Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Önce Şairleri Yaktılar
Önce Şairleri Yaktılar

Önce Şairleri Yaktılar

Ahmet Cemal

Deneme ne işe yarar? Edebiyatın olmazsa olmazı deneme, yalnızca sanat yapıtlarına ya da politik, kültürel konulara bakışımızı değiştirmez, tıpkı has edebiyatın yaptığı gibi, iç…

Deneme ne işe yarar? Edebiyatın olmazsa olmazı deneme, yalnızca sanat yapıtlarına ya da politik, kültürel konulara bakışımızı değiştirmez, tıpkı has edebiyatın yaptığı gibi, iç dünyamızı da zenginleştirir, ufkumuzu genişletir. Usta denemeci Ahmet Cemal, Türkçenin tüm zenginliğini, rengini, zekâsını kullanarak yazdığı denemeleriyle okurumuza denemeyi sevdiren yazarlarımızdan biri. Önce Şairleri Yaktılar’da onun son dönem denemelerini bulacaksınız. Kimi zaman bir günlük parçasına, kimi zaman okuruyla bir dertleşmeye, kimi zaman ülkemizin can alıcı politik gerilimine değinen Ahmet Cemal, yaşadıklarımızı elinizdeki kitabın başlığıyla özetlemiyor mu zaten: Önce Şairleri Yaktılar. Sonra sanatın tüm alanlarını aşağıladılar; heykelleri yıktılar, tiyatroları kapattılar; ders kitaplarında şiirleri sansürlediler… Ama susturamadılar. Önce Şairleri Yaktılar, susmayan bir edebiyat adamının kaleminden çıktı işte…

Nâzım Hikmet Akademisi’ndeki
öğrencilerime, ortaklaşa bilgi üretmenin
bütün mutluluklarını bana
yaşattıkları için

İçindekiler

Sunuş ……………………………………………………………………..15
Bir Özyaşam Öyküsü Yerine: Benim Külrengi Zamanlarım
ya da “Soylu” Bir Soysuzun Kısa Öyküsü… ……………..19
Bir Çevirinin Hikâyesi ……………………………………………….33
Önce Şairleri Yaktılar… ………………………………………………49
Tarihten Korkmayınca ……………………………………………….51
Tarihin Kanlı İronisi ………………………………………………….53
Zamanı Okumak ………………………………………………………55
Kafka’nın Şato’su Silivri’de mi? …………………………………..58
İyi ki Kitaplar Var ……………………………………………………..60
Kitap Yasakları ya da: Bu Kadarı Yeter mi? ……………………62
İnsanın ve Uzayın Derinlikleri …………………………………….65
Kültürsüzlük Üretmek Üzerine …………………………………..67
Okuma Yasağını Delmek ……………………………………………69
Olmak ya da Olmamak ……………………………………………..72
Erasmus’un Yansızlığı ………………………………………………..75
Doğru Soruları Sormak ……………………………………………..77
“Gestapo 2013” ………………………………………………………..80
Hukuk Yalana Dönüşürse …………………………………………..82
Can Dündar’a Saygı ………………………………………………….84
Çok Uzaktan, Çok Yakın ……………………………………………86
Değişim ve Dönüşüm ………………………………………………..88
“Yetmez Ama Evet”çiler İçin Ağıt ………………………………..90
Ormandan Yol Geçirmek …………………………………………..92
Parklardaki Üniversiteler ……………………………………………95
Sanatı Öldürmek, Sevgiyi Öldürmektir! ……………………….97
Halikarnas’tan “Sefalet Sokağı”na ………………………………100
Aydınlanma, Tehlikelidir ………………………………………….102
Brecht, Galilei ve Cüceler ………………………………………..105
Bugün ODTÜ’ye Girebilirsiniz! ………………………………..107
Devrim, Dipten Gelir ………………………………………………110
Yandaş Medyanın Bilinçsiz İntiharı …………………………….112
Yıkımların En Korkuncu ………………………………………….115
Dindar mı, Kindar mı? …………………………………………….117
Gezi Parkı Kitaplıkları ……………………………………………..120
Aynaları Kıran Felsefeci: Füsun Akatlı ………………………..123
Bozkırda Bir Akademi ……………………………………………..126
Marksizm, Bilgisizlik Temelinde Yükselebilir mi? …………129
Dilini Unutmak mı, Yoksa Dilini Yutmak mı? ………………132
Çevirinin Sorunları Yok ……………………………………………135
Alev Coşkun’dan “Modernleşme”, “Devrimler”
ve “Laiklik” Üzerine Alıntılar ………………………………137
Kentsel Yıkım Projeleri …………………………………………….140
Yüzde Ellinin Ayaklanışı ……………………………………………142
Bir Yıl Biterken Eskiye Bakış ……………………………………..144
Adalet Kültürünün Çöküşü ………………………………………147
Bir Rönesans Aydını: Ünsal Oskay ………………………………150
Bir Direnme Eylemi Olarak Yazmak……………………………153
“Gerçek, Hiçbir Yalana Benzemeyen Bir Şeydir…”…………157
Bir Eylem Türü Olarak Okumak ………………………………..161
Gezi Parkı”nı Doğru Okumak ………………………………….165
Peki ya Hayatı Okuyabiliyor muyuz? ………………………….169
Biz, Neleri Okumamış Olabiliriz? ………………………………173
Hayat Ertelenmeye Gelmez ……………………………………..177
Leylâ Erbil ve Sevgi Kültürü ……………………………………..181
Özgürlüğü Okumuş muyduk? …………………………………..185
Yaşamak Dilimizin Ucunda mı? …………………………………189
Tomris Uyarsız On Yıl ……………………………………………..193
Yanlış Okunan Cumhuriyet ………………………………………197
“Okumama Ortalaması”ndan Aydın Çıkmaz ………………..201
Anna Seghers’ten Güncel Alıntılar……………………………..205
Ben, Sen, Hoşgörü ve “Öteki”…………………………………….209
Eski Yazıları Güncelleştirmek Üzerine ………………………..213
Güngör Dilmenler Kuşağı …………………………………………216
Nâzım Hikmet’e Saldırmak ………………………………………219
Onat Kutlar’dan Yarına Mektuplar ……………………………..222
Müşfik Kenter ya da: Oyuncu Kimdir?………………………..225
“Otantik” Ne Kadar Özgün? ……………………………………..228
Rekin Teksoy Adında Bir Karınca ……………………………….230
Yeni Bir “Eğitim” Kavramı …………………………………………233
Yıkımın Kuşakları İçin Bir Ağıt ………………………………….236
Okumak, Sorgulamaktır …………………………………………..239
Görmezlikten Gelmenin Acınası Kültürü ……………………242
Aydın Sorunumuzdan Alıntılar ………………………………….245
Bir Kitaba Veda Etmek …………………………………………….248
Zamanın Denizlerine Yollanan Sesler………………………….251
Çelişkilerle Yaşamak ………………………………………………..254
Kavram ve Uygulama Olarak Üniversite ……………………..257
Tiyatroda Yaratıcılık ve Öteki Sanatlar………………………..260
Osmanlı’dan Reyhanlı’ya ………………………………………….263
14
Mizah Sanatının Özü ……………………………………………….265
Biz Geleceğimizi Yitirdik ………………………………………….269
“Orantısız Cehalet”e Karşı Bir Savaşçı: Orhan Suda ………272
Soma’dan Önce Yazılamayacak Bir Roman ………………….276

Sunuş

Bundan önceki deneme kitabım olan Lanetlenmiş Ağustosböcekleri 2012 yılında basılmış. Yani aradan çok uzun bir zaman geçmemiş. Ama hayatımızda bazen öyle “çok uzun değil” diye nitelendirdiğimiz zamanlarımız vardır ki, aslında belki her biri ayrı birer hayat kadar uzun ya da yoğundur; veya ikisi birdendir. Benim Lanetlenmiş Ağustosböcekleri’nden bu yana geçen ve “çok uzun” olmayan zamanım da işte böyle bir zamandı. Önce 2012. Lanetlenmiş Ağustosböcekleri ile hayatımın kırk yılına yayılan Vergilius’un Ölümü çevirisi peş peşe yayımlandı. O çevirinin ardından, ben de kendime artık “çevirmen” demeye başladım. Çünkü çok önceden verilmiş bir sözüm vardı.

Ondan önce onlarca kitap çevirmiş olsam bile, ancak günün birinde Vergilius’un Ölümü’nün çevirisini bitirebildiğim takdirde kendime “çevirmen” diyecektim. Daha önceki çeviri emeklerimi yadsıdığım için değil. Tam kırk yıl önce, daha ilk satırlarından başlayarak, o eserin çevirisini sözünü ettiğim ilk yılların koşulları içerisinde bir tür “meydan okuma” saydığım için. Bu uzun serüveni, Vergilius’un Ölümü çevirisine önsöz olarak yazdım. Yine 2012 yılında Lanetlenmiş Ağustosböcekleri, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Sonra 2013 yılı geldi.

20-28 Nisan 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilen TÜYAP İzmir 18. Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı seçildim. Bu fuar nedeniyle, sevgili dost Enver Ercan’ın usta işi emekleriyle hazırlanan 352 sayfalık bir kitap, TÜYAP tarafından bir kültür hizmeti olarak ve Benim Külrengi Zamanlarım başlığıyla yayımlandı. Ve bu fuardan bir ay sonra, 31 Mayıs 2013 gecesi İstanbul’da, Taksim’deki Gezi Parkı’nda, Türk gençliği “GEZİ PARKI DİRENİŞİ” adıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki en büyük özgürlük şahlanışını başlattı. Bu şahlanış, çok kısa sürede ülkemizin öteki şehirlerine ve o şehirlerdeki meydanlara da yayıldı. Bu, aynı zamanda cumhuriyet tarihimizde bir eşi daha görülmemiş bir değişimin de başlangıcıydı. Değişenin, değişenlerin ve değişecek olanların tümünü birden kestirebilmek, o ilk günlerde doğal olarak imkânsızdı. Aynı durum bugün için de söz konusu. Çünkü başlayan “hareket”, ilk bakışta uçsuz bucaksız diye nitelendirilebilecek kadar etkili ve kapsamlı. Öyle ki, ülkedeki bütün siyasi partiler, bütün siyasi kadrolar ve aydınların çok büyük bir kesimi, bu hareket’e tam anlamıyla hazırlıksız yakalandı. Öte yandan, bu hareket, yine tam anlamıyla, katıksız bir DEVRİM’di çünkü yörüngesi bütünüyle tabandan tavana yönelikti ve bu tabanı bütünüyle GENÇLİK oluşturuyordu.

O gençlik, neredeyse onyıllar boyunca yeterince politik olmamakla suçlanmıştı – aynı gençliğin bu suçlamaya “Gezi Parkı Direnişi” ile verdiği yanıt, çok görkemli ve çok çarpıcı oldu. Çünkü Gezi Parkı’nda toplanan gençliğin, yani yukarıda sözünü ettiğimiz tabanın hedefleri sadece birkaç ağaçla ve binayla sınırlı değildi. Bu gençlik oraya, ellili yılların başından bugüne demokrasi, özgürlük ve eşitlik adına kendisine kuşaklar boyunca gerçek diye benimsetilmeye çalışılmış yüzlerce, binlerce yalanı tasfiye etmek için toplandı. Bugünkü iktidarın bugünün gençliğine artık bugünün ve yarının toplumu gözüyle değil fakat yalnızca kendisine biat edenlerden oluşacak bir cemaat gözüyle bakmaya kalkışması ise, bardağı taşıran son damla oldu. Ve “Gezi Parkı Kuşağı” -tarih, onları sanırım artık böyle de adlandıracak!- kendine belli bir “duruş”u rehber seçmekle, üstelik de bu “duruş”un arkasında, hiçbir akıl hocasının ağzından çıkma buyrukları ve öğütleri tartışmasız gerçekler diye benimsemeyen bir kararlılıkla durmakla, rüştünü tam bir olgunlukla ispat etti. Bu bağlamda tek isteği ise, o sandığa uzanan yolların bundan böyle yalanlarla değil fakat gerçeklerle örülü olması. Bu isteğine ulaşacağından da kimse kuşku duymamalı. Çünkü “Gezi Parkı Kuşağı”, bütün gerçekleri doğal olarak bilmiyor olabilir.

Ama yalan konusunda bugüne kadar edindiği zengin deneyimlerin sonucu olarak, gerçeğin hiçbir yalana benzemeyen bir şey olduğunu biliyor. Gücünün kaynağı da işte bu bilgi! Bu harekete ilişkin sağlıklı ve doğru çözümlemeler için vakit hâlâ çok erken. Ve acele çözümlemeler, böyle hareketlerin doğru yörüngelerini kestirebilmeyi, tarihsel-toplumsal nedenlerine yeterince bilgi rehberliğinde inebilmeyi ancak tehlikeye sokar. Evet, aceleye gerek yok. Ama daha en baştan yapılmış bir saptamanın “erken” olmadığı kesin: Artık hiçbir şey, bu hareketten öncesi gibi olmayacak. Nasıl olacağı ise, bu ülkenin geleceğini düşünenlerce ne ölçüde sahiplenilebileceğine bağlı.

Gezi Parkı Direnişi ile neredeyse eşzamanlı olarak, benim özelimde de bazı somut olaylar gerçekleşti. soL gazetesinin haftada bir çıkan soL Kitap dergisinde, “Okuma Notlarım” başlıklı köşe yazıları yazmaya başladım. 26 Haziran 2013 akşamı, Kadıköy’deki Caferağa Spor Salonu’nda düzenlenen TKP Örgütlenme Toplantısı’nda, son aylarda partiye üye olan gençlere rozetleri dağıtılırken, yaklaşık iki bin kişinin alkışları arasında ben de bir rozet ile onurlandırıldım. Şu anda yetmiş iki yaşımı doldurmak üzereyim. Ama hayatım boyunca kendimi TKP’ye kabul edildiğim o akşamki kadar “genç” hissettiğimi hatırlamıyorum. Orada, o salonda, geride kalan yıllarımın hemen bütün yorgunluklarını silen bir sürpriz yaşadım.

2013’ün hayatımda iz bırakan son olayı ise, Nâzım Hikmet Akademisi’ne öğretim görevlisi olarak kabul edilmem oldu. Temmuzun sıcak günlerinden birinin öğlenden öncesinde,Kadıköy’deki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin serin bir mesire yerinden farksız ve ağaçlarla dolu bahçesinde sevgili dostum Doğan Ergün ile çaylarımızı yudumlarken, Doğan: “Biliyorsunuz, bizim bir de akademimiz var…” diyerek konuyu açtı. Elbette biliyordum. Derslerin verildiği eski ve güzel binayı daha önce gezmiş, oraya girip çıkan genç öğrencileri de görmüştüm ve içimden birkaç kez: “Keşke bir fırsat olsa da burada ders verebilsem!” diye geçirmiştim. Doğan’ın: “Biliyorsunuz…” ile başlayan cümlesinin arkasından bir önerinin geleceğinden emindim. Ama ben yine de işi “sağlama almak” istedim ve: “Ben orada ders vermeyi çok isterim!” diyiverdim! “İş”, olmuştu… Şimdi bir dönem geride kaldı bile. Ve ben, tam elli yıllık üniversite hocalığımın son durağı olarak Nâzım Hikmet’in adını taşıyan bir kuruma varabilmiş olmaktan onur duyuyorum.

Bu kitaptaki hemen bütün denemeler, Gezi Parkı Direnişi’nden sonra kaleme alındı. Ondan öncesine ait yalnızca birkaç yazı var. Vergilius’un Ölümü çevirisine önsöz olarak koyduğum yazı ile, Benim Külrengi Zamanlarım kitabının giriş yazısını daha sonraki bir kitabıma bırakmak niyetindeyim. Ama geçenlerde, yaklaşmakta olan yaş günümü düşünürken, hayatının yetmiş iki yılını geride bırakmak üzere olan birinin “daha sonraki kitaplar” konusunda biraz daha “ihtiyatlı” düşünmesinin ve konuşmasının daha doğru olacağı sonucuna vardım. Sadece, kalan zamanım, benim umduğum ve istediğim kadar uzun olmayabileceği için! O yüzden, otobiyografik nitelikteki bu iki yazıyı da bu kitabıma aldım…

Ahmet Cemal
Moda,19 Mayıs 2014

Bir Özyaşam Öyküsü Yerine:
Benim Külrengi Zamanlarım ya da
“Soylu” Bir Soysuzun Kısa Öyküsü…

5 Mart 1942 gecesi saat 23.15’te, İzmir’in Alsancak semtindeki Memleket Hastanesi’nde, çok “soylu” bir ailenin soysuz oğlu olarak doğdum. Sonradan hep sevgi soyundan gelmem, belki de bundandır. Küçük yaştan itibaren sağıma soluma bakınıp bana sevgi verecek bir soy bulamayınca, ben de kendime doğrudan sevgiyi soy edindim.

* * *

Şu anda espri falan yapıyor değilim. Bu yazıda, kendim hakkında gerçekleri dile getirmekle yükümlü olduğumun bilincindeyim. Hem de çok bilincindeyim. Çünkü TÜYAP tarafından bana, bir kitap fuarının onur konuğu olmanın onuru sunuldu. Ve ben bu satırları sözünü ettiğim onur konukluğu nedeniyle yine TÜYAP tarafından hazırlanmakta olan bir “Ahmet Cemal Kitabı”nın giriş yazısı için kaleme alıyorum. İkisi de, yani hem bir kitap fuarının onur konuğu seçilmem, hem de adımı taşıyan, içinde sadece benim anlatılacağım bir kitabın basılacak olması, benim için gerçekten ama gerçekten ölçüsüz bir onur kaynağı. Çünkü, kitabı önemsiyorum.

Kitapları, onların yazarlarını ve çevirmenlerini çok ciddiye alıyorum. Bugüne kadar çok daha fazla veya yeterince ciddiye alınsalardı eğer, şimdi çok farklı, gerçek anlamda insanca ve gerçekten özgür insanlardan oluşma bir ülkede yaşıyor olacağımızı varsayacak kadar ciddiye alıyorum.

* * *

Kitap, bir zamanlar bu ülkedeki devlet ve onun yöneticileri tarafından da çok ciddiye alınmıştı. Devlet, kendisi kitap bastıracak ve basılanların yurdun en ücra köşelerine ulaşmasını sağlayacak kadar ciddiye almıştı. Farklı zamanlardı. O farklı zamanlarda bu yüzden, ülkede sadece okuma yazma öğrenme seferberliği ilan edilmesiyle yetinilmeyip kitap basma seferberliğinin de ilan edilmesi yüzünden, evet, bu yüzden, o farklı zamanlarda farklı aydın kuşakları yetişti. Onlar, “Anadolu Aydınlanması” adı altında ne yazık ki çok kısa süreli ama yine de gücü süresiyle ters orantılı bir aydınlanmayı gerçekleştirdiler. Ama zamanla, daha doğrusu 1938’de Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün hemen ardından devlet ve onu yönetenlerin çoğu, “fikri hür, vicdanı hür” kuşaklar yetiştirmek yerine, kazara böyle yetişebilmiş kuşaklara karşı kendilerini koruma kaygısına düştüler. O zaman, Köy Enstitüleri kapandı. Tercüme Bürosu kapandı. Tercüme mecmuası kapandı. Halkevleri kapandı. “Anadolu Aydınlanması” son buldu. Kırklı yıllar, “Anadolu Aydınlanması”nın filizlendiği yıllardı.

Ellili yılların başında ise kapısında devletin resmî ya da sivil polisinin beklemediği aydın neredeyse kalmamıştı.Geleceğin aydınlara yönelik kitlesel kıyımlarının temeli o yıllarda atıldı. Kısaca belirtmeye çalıştığım bu yol, “fikri hür, vicdanı hür kuşaklar yetiştirme” idealinden “dindar gençlik yetiştirme” idealine uzanan yoldur.

Benim zamanlarım da kırklı yılların hemen başında, “Anadolu Aydınlanması”nın filizlendiği yıllarda yaşanmaya başlandı. Doğumumla verilen ilk nüfus cüzdanım hâlâ çekmecelerimden birinde. Nüfus cüzdanlarının yerini kimlik kartları aldığında, bir yolunu bulup çok sayfalı ilk nüfus cüzdanımı da alıkoydum. Sayfalarından birinde “ekmek karnesi verilmiştir” diye bir damga var. Bir ya da iki yaşımdayken vurulmuş bir damga.

Doğduğumda, İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortasındayız. Ama devlet olarak savaşın taraflarından biri değiliz. Dünyayı sarsan savaş, bizi yalnızca türlü kıtlıkları ile vurup sarsmakta. Şehirlerdeki, kasabalardaki ve köylerdeki insanların yiyeceği az. Kurulmaya başlayalı henüz iki yıl olmuş Köy Enstitüleri’nde yatılı okuyan gençlerin karınları da yeterince doymuyor. Ama gündüzleri yanlarına aldıkları çantalardaki ekmek ve katığın yanında Antigone de var. Evet, Köy Enstitüleri’nde okuyan gençlerin karınları daha yeterince doymuyor. Ama kafaları, zihinleri, hem de bolca, doyuruluyor. Düşünceleri oluşsun diye. Kendileri üzerine, toplumları üzerine, dünyaları üzerine, bunların tümünün geleceği üzerine yeterince düşünebilsinler, yeterince sağlam gelecekler inşa edebilsinler diye.

Evet, henüz yeterli yiyecekleri yok ama yeterince kitapları var. Tercüme Bürosu’nda durmadan, gece gündüz çalışan nurlu ellerden çıkma çeviriler devletin matbaalarının yolunu tutup çabucak kitaplaşıyor ve oradan Köy Enstitüleri’nde kurulan, oralarda gencecik yaşta nasırlanmaya başlamış eller tarafından rafları yapılan kitaplıklara akıyor. Köy Enstitüleri’ndeki öğrenciler, yılda en az yirmi beş klasik okumak zorundalar. “Sakıncalı kitap” kavramının ortaya çıkmasına daha yıllar var. Klasiklerin içinden “sakıncalı” cümlelerin ve pasajların ayıklanmasına da öyle. O karabulutlu günlerin gelmesine daha çok ama çok var. Öte yandan aslına bakarsanız pek çok da yok. Sadece birkaç yıl. Çünkü 1940’da açılan Köy Enstitüleri, 1946’da özellikle büyük toprak sahipleri için tedirgin edici olmaya başlıyor.

Bu arada hemen belirteyim: Ben, zamanlarımı hep kopuk kopuk yaşadım. Bu yüzden onları anlatışım da bir parçalanmışlık hali içerisinde gerçekleşiyor. Yani demek istediğim şu: Buradaki kısa hayat hikâyesi çerçevesinde, sırf şimdi yazıya döküyorum diye hayatıma, aslında hiçbir zaman sahip olamadığı bir bütünlük kazandırmaya çalışmıyorum. Aksine, o hayatı bütün parçalanmışlığı ile sayfalara geçirme çabasındayım. Şimdi geriye baktığımda ve yetmiş yılı kuşbakışı görmeye çalıştığımda, hayatımı hep bu parçalanmışlığı içerisinde sevmiş olduğumu çok iyi anlıyorum; öyle ki, aksini bir alternatif olarak hiç düşünmemişim. Herhalde öyle bir hayatı, yani içinde her şeyin bir bütünlük taşıdığı, gelgitlerin bile artık klişeleşmiş, sıradanlaşmış, her türlü şaşırtıcılıktan uzak bir tutarlılık içerisinde meydana geldiği bir hayatı çok sıkıcı bulacağım için. Şimdi anlıyorum ki, hayatta hep başkaları için korkutucu, en azından tedirgin edici olanları normal,normal olanları da korkutucu veya en azından tedirgin edici saymışım.

Bundan on yıl kadar önce, yani 60 veya 61 yaşındayken, ilk nüfus cüzdanımı tekrar karıştırdığımda, doğum yılımı gösteren 1942 sayısı bana o zamana kadar düşünmediğim bir şeyi düşündürdü. Yaşamakta olduğum zamanlara yeni bir halka ekledi. 1942’de Nazi Almanya’sında ölüm kampları faaliyete geçmişti. Hitler’in buyruğu ile dev bir ölüm örgütü ve mekanizması, “Nihai Çözüm” (Endlösung) sloganının rehberliğinde çalışmaya başlamıştı. Amaç, Musevi ırkının kökünün kurutulmasıydı. İşte o günlerde, bu korkunç olayı bir defa daha hatırladığımda, sanki bir çelişki ile burun buruna geldim. Bu soykırımı hazırlayıp yürürlüğe koyanlar, bütün yazılı ve sözlü kaynaklarca “insan” türünden sayılıyorlardı. Ben de insandım. Yani ben ve onlar – aynı türden miydik? Bu soru ve ondan kaynaklanan çelişki, beynimde elbet ilk kez bundan on yıl önce şekillenmemişti. Çok önceden beri şekillenmiş olmalıydı. Ama ben bu durumu bilinç düzeyinde ilk kez o zaman bu kadar açık ve seçik algılıyordum. Aslında iyi ki bunca geç algılamıştım. Çünkü örneğin lise veya üniversite yıllarımda da algılamış olabilirdim ve böyle korkunç atıflarla dolu bir çelişkiyi neredeyse bir ömür boyu taşımak, kişilik bozukluklarına bile yol açabilirdi. Yani kim bilir?

Şimdi şu yarıda bıraktığım “soysuz”luğum konusuna dönelim.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Deneme Edebiyat
  • Kitap AdıÖnce Şairleri Yaktılar
  • Sayfa Sayısı280
  • YazarAhmet Cemal
  • ISBN9789750722394
  • Boyutlar, Kapak13x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2017

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Lanetlenmiş Ağustosböcekleri ~ Ahmet CemalLanetlenmiş Ağustosböcekleri

    Lanetlenmiş Ağustosböcekleri

    Ahmet Cemal

    Edebiyatımızın ve düşünce dünyamızın öncü kalemlerinden Ahmet Cemal, deneme yazınımıza bir kere daha unutulmayacak bir katkıda bulunuyor. Yazarın yeni denemelerini topladığı Lanetlenmiş Ağustosböcekleri, edebiyattan...

  2. Sanat Üzerine Denemeler ~ Ahmet CemalSanat Üzerine Denemeler

    Sanat Üzerine Denemeler

    Ahmet Cemal

    Sanat Üzerine Denemeler, bugüne kadar sanatla ilgili olarak Ahmet Cemal’in kaleme aldığı yazıların büyük bir bölümünü bir araya getiriyor. Sanatın hemen bütün dalları çerçevesinde...

  3. Dokunmak ~ Ahmet CemalDokunmak

    Dokunmak

    Ahmet Cemal

    Ahmet Cemal, edebiyatseverlerin yakından tanıdığı bir ad. Deneyimli, usta bir denemeci, usta bir çevirmen. Köşe yazılarıyla da sesini duyuran Ahmet Cemal, şimdi, ilk kez...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yaratma Tehlikesi ~ Albert Camus Yaratma Tehlikesi

    Yaratma Tehlikesi

    Albert Camus

    Sanat salt estetik bir mesele değil, aynı zamanda bir direniştir. Camus’nün 1957’de gerçekleştirdiği Nobel konuşması ile Uppsala Üniversitesi’nde verdiği konferansı bir araya getiren bu kitap...

  2. Hakikat ve Hurafe ~ Dücane CündioğluHakikat ve Hurafe

    Hakikat ve Hurafe

    Dücane Cündioğlu

    Hakikat ve Hurafe herkese hitab etmiyor; bilakis, herkesin dışında kalabilmeyi başarmış küçük ve seçkin bir azınlığı; yani hakikat ile hurafe arasındaki ve bağlacını kaldırabilme...

  3. Hindistan’a Dair ~ Halide Edib AdıvarHindistan’a Dair

    Hindistan’a Dair

    Halide Edib Adıvar

    “Evvel zaman içinde, ahir zaman içinde…Bu başlangıç bugünkü Hindistan’a çok yaraşıyor, çünkü içinde Einstein’ın izafiyet nazariyesini hatırlatan bir şey var. Bir vaka en eski...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur