Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kızıl Darı Tarlaları
Kızıl Darı Tarlaları

Kızıl Darı Tarlaları

Mo Yan

Çin’in Nobel ödüllü yazarı Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları, Shandong ailesinden üç kuşağın, 1923-1976 yılları arasındaki öyküsünü aktaran bir roman. Yazar, bir mücevher güzelliğindeki…

Çin’in Nobel ödüllü yazarı Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları, Shandong ailesinden üç kuşağın, 1923-1976 yılları arasındaki öyküsünü aktaran bir roman. Yazar, bir mücevher güzelliğindeki doğa manzaraları fonuna yerleştirdiği ve kronolojik sıra gütmeden kurguladığı romanda, Japon istilasına karşı verilen Direniş Savaşı, Çinlilerin birbirleriyle çatışmaları, Komünist Devrim, Kültür Devrimi gibi Çin tarihindeki önemli halk hareketlerini ve bütün bu yıllar içindeki tutkulu aşkları anlatıyor.

Çin sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Yimou Zhang’ın beyazperdeye aktardığı Kızıl Darı Tarlaları, tarihsel bir anlatımla kara mizahı ustalıkla kaynaştırıyor. Roman, geçmişle bugün, ölüyle diri, iyiyle kötü arasında belirgin bir ayrım yapılmadan sürüyor. Nobel ödül töreninde konuşan Per Wästberg’in dediği gibi, Mo Yan, bireyi kimliksiz insan yığınlarından çekip ortaya çıkaran; alaycı ve iğneleyici bir üslupla tarihe, tarihî çarpıtmalara, yoksunluklara ve siyasal riyakârlıklara karşı çıkan bir yazar.

Kızıl Darı Tarlaları’nı niye yazdım? 

Kızıl Darı Tarlaları, yazdığım dokuz uzun romandan biridir ama içlerinde en çok ilgiyi çeken o olmuştur, bu yüzden Mo Yan’den bahsedilirken sık sık Kızıl Darı Tarlaları’nın yazarı denir. Romanın ilk bölümü olan “Kızıl Darı Tarlaları”nı 1984 kışında bitirdim, o zamanlar uzun bir öyküydü ve uzun bir öykü olarak basıldı. İlk ilhamım bir rastlantı sonucu oluştu. O sıralarda bir edebiyat konferansındaydım, birkaç eski toprak yazar şöyle bir konu açtı: Çin Komünist Partisi’nin kuruluşundan bu yana yirmi sekiz yıl mücadele içinde geçti.

Eski kuşaktan birçokları bu savaşın içinden geçmiştir ve ellerinde pek çok malzeme var, ama artık bunu yazacak enerjileri kalmadı, çünkü “Kültür Devrimi” en verimli dönemlerini gölgelemiştir; genç neslin enerjisi var ama bunu yazacak kişisel deneyimleri yok, öyleyse savaşı ve tarihsel olayları edebiyatın içine nasıl sokacaklar? O zaman ayağa kalkıp şunları söyledim: “Bizler bu kusurumuzu başka yollardan geçerek telafi edebiliriz. Top ve tüfek patlamalarını duymadıysak da havai fişeklerin patlamalarını duyduk; birinin öldürüldüğünü görmesek de domuz kesildiğini gördük, ben kendi ellerimle tavuk bile kestim; elimde süngüyle Japonlarla çarpışmasam da bunun nasıl bir şey olduğunu filmlerde izledim. Romancının yaptığı tarihi bire bir kopyalamak değildir, bu tarihçilerin sorumluluğundadır. Romancılar savaşı, insanlık tarihi boyunca cehalet yüzünden sürekli ortaya çıkan bu olguyu anlatırken, onun insan ruhunu nasıl bozduğunu ve insanın savaş süresince nasıl değiştiğini dile getirir. Demek istediğim hiç savaş deneyimi yaşamamış biri de bu yollardan geçerek savaşı yazabilir.” Konuşmamı bitirdikten sonra burun kıvırıp benimle alay eden biri oldu. Ardından birkaç kişi benim kibirli ve cahil olduğumu, bazıları göğü ve yasayı tanımayan haydudun biri olduğumu söyledi, bazılarıysa girdiği kuyunun derinliğini bilmeyen biri olduğumdan bahsetti. Yazarlık hayatım boyunca kendimi birkaç kez uçurumun kenarına ittiğim olmuştur. Kendi bakış açımın doğruluğunu kanıtlamak için hemen kaleme sarılıp savaş hakkında bir roman yazmaya başladım. Ama kalem kâğıda değmeden bir sürü zaman harcadım. Devrim’den önce yazılan pek çok romanın savaş hakkında olduğunu fark ettim, ama o zaman yazılan romanların hepsi savaş sürecini yeniden üretmekten başka bir şey yapmıyordu.

Bu romanlar genellikle seferberlik süreciyle başlayıp zaferle sonuçlanan hikâyelerden oluşuyordu; yazarlar sadece savaş sürecine odaklanıyor, romanın başarısı bu süreci ne kadar gerçekçi işlediğiyle ölçülüyordu. Yeni kuşak yazarların savaş deneyiminden geçmiş eski kuşak yazarların yazdıklarını tekrar etmesi, hatta onlar kadar iyi yazmaları artık bir anlam ifade etmiyor. Bence savaş, yazarın yazarken ödünç aldığı bir ortamdan başka bir şey değildir, böyle bir ortamı kullanarak insanların bu özel koşullar altındaki duygu ve düşünceleri anlatmaktır asıl olan. Sovyetler Birliği zamanından kalan “Askerin Türküsü” adlı ünlü filmi ele alalım mesela. Filmde çok acı çekmiş ve intikam ateşiyle yanıp tutuşan Kızıl Ordu’ya mensup bir kadın asker vardır, Beyaz Ordu’dan kırk kişiyi öldürdükten sonra savaş esirlerine refakat etmekle görevlendirilir. Bu görev sırasında birlikten ayrılıp yakışıklı, güzel sanatlar eğitimi almış esir bir subayla birlikte ıssız bir adaya gider.

Bir süre sonra aralarında bir şeyler gelişir, birlikte yaşamaya başlarlar, ikisi de kendi sınıfsal kimliğini unutur. Bir gün birden Beyaz Ordu’ya ait bir gemi gelir, Beyaz Ordu subayı gemiyi görünce geri dönmek ister, Kızıl Ordu’ya mensup kadın askerin sınıf bilinci de birden yeniden ortaya çıkar, tüfeğini alıp aynı zamanda âşığı olan Beyaz Ordu subayını sahilde öldürür. Böyle bir olayın gerçek hayatta karşımıza çıkması neredeyse imkansızdır, yazar böyle bir ortam yaratıp bizleri bir deneyin içine sokar. Buna “insan ruhu laboratuvarı” denebilir. Bu kavram ve yazma yöntemi günümüzden bakıldığında edebiyatın yazma kurallarına daha uygundur ama seksenli yılların başlarında gelişen ve uzun süre baskın olan “sol” anlayış bu tavrı hâlâ sorgulanmaya devam etmekte ve bunu kabul edilemez görmektedir. Böyle bir başlangıç noktasıyla yazmaya karar verdim, bir fikir üzerinde düşünmeye başlayınca aklıma ilk gelen kendi köyüm oldu. Ben küçükken iklim şimdikiyle aynı değildi, sık sık yağmur yağardı, her yaz ve sonbaharda su taşkınları olurdu; bu yüzden köyde boyu sel sularının yüzeyinde kalabilen darı yetiştirilirdi.

O zamanlar nüfus az, araziler genişti, her sonbahar köyler uçsuz bucaksız darı tarlalarıyla çevrili olurdu. “Dedem” ile “Ninem”in yaşadığı dönemdeyse yağmur daha fazla, nüfus daha azmış; o kadar çok darı varmış ki kış geldiğinde bile hâlâ hasat yapılamamış tarlalar olurmuş, bu darılar da köyleri haydutlardan koruyan engel görevi görürmüş. Sonunda darı tarlalarını bir sahne olarak ele alıp içine Japonlara karşı direnişi ve aşk hikâyeleri yerleştirdim; daha sonraları pek çok eleştirmen romanımdaki kızıl darıların sadece bitki olmadığını, milli ruhu temsil eden bir metafor olduğunu söyledi. Romanın ilk bölümünün taslağını bir haftada yazdım. Kızıl Darı Tarlaları, doğduğum köye komşu bir köyde geçen gerçek bir hikâyeye dayanır. Bu köyün gerilla birliği Jiaolai Nehri üzerindeki köprünün başında pusu kurup küçük bir Japon birliğiyle çarpışmış, askeri bir aracı ateşe verip o zamanın koşullarında büyük bir zafer elde etmişler.

Çok geçmeden Japon tugayları misilleme için geri dönmüş ve köyde gerilla birliğinden bir iz bulamayınca yüzden fazla köylüyü öldürmüş, köydeki bütün evleri yakıp yıkmışlar. Kızıl Darı Tarlaları’ndaki etine dolgun, taze “Ninem”i filme çekildiğinde Gong Li canlandırdı. Ama ben kadınları gerçekten anlamam, romanda sadece hayalimdeki kadını tasvir ettim. Otuzlu yıllarda kırsal kesimde benim romanda tasvir ettiğim kadınlara benzeyen kadın çok azdı, “Ninem” de aslında benim hayal gücümün ürünüdür. Romanımdaki kadınlarla günümüzdeki kadınlar arasında da büyük farklılıklar var; kadınlar günümüzde de zor yaşam koşullarına göğüs geriyor ama romandaki o romantik ruha artık sahip değiller sanki. İyi bir yazarın özgün olması gerektiğini düşünürüm, tabii ki aynı zamanda iyi bir roman da özgün olmalıdır. Kızıl Darı Tarlaları sansasyon yarattı; bunun nedeni özgün bir roman olmasıdır. Romanın üzerinden neredeyse yirmi yıl geçtikten sonra bile hâlâ romanın anlatısından çok memnun olduğumu söyleyebilirim.

Daha önce yazılmış romanlarda hikâye birinci, ikinci veya üçüncü tekil şahsın ağzından anlatılırdı, Kızıl Darı Tarlaları’nın daha başında anlatıcı hikâyeye “Dedem” ve “Ninem” diye başlar, bu hem birinci tekil şahsın ağzından anlatılan bir hikâyedir, hem de her şeyi bilen bilge bir anlatıcının varlığını gösterir. “Ben” diye yazdığınızda bu birinci tekil şahıstır ama “Ninem” diye yazdığınızda bakış açısı hemen “Ninem”in bakış açısı olur, böylece onun iç dünyası doğrudan ifade edilebilir ve bu yapı bence romanın anlatısına çok uygun. Bu, birinci tekil şahsın bakış açısından daha zengin ve daha açık bir bakış açısıdır; bu, dönemi için de yenilikçi bir bakış açısıydı.

Bazıları Kızıl Darı Tarlaları’ndaki hikâyelerde Márquez etkisi olduğunu söylüyor; bu konuda söyleyeceğim tek şey bunun bir tahminden öteye gitmeyeceğidir. Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanını 1985 baharında okudum, o zamana kadar dilimize çevrilmemişti. Kızıl Darı Tarlaları’nıysa 1984 kışında yazdım, romanın üçüncü bölümü olan “Köpek Patikaları”nı bitirdiğimde bu olağanüstü romanı okumaya başladım. Ama böyle bir yöntemin neden daha önce benim aklıma gelmediğine hâlâ üzülürüm. Eğer Márquez’in romanını yazmaya başlamadan önce okumuş olsaydım Kızıl Darı Tarlaları’nı daha farklı bir şekilde yazardım. Ben ve benim kuşağımdan romancılar hiç şüphesizdir ki Batı edebiyatından çok etkilendik; seksenlerden önceki dönemde Çin kapalı bir toplumdu, Batı edebiyatındaki değişimlerden, yeni yazarlardan, o olağanüstü eserlerden hiçbirimizin haberi bile yoktu. Ekonomik reformla birlikte dışa açılınca Batı edebiyatının eserleri de dilimize çevrilmeye başladı; kendimizi iki-üç yıllık çılgın bir okuma serüvenine kaptırdık, doğal olarak okuduklarımızdan etkilendik de; böylece etkilendiğimiz yazarların izlerinin farkında olmadan da olsa kendi eserlerimize sızdığını fark ettik.

Tarih ve savaş hakkında yazılan bu romanın büyük bir ilgi uyandırmasını o zamanki Çin halkının ortak tutumunu ifade etmesine bağlıyorum; uzun süre baskı altında kalmış bir toplum, içinde konuşmaya, düşünmeye ve harekete geçmeye cesaret eden özgür bireylerin bulunduğu bir romanı okuyunca elbette ki etkilenmiştir. Başlarda romanın toplum üzerindeki etkisinin farkında değildim açıkçası, ayrıca insanların böyle bir şeye ihtiyacı olabileceğini de hiç düşünmemiştim. Eğer Kızıl Darı Tarlaları’nı şimdi yazsam bu kadar etkili olacağını hiç sanmam, bugünün okuyucularının okumadığı bir şey kaldı mı ki? Herkesin kendi kaderi olduğu gibi romanların da kendi kaderleri var işte.

MO YAN

1

21 Eylül 1939’da benim bir haydudun oğlu olan babam on beşinden gün almış. Daha sonra dünyaca ünlü olacak efsanevi kahraman Yu Zhan’ao’ın birliğine katılıp Japon konvoyuna pusu kurmak için Jiaoping Yolu’na gitmiş. Ninem kapitone ceketini giyip onları köyün girişine kadar uğurlamış. Komutan Yu, “Dur artık,” demiş. Ninem hemen durmuş. Ninem babama, “Douguan, vaftiz babanın sözünden çıkma,” demiş. Babam sesini çıkarmamış. Ninemin koca gövdesine bakmış, astarlı ceketinden gelen o sıcak kokuyu içine çekerken birden üşümüş. Şöyle bir titremiş, karnı guruldamış. Komutan Yu, babamın başına vurup, “Yürü evlat,” demiş. Yer gök karışmış, etraf kararmış, birliğin boğuk ayak sesleri iyice uzaklaşmış. Babamın gözlerinin önünde görüşünü engelleyen mavi beyaz bir sis perdesi asılıymış, sadece birliğin ayak seslerini duyuyormuş, ne şekillerini ne de gölgelerini seçebiliyormuş. Babam Komutan Yu’ nün ceketinin ucuna sıkıca sarılmış, iki bacağı hızla hareket ediyormuş. Yakınlaşan sis denizinin çalkantısı arttıkça ninem bir kıyı gibi gittikçe uzaklaşıyormuş, babam Komutan Yu’ye küpeşteye tutunur gibi yapışmış.

Babam işte böyle köyün kızıl darı tarlalarında yükselen kendine ait isimsiz mavi yeşil mezar taşına doğru seyirtmiş. Mezarının başında kurumuş otlar titreşiyormuş, bir keresinde kar beyazı bir dağ keçisini güden kıçı çıplak bir erkek çocuğu buraya gelmiş, keçi aheste aheste mezarın başındaki otları yerken çocuk mezar taşının üstüne çıkıp öfkeyle işeyivermiş, sonra yüksek sesle şakımaya başlamış: “Darılar kızardı… – Japonlar geldi… – Yurttaşlarım hazırlanın… – Ateş edin, topu ateşleyin… –” Bazıları bu keçi güden çocuğun ben olduğunu söyler, o olup olmadığımı bilmiyorum. Ben Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’nı hem çok sevdim, hem de ondan çok nefret ettim. Büyüyüp Marksizmi öğrenince sonunda fark ettim ki: Gaomi Kuzeydoğu Bucağı şüphesiz dünya üzerindeki en güzel ve en çirkin, en alışılmadık ve en sıradan, en kutsal ve en yozlaşmış, en kahraman ve en piç, en çok içki içilen ve en çok sevilen yerdir.

Bu toprak parçasında doğan büyüklerim ve akrabalarım darı yemeyi sever, her yıl büyük bir ekim yapılır. Eylülde ve sonbaharın sonlarına doğru bu uçsuz bucaksız darı kırmızılığı engin bir kan denizine dönüşür, darılar ve Gaomi ışıldar, darılar insanı tatlı bir hüzne boğar, aşka kışkırtır. Sonbahar rüzgârı ıssızdır, güneş ışınları pırıl pırıl, mavi gökyüzünde bembeyaz bulutlar bir bir salınır, darıların üzerinde bembeyaz bulutların kırmızı mor gölgeleri gezinir. Zaman içinde ancak bir an kadar yer tutan on yıllar boyunca kırmızı figürler darı sapları arasında mekik dokuyarak uçsuz bucaksız bir insan halısı örmüşlerdir. Adam öldürmüş, gasp etmiş, bu topraklarda şimdi yaşayan ve onların soyundan gelen değersiz bizlerle kıyaslanmayacak kadar kendilerini ülkelerine adamış, onu kahramanca ve bir bale coşkusuyla savunmuşlardır. Çevredeki ilerlemenin yanında türümüzün gerilediği duygusunu yaşıyorum.

Birlik köyden ayrıldıktan sonra dar bir toprak yola girmiş, birliğin adım sesleri yol kenarındaki otlara karışmış. Sis çok yoğun, canlı ve değişkenmiş. Babamın yüzündeki sayısız küçük su damlası donup büyük bir su damlası oluşturmuş, saçından bir perçem alnına yapışmış. Yolun iki tarafındaki darı tarlalarından esen hafif nane ve olgunlaşmış darıların o acı tatlı kokusuna alışıktır babam, bu koku onun için yeni ya da tuhaf bir şey değildir. Birlik sisin içinde ilerlerken babam bu kez zihninde çok eski anıları uyandıran, nane ve darı kokusuyla karışık, ama sarı ve kırmızı olmayan, iç bayıltan tatlı bir yeni koku almış. 7 gün sonra, 28 Eylül, Ay Çöreği Bayramı.

Parlak ay yavaşça yükselmiş, darılar saygıyla ve sessizce dikilmiş, püskülleri ay ışığında yıkanmış, cıvaya batırılmış gibi ışıl ışıl ışımışlar, babam kırık bir ay ışığı altında şimdikinden çok daha keskin iç bayıltan tatlı bir koku almış. O sırada Komutan Yu elini darıların üzerinde gezdirerek tarlada ilerliyormuş, üç yüzden fazla köylü üst üste uzanmış cesetler halinde etrafa dağılmış, kanları büyük bir darı yığınını suluyormuş, darıların altındaki kara toprak çamurlaşmış, yürümelerini yavaşlatmış.

O iç bayıltan tatlı koku insanı boğuyormuş, insan eti yiyen bir köpek sürüsü darı tarlasında oturmuş, parlayan gözlerle babama ve Komutan Yu’ye bakıyormuş. Komutan Yu silahını çekip ateş etmiş, bir köpeği gözünden vurmuş; bir el daha ateş etmiş, bir köpeği daha gözünden vurmuş. Köpek sürüsü uluyarak dağılmış, uzak bir yere oturmuş, aç gözlerle hırlayarak cesetlere bakmışlar. O iç bayıltan tatlı koku giderek daha da keskin hale gelince Komutan Yu haykırmış: “Japon köpekleri! İtin dölü Japonya!” Bütün mermisini bu köpek sürüsüne boşaltmış, köpekler iz bırakmadan kaçışmış. Komutan Yu babama, “Yürü be, evlat!” demiş. Biri yaşlı, biri genç ay ışığı altında darı tarlasının içlerine doğru yürümüşler. O tarlayı kaplayan iç bayıltan tatlı koku babamın ruhuna işlemiş, ileride daha da acımasız yıllar boyunca babamın peşini hiç bırakmamış. Darı sapları ve yaprakları sisin içinde hışır hışır hışırdıyor, sisin içindeki bu alçak düzlükte yavaşça akan Mo Nehri’nin suları kâh güçlü kâh zayıf, kâh uzaktan kâh yakından sefihçe ışıldıyormuş. Birliğe ayak uydurmaya çalışan babam, önünde ve arkasında “rap rap” diye ayak sesleri ile yoğun soluk sesleri duymuş.

Kimin silahı kimin silahına çarpıyor bilinmiyormuş. Kimin ayağının hangi ölünün kafatasını ezdiği bilinmiyormuş. Babamın önündeki adam öksürmeye başlamış, çok tanıdıkmış öksürüğü. Onun öksürdüğünü duyar duymaz babamın aklına adamın heyecanlanınca kızaran kepçe kulakları gelivermiş. Kılcal damarlarla kaplı büyük, saydam kulakları, kısa boylu, koca kafası omuzlarının arasına gömülmüş gibi duran Wang Wenyi’nin en göz alıcı organlarıymış. Babam bir hışım bakmaya gitmiş, bakışları sisi delmiş, Wang Wenyi’nin bir yandan öksüren, bir yandan da sallanan koca kafasını görmüş. Babam Wang Wenyi’nin talim alanında yediği dayaktan sonra koca kafasının bu acınası hale geldiğini hatırlamış.

O sıra Komutan Yu’nün birliğine yeni girmiş. Yaver Ren, ona ve birliğin diğer üyelerine talim alanında şöyle bağırmış: Sağa dönün… Wang Wenyi neşeyle ayağını kaldırmış, nereye döneceğini bilememiş. Yaver Ren onun kıçına kırbaçla vurmuş. Yüzünde ağlasa mı gülse mi bilmez bir ifadeyle, “Ananın!” diye söylenmiş o da. Alçak bir duvarın etrafındaki çocuklar bu durumu görünce kahkahalarla gülmeye başlamış. Komutan Yu, Wang Wenyi’nin kıçına bir tekme atmış. “Niye öksürüyorsun?” “Komutanım…” Wang Wenyi, öksürerek cevap vermiş, “boğazımda bir kaşıntı var…”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıKızıl Darı Tarlaları
  • Sayfa Sayısı528
  • YazarMo Yan
  • ISBN9789750734427
  • Boyutlar, Kapak, Karton kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Değişim ~ Mo YanDeğişim

    Değişim

    Mo Yan

    Çin’in en ünlü ve Nobel ödüllü yazarı Mo Yan, Değişim adlı uzun öyküsünde ülkesindeki toplumsal ve siyasal değişimleri dile getiriyor.Otobiyografi tarzında öykü ya da...

  2. İçki Cumhuriyeti ~ Mo Yanİçki Cumhuriyeti

    İçki Cumhuriyeti

    Mo Yan

    Bu çarpıcı epik romanda Çin’in yaşayan en önemli yazarlarından Mo Yan, okurlarını hayalî bir diyara, İçki Cumhuriyeti’ne götürüyor. Hurafelerin, açgözlülüğün ve gerçeküstü olayların hüküm...

  3. Yaşam ve Ölüm Yorgunu ~ Mo YanYaşam ve Ölüm Yorgunu

    Yaşam ve Ölüm Yorgunu

    Mo Yan

    Mo Yan’ın epik romanı Yaşam ve Ölüm Yorgunu, Mao Zedong’un toprak reformu hareketiyle Çin kırsalının geleneksel düzenini altüst etmesinden yaklaşık iki yıl sonra, 1...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bir Öpücükle Başladı Her şey ~ Suzanne EnochBir Öpücükle Başladı Her şey

    Bir Öpücükle Başladı Her şey

    Suzanne Enoch

    GİZEMLİ BİR CENTİLMEN VE CESUR BİR KADIN Yakışıklı Sullivan sadece iki şey istiyordur: Annesinin mirası ve intikam. Bunun için gündüzleri İngiltere’nin en çok tanınan...

  2. Beyaz Gardenya ~ Belinda AlexandraBeyaz Gardenya

    Beyaz Gardenya

    Belinda Alexandra

    “Anya, sen beyaz bir gardenyasın. Çok güzel ve saf…” Büyüleyici bir öykü… Rus devriminin ardından Beyaz Rus aileleri için bir sığınak yeri haline gelen...

  3. Güm! ~ Terry PratchettGüm!

    Güm!

    Terry Pratchett

    Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz dördüncü kitabı Güm!, kan davaları binlerce yıl öncesine dayanan iki kadim...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur