığımızı dahi anlayamadık.”

Güneşin mora çalan son şavkları Yalıköy’ün kuzeyindeki Beykoz Çayırı üzerine düşmüştü. Çayırın hemen ucunda duran kır kahvesi gün batımının yalnızlığı içinde eriyip kaybolan bir tablo gibi duruyordu.

“Kır kahvesine.” diye ihtiyarı uyardı Aziz. Oysa yaşlı kurt, Beykoz Kasrı önündeki seyir köşküne doğru dümeni kırmıştı. Niyetinin açığa çıkması, incelmiş kâğıt gibi beyaz yüzünü ala çaldı. İhtiyarın ne düşündüğünü anlamakta gecikmedi Aziz. Anadolu Kavağı yönünden sökün eden tatlı bir serinlik biraz olsun rahatlattı kayıktaki yolcuları.

“Süslü Yakup’u bildin mi?”

“Bildim Hünkârım.”

Düşüncelerin sıkboğaz eden baskısından uzaklaşmak için öylesine sorulmuş bu soru, Aziz’in dudaklarından öylesine dökülmüş; onu yaşadığı andan ve sıkıntılarından alıp başka bir zaman dilimine götürmüştü.

İstanbul esnafı yılda bir kez, loncalarına bağlı tüm gediklerle buraya gelir, usta çırak birbirine karışır, âlâ gulgule, eğlence olurdu. Koca kazanlarda pilavlar pişer, ekşili çiçek bamyanın kokusu çayırı sarar, kazıklara geçirilmiş kuzular nar gibi kızartılırdı. Çeşit çeşit, renk renk macunlar yapılır, hışır köze yüzlerce cezve bir anda sürülürdü. Çıraklar kispet giyip meydana çıkardı. Çırak kısmının meydana çıkışı; çimlerin hamlığını alıp meydanı pehlivanlara hazırlamak içindi. Halkalanan usta ve çırakların ortasında yürüyen firavun ehramları gibi süslü giyinmiş orta oyuncuları, arsızca birbirine laf beğendirirdi.

Bu loncalar içinde terlikçiler esnafı Beykoz Çayırı’ndan başka yerde mesireye gitmezdi. Aziz’in ihtiyara Süslü Yakup’u sorması bundandı. Yıllarca evvel bir gün, Aziz’in yolu bugünkü gibi bu çayıra düşmüştü. Terlikçi esnafı türlü şamata içindeyken yanaşan hünkâr kayığını görüp alkış etmişlerdi. Sultan Aziz, bu alkışa kayıtsız kalmayıp kıyıya çıkarak esnafın eğlencesine katılmıştı. Süslü Yakup, o gün ilk kez Hünkâr huzuruna çıkıp hüner sergilemiş, taklitler yapmıştı.

Kıyıya yanaşan kayıktan uzun zaman çayırı seyretti Aziz. Dalıp giden padişah rahatsız olmasın diye kürekler sudan çekildi. Dört çifte şimdi bir beşik gibi salınıyordu.

İnsan ne yapabilir ki zamana? Hüznün, insan yüreğinde mayalanarak saflaşmak gibi bir tabiatı vardı. Saflaşmak, arileşmek sadece hüzün ırmağında yıkanmaklaydı. Neşeli günler, arkalarında bıraktıkları bir tortudan başka neydi ki!

Kayık hayli zaman suda bir kuğu gibi salındı. Aziz’in el hareketiyle yeniden hareketlenip kasrın önündeki iskeleye yanaştı. Kayıktan acele etmeden indi Aziz. Boğaz kıyısına yapılmış ilk taş yapıydı bu kasır.

Korkuyla karışık bir telaş vardı ortalık yerde. Aziz tüm bu karmaşanın arasında yürüyüp kasra girdi. Salonun ortasındaki elips merdivenlerden çıkıp üst kattaki somaki döşeli salona girdi. Yüksek kanatlı pencerelerden birinin önüne gelip durdu. Ay ışığının aydınlattığı bahçe, tarif edilmeyecek kadar güzeldi. Bir yalnızlık, garip bir sessizlik gibiydi. Rüzgârın nefesiyle titreyen ıhlamura daldı gitti Aziz. Mantar ağaçları, manolyalar, sümbüller aynı yalnızlık şarkısının mısraları gibiydi.

Yüksek kanatlı kapıyı aralayıp dört mermer sütunun omuzladığı balkona çıktı. Boğaz’dan esen rüzgâr içine işliyordu. Öylece ayakta durmuş denizi izliyordu Aziz. Bütün bir mazi capcanlı gözlerinin önündeydi.

***

Boğaz’ın üstü birbirine vurdukça ses çıkaran kayıklarla doluydu. En önde ise saltanat kayığı. Kayar gibi ilerliyordu su yüzünde. Anadolu ve Rumeli tarafındaki tepeler yıldız kümeleri gibi ışığa kesmişti. Şimdi her taş, her ağaç bir ışık kaynağıydı. Boğaz’ın iki yanı da meşalelerden taşan ışık şavklarıyla gün gibi aydınlıktı. On üç çifte olan saltanat kayığı ilerledikçe atılan toplarla Osmanlı Sultanı ve Fransız İmparatoriçesi selamlanıyordu.

Çayır, baştan başa çadırlarla kaplanmıştı. Temaşa için yığılan halk, ağaçların üzerini oğul veren arılar gibi sarmışlardı. İskeleden kasra uzanan yol, Devlet-i Âli ve Fransız bayraklarıyla donatılmıştı. Donanma gecelerinde kullanılan fenerler, karanlığın koy-nunda uçuşan kelebekler gibiydi. Ve mavi elbiseleri içinde, pembe yüzlü, ince endamlı, uzun kirpikli İmparatoriçe Eugenie, nedimeler arasında etrafa tebessüm ediyordu.

İskeleye yanaşan arabaya Eugenie ve Aziz birlikte bindi. Kısa yol, yaylının sakin salınışlarıyla tamamlandı. Kasrın kapısına gelindiğinde, Aziz’in o herkesi şaşırtan hareketi dikkat çekti. Aziz kolunu hafifçe kaldırdı; İmparatoriçe de hiç tereddüt etmeden Sultan’ın koluna girdi. Aziz, mağrur bakışlarla adımını merdivene attı. Sakallarını çekiştire çekiştire yürüyen kibar takımı, ve yüksek rütbeli paşalar, Aziz’in yerinde olmak için tüm servetlerini göz kırpmadan verebilirlerdi o gün. İmparatorluk tarihinde daha önce böyle bir davranış görülmediğinden, İstanbul’da sohbetlerin ana konusu haline gelmiş, günlerce konuşulmuştu.

Yıllar önce yaşanan bu gulgule, şimdi capcanlıydı Aziz’in gözleri önünde. Hayal ile gerçeğin sınırları bir anlığına da olsa ortadan kalkmıştı. Eugenie’nin uzun kirpikleri arasından sızan malihülyalı bakışlar yüreğine düşmüş ateş damlalarıydı. Eugenie mavi elbisesi içinde gittikçe uzaklaşıyor, ufuk çizgisiyle bir oluyordu şimdi.

Bu bab, Baba Cafer’in sırtındaki ‘zerduva kürk’ün hikâyesidir.

İnsanda hayal, rüzgâr gibi…

Roza Aytmatov

Hamam çıplağı elinden tutup “Gel ya mübarek.” diyerek tabureye oturttu Baba Cafer’i. Önce zerduva kürkünü özenle çıkarıp yanındaki çırağa uzattı. Hiçbir insan evladının içi kalkmadan dokunamayacağı kuşağını yavaş hareketlerle çözdü. Eprimiş, ipil ipil dökülmekte olan Trabzon bezinden mavi çizgili gömleğini, düğmelerini çözüp çıkarttı. Baba Cafer’in şalvarı, bir ipinden çeksen boydan boya sökülecek ham ketendendi. Saçı sakalı aylardır ustura görmemiş Allah’ın bu garip kulunun avucundaki altını görünce heyecandan kalbi sıkıştı çıplağın.

“Kalk ya mübarek.” diyerek elinden tuttuğu Baba Cafer’in kalkmasına yardımcı oldu. Baba Cafer avucunun içindeki altını hamam çıplağına uzatarak;

“Al ya mübarek.” dedi.

Hamam çıplağı ışıl ışıl yanan altını alıp, belini gerdirerek sıkan peştamala sıkıştırdı. Baba Cafer ayağa kalktığında anadan üryandı. Utandığı söylenemezdi. Aklındaysa akşam olanlardan başka bir şey yoktu. Adamın göğsüne koyduğu keseyi geri aldığı için huzursuzdu. “Bir ölünün ne işine yarayacaktı ki. ” diye kendini teselli etmesi de işe yaramış görünmüyordu. Hamam çıplağı kollarını kaldırıp beline Trabzon bezinden bir peştamal doladı. Peştama-

lın çizgileri kavuniçi rengindeydi ve zihnini uyaracak kadar sabun kokuyordu. Birkaç maşrapa su döküp Baba Cafer’i sıcaklığa aldı tellak. Köşedeki taşların üzerine bir maşrapa su serpip hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı. Cazırt diye ses çıkaran taşlar, Kerem gibi inleyip bir tutam buharı etrafa yaydı. Kara sakız gibi yapış yapış kirlerini delip baş veren ter tomurcukları topaklanıp kaslı vücudundan kaymaya başladı. Kurşun rengine dönmüş sarığının içinde yapağıya dönen saçları kendini salıp tenine sere serpe yapıştı. Hayli zaman hiç kıpırdamadan öyle durdu Baba Cafer. Sağ elinin yüzük parmağına taktığı yüzüğü çevirerek biraz oyalandı. Elini kaldırdı, yüzüğü göz hizasına getirerek dikkatlice incelemeye başladı. İç içe geçmiş iki hilal kabartması vardı yüzüğün üzerinde. Hilallerden bir yere diğeri göğe bakıyordu. Öylece dalıp gitmişken nemden şişen kapının gıcırtısıyla kendine geldi.

Tellak keçi kılından yapılmış kesesini her sallayışta yapağılaşmış kir topakları dökülüyordu. Uzunca zaman kese sallayan hamam çıplağı kan ter içinde kalmıştı. Baba Cafer’i birkaç kez köpükte görünmez yapıp suyla duruladı. Bu işleri yaparken bir kalıp Malta sabunu eritti. Sonra onu göbek taşına yatırıp,

“Az biraz dinlen, sonra seni giydiririm.” dedi.

Baba Cafer göbek taşına uzanınca vücudunda uzun zamandan beri duymadığı bir dinginlik duydu. Bir zaman gözleri kapalı öylece kaldı. Şimdi boş hamamda etrafını saran sessizliğin içindeydi. Sol dizindeki ağrı gittikçe hissedilir hale gelmişti. Vücudunu dinlediği zamanlar bu acıyı hep duyardı. Sanki acı her zaman vardı da, ona odaklanınca kendini hatırlatıyordu. Önceki akşam yaşananlar, Nizam’ın yüzüğü, deri muhafazadaki sır, dizindeki acıyla birlikte sessiz sedasız çekip gitmişlerdi zihninden. Şimdi inceden inceye yükselen, kendini hatırlatan, onu geçmişine çeken o acıyla baş başaydı. Yıllardır bu acıyla birlikte yaşamıştı Baba Cafer. Hayal atı rüzgâr kanatlıydı. Onu yıllar öncesine, Kel Aliço ile Ihlamur Kasrı’nın bahçesinde yaptığı güreşe götürdü.

“A be deli! Az sonracığıma ‘anam beni doğuracağına taş doğu-raydı’ diye ağlayıp zırlayacaksın.”

On dört yıl önce, yağ tenekesi üzerinde oturan Aliço, Baba Cafer’e bu sözlerle sataşmıştı. On dört yıl o ses, aynı tını ve tonlamayla, zihninden hiç silinmemişti.

Maşrapayı yağ tenekesine daldırıp başından boca eden Makarnacı; “El oğlunun sillesini yemeyen kendi pençesini aslan pençesi sanırmış Deliormanlı.” diye Kel Aliço’ya çıkıştı.

“Bırakasın bu martavalları a be kızancık, unuttun herhal başını çayıra gömdüğüm günleri.”

“Unutmadım gaddar Aliço, sen çabuk unutmuşa benzersin çayırın otlarını tutam tutam kopardığın günü.”

Başından boca edilen bir maşrapa zeytinyağı, konuşmasını engelleyince, diğer pehlivanlar kahkahayı bastı. Aliço elinin tersiyle ağzını silip,

“A be Arnavutoğlu! İyi yağlayasın o deliyi. Birazdan bu koca meydan yetmeyecek o deliye. Geçende Kara İbo’ya anasından doğduğu yeri nasıl şaşırttıysam.”

“Yavaş ol Deliorman’ın kaçkını.” diye söze girdi Kara İbo. “Görmeyen de essah sanır.”

Pehlivanların atışması kahkahalarla sürüp gidiyordu. Şüphesiz Baba Cafer korkuyordu. Yüz okkadan fazla çeken Aliço’nun görüntüsü de ürkütücüydü. Derisi kehribar sarısına çalıyordu. İyi pehlivanlar bilir ki; kehribar sarısına dönmüş bir vücut kastan ibarettir. Boyu da uzundu Aliço’nun. Omuzları alabildiğine geniş, kalçaları, baldırları yüz yıllık çınarlar gibi damar damar ve kalındı. Ense kökünden kuyruk sokumuna inen paralel iki torik kalınlığında kas grubu, onu korkulacak kadar heybetli gösteriyordu. Makarnacı, şimdi yağladığı bu kas grubunu avucunun içinde eziyordu.

“Kasların birbirine geçer de Baba Cafer’in ayakları dibinde debelenirsin inşallah.”

Baba Cafer ile Aliço arasında yirmi okkalık bir fark vardı. Buna rağmen çevikliğinin işe yarayacağını umut ediyordu Baba Cafer. Pehlivanlar eski defterleri açıp güreş öncesi söz peşrevi çekiyorlardı ki, Ihlamur Kasrı’nın kapısında bir hareketlilik başladı. Yağlanmayı bırakıp ayağa kalktılar. Ellerini göbekleri üzerinde kavuşturup boyunlarını sağ omuzlarına kırdılar. Aziz yanlarından tebessüm ederek geçti ve kasra girdi. Kısa zaman sonra içeriden gelen Başyaver başıyla davul zurna sanatkârlarının çekilmesini işaret etti. Vükeladan ve yaverlerden kimsenin olmayışı ve davul zurnanın çekilmesi yüreğine su serpti Baba Cafer’in. Anlaşıldığı kadarıyla huzur güreşi yapılacaktı. Huzur güreşleri gösteri için yapıldığından kıran kırana geçmez, genellikle de berabere biterdi. Aliço, bu duruma biraz bozuldu. Dişlerini sıktı,

“A be kızan, anan seni kadir gecesi doğurmuş olmalı. Efendimize dua et deli ki, seni şu çimlere gömecektim.”

“Pehlivan kısmı peşrev çekip el ense hüner göstermeden böyle ulu orta böbürlenmez Deliorman’ın delisi. Bu işin töresini ne zaman belleyeceksin?”

Aliço, dişlerini kırasıya sıktı,

“Şimdi davullu zurnalı bir meydan güreşine izin vermeli ki Efendimiz. Seni gömmeli kızan, dilini kuduz köpeklere atmalı. Bak birazdan sineklenmiş hergele sürüsü gibi çifteler havada nasıl kaçacaksın.”

“Höst.” diye sözünü kesti Başyaver. “Edep! Edep! Efendimizin morali bozuk bugün. Hazır olun da peşrev birazdan başlasın.” Ihlamur Kasrı’nın üst katında oturan Aziz’in keyifsizliği, meydandan bakınca belli oluyordu. İki pehlivan da pencere önüne doğru ilerlediler. Diz kırıp sağ ellerini kalpleri üzerine koyup sala-vat getirdiler. Sonra ayağa kalkıp, sarılıp helalleştiler. Aliço bir mengene gibi sardı Baba Cafer’in belini. Sonra meydanı davudi bir ses doldurdu. Cazgır avazlanıp salavat getirmiş, hararetle meydan duasını okumaya başlamıştı.

“Allah Allah! İllallah. İki yiğit çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane. Hayda Bre! Alta düştüm diye yerinme, üste çıktım diye sevinme. Allah Allah! İllallah!…”

Cazgırın sesi bir tiz perdeden çıkıyordu, bir pes. Sabah öten horozlar gibi şişinip, pancara dönen yanaklarına topladığı nefesi bir anda bırakıyordu. Pehlivanlarsa peşrev çekmeye başlamışlardı; yere dizlerini vurup vurup havalanıyor, bir tutam çimen koparıp başlarından savuruyorlardı. Elleri kaslı göğüslerine inip inip kalkıyordu. Gerilen kaslarından damla damla yağ çimlere süzülüyordu. Hoyrat peşrev çekmesinden Aliço’nun gaddarca güreşeceği belli oluyordu. Hakemin bir gözü pehlivanlarda, bir gözü Aziz’deydi. Sultan, güreşin başlaması işaretini, oturduğu sandalyeden hafifçe kalkarak verdi. Aliço gaddarlığını gösterip Allah yarattı demeden sille tokat Baba Cafer’e el ense çekmeye başladı. Bu salvoları savuşturmakta zorlanmadı Baba Cafer. Bir ara fırsatını bulup bir tırpanla sol baldırına dalış yaptı. Birbirlerini omuzlarından kavrayan pehlivanlar parmak uçlarında yaylanarak güçlerini tartmaya başladılar. Bu acı kuvvet tartımında Baba Cafer’in kolay kolay alt olmayacağını anlayan Aliço yeniden el ense oyununa girdi. Boynu kızarıp kana kesen, canı iyiden iyiye yanan Baba Cafer, bir tırpanla Aliço’nun dengesini bozup kendinden uzaklaştırdı. Aliço sürekli tahrik ediyor, çift dalmaya zorluyordu Baba Cafer’i. O ise, Aliço’nun kendini boyunduruk oyununa getirmeye çalıştığını anlamakta gecikmedi. Kaçak güreşerek oyunu soğutma yolunu tuttu. Güreş yarım saati aşmış olmasına rağmen dişe dokunur bir oyun sergilenmemişti. Bir ara Baba Cafer gafletle çift dalınca boynu Aliço’nun güçlü kolları arasına düştü. Şimdi Aliço, mengeneye aldığı Baba Cafer’i üzüm salkımı gibi silkeliyordu. Nefesi daralan Baba Cafer’in boş bir çuval gibi yere serilmesi an meselesiydi. Aliço, bir türlü beklenen hareketi yapmıyor, sağa sola sallayarak rakibini hırpalamaya devam ediyordu. Yere kapaklanan Baba Cafer’in üzerine yüz okkadan ziyade ağırlığıyla çöktü Aliço. Çift kapanla başını çimlere gömüp sağa sola sürümeye başladı rakibini. Güreş artık bir oyun olmaktan çıkıp bir boğuşmaya dönmüştü. Aliço, azgın bir boğa gibi soluyup, öldürmeye ahdetmişçesine Baba Cafer’i hırpalamaya devam ediyordu. Baba Cafer, can havliyle sol bacağını Aliço’nun bacağına geçirip kilitledi. Yeni bir oyun denemek istiyordu. Bir yılan gibi kıvrılıp Aliço’yu kilitlediği bacağı üzerine yatırmaya çalışırken küt diye bir ses duyuldu. Sesi, kasrın ikinci katında oturan Aziz de duymuş olacak ki yerinden fırladı. Güreşi durdurması için hakeme işaret etti. Şimdi ayakta, aşağıda olanları izliyordu. Aliço yaptığından pişman; elleri önünde bağlı, başı eğik duruyordu. Aziz, daha iki hafta önce güreştiği Aliço’nun pervasız davranışlarından rahatsız olduğunu bildirir gibi el işaretiyle çekilmesini söyledi. Kendisiyle güreşirken dahi naralanıp, el ense çekmekten çekinmeyen bu adam artık canını sıkıyordu. Meydana inen Aziz, Baba Cafer’e bir zerduva kürk, bir kese altın verip gönlünü almaya çalıştı. Başyaver’e dönerek;

“Doktor tedavi etsin, ihsanımızdan ömrümüz oldukça mahrum edilmesin.” diye emir verdi.

***

Göbek taşında tüm bu olup biteni düşünüyordu Baba Cafer. Aziz, ihsanını esirgememesine rağmen yaşadıklarını kabullenmekte zorlanıyordu. Artık pehlivan arkadaşlarının yüzüne bakamıyor, onların idmanlarını izlemeye yüreği dayanmıyordu. Bir gece efendisinin hediye ettiği kürkü sırtına geçirip gizlice Ihlamur Kasrı’ndan ayrıldı. O günden sonra hayata kahredip kendini yalnızlığın yollarına vurdu.

Hamam çıplağı, Baba Caferi giyindirmek için soğukluğa alıp bir bardak buz gibi kızılcık şerbeti verdi. Siyah çakşır, siyah şalvar ve Trabzon bezinden bir mintanı özenle giydirdi. Hepsi de yeniydi ve sabun kokuyordu. Hamam çıplağının elleri maharetle işliyordu.

“Nizam adında birini ararım, burada bulabileceğimi söylediler.” dedi Baba Cafer.

“Kim söyledi derviş baba?”

“Bir adam.”

“Adı yok mudur bu adamın?”

“Tanımam kendisini. Adını da bilmem.”

Hamam çıplağı gözlerini kısıp tanıdığı bütün Nizamları düşündü.

“Beyhude iş seninki derviş baba. Bu hamama günde kaç Nizam gelir bilir misin?”

Baba Cafer parmağındaki yüzüğü gösterip;

“İyi bakasın. Bu yüzüğün aynından onda da var.” dedi.

Hamam çıplağı ilgileniyormuş gibi yüzüğe baktı. Bir an önce işini bitirip bu deliden kurtulma telaşındaydı. Sadece “Güzel yüzük. ” demekle yetindi. Bir süre sessiz kaldılar. Temizlenen zerduva kürkü Baba Cafer’e giydirdi. Kar gibi beyaz bir sarığı, limon kalıp fese sararken sordu;

“Pehlivanlık da var ha derviş baba?”

Baba Cafer elini istem dışı kulağına attı. Kırılıp düzleşmiş kulağına dokunurken canının yandığını hissetti.

“Bir zamanlar.” demekle yetindi.

“Onu nerede bulabilirim?”

“Burada bulamayacağın kesin derviş baba.”

Hamam çıplağının huzursuzluğunu fark eden Baba Cafer lafı fazla uzatmadı. Hamamdan çıkınca avluda kendini bekleyen köpeklerinin yanına gitti. Altın kesesi ve deri muhafaza anne köpeğin boynundaydı. Onları alıp bayır aşağı yürüdü. Limon kalıp fesin altına elini sokup başını kaşıyarak yürüdü. Aklı, kira kadınlarının bohçası gibi karışıktı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. İmparatorluğun Son Akşamı Kuşçubaşı Eşref ~ Hakan Kağanİmparatorluğun Son Akşamı Kuşçubaşı Eşref

    İmparatorluğun Son Akşamı Kuşçubaşı Eşref

    Hakan Kağan

    Osmanlı’nın en sancılı yılları. İttihat ve Terakki’nin rejim karşıtı çalışmaları, ülkenin dört bir yanında alevlenen ayrılıkçı ayaklanmalar, Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart Olayı, Trablusgarp Savaşı,...

  2. Yeniçeri Kılıç Kından Çıkınca ~ Hakan KağanYeniçeri Kılıç Kından Çıkınca

    Yeniçeri Kılıç Kından Çıkınca

    Hakan Kağan

    Sultan Selim’in katliyle başlayıp Yeniçeri ocağının kaldırmasına dek süren olaylar içinde heyecan ve aşk dolu bir adam; Pir Elvan… III. Selim ile Napolyon arasında...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ruh Adam ~ Hüseyin Nihal AtsızRuh Adam

    Ruh Adam

    Hüseyin Nihal Atsız

    «Ruh Adam», Türk edebiyatında pek alışılmamış çeşitte bir romandır. Müellifin tarihî romanlarını okumuş olanlar, tarihî bir roman gibi başlayan bu eserin öyle olmadığını görecek,...

  2. Kumandan/Plevne’de Unutulmuş Bir Ordu ~ Okay TiryakioğluKumandan/Plevne’de Unutulmuş Bir Ordu

    Kumandan/Plevne’de Unutulmuş Bir Ordu

    Okay Tiryakioğlu

    Ruslar ve onlara yardıma gelen Romen ordularınca istilaya uğramış bir Plevne, düşmana karşı amansız bir mücadele veren bir avuç asker ve Plevne yamaçlarında ümitle...

  3. Kimya Hatun ~ Saide KudsKimya Hatun

    Kimya Hatun

    Saide Kuds

    Kocasının ölümünden sonra Mevlânâ Celaleddin-i Rumi ile evlenen Kerra Hatun, yeni kocasının haremine yerleşir. Tabii sevgili kızı Kimya da onunladır. Kimya Hatun içine düştüğü...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur