Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Pınar’la Hayatın Renkleri
Pınar’la Hayatın Renkleri

Pınar’la Hayatın Renkleri

Pınar Tok

Hayat sayısız renk taşır içinde. Sonlu bir insan bu sonsuz zenginlik içinde nereye bakacağını, nereye gideceğini şaşırır çoğu zaman. Her renk, her yönden çağırır, davet eder. O yüzden ömür biter de seyahat bitmez. Çoğu şeyin sonu gelir de bilme, öğrenme, merak arzusunun sonu gelmez.

Hayat sayısız renk taşır içinde. Sonlu bir insan bu sonsuz zenginlik içinde nereye bakacağını, nereye gideceğini şaşırır çoğu zaman. Her renk, her yönden çağırır, davet eder. O yüzden ömür biter de seyahat bitmez. Çoğu şeyin sonu gelir de bilme, öğrenme, merak arzusunun sonu gelmez. Hele bir de içe doğru bir yolculuk içindeyse insan, yaşamın her anı bir seyahattir onun için.

Böyle bir modern gezginin, bir spor ve sağlıklı yaşam âşığının, hayatın renk spektrumundan bize sunduğu demetin kokusunu içine çekmeye hazır mısın? Hayatın her alanından, başarılı olmuş, bir nevi kendi kendini yaratmış kişilerin başarı hikâyelerini dinlemeye, bedenine ve ruhuna iyi gelecek tavsiyeler almaya var mısın? Hazırım ve varım diyorsan “Pınar’la Hayatın Renkleri”ne davetlisin. Kim bilir, belki de daha önce hiç böyle renklerle karşılaşmamışsındır…

***

HAYATI SÖRF’LE

Ben ona dalgaların prensi diyorum. Yeteneğini sabırla birleştirmiş ve hayatın şifresini çözmüş çoktan. Biz şehir insanlarından değil asla, daha basit yaşıyor ve çok daha mutlu. Hemen herkesin, her gün söylene söylene şehri terk etme planlarını o çoktan gerçekleştirmiş. Sörf’ ten bahsederken gözlerindeki o ışıltı her şeyi anlatıyor aslında.
Sörfe olan yeteneği ve tutkusuna en önemlisi de hayata bakış açısına hayran olmamak mümkün değil. Sadece sporcu kişiliğim değil ruhum da sörf ‘ün çekim alanına girdi bile. O, heyecanla anlatırken, sörfü kesinlikle öğrenmeye karar verdim. Evet, bunu sonraki yazılarımda paylaşıyor olacağım… Sonraki yazılar derken şaka yapmıyorum, bu konu bir röportaja sığmayacak kadar dalgalı, iyi sörf’lemek lazım;)

Sörf ‘ten, yogaya, doğal yaşamdan beslenmeye kadar her şeyi konuştuğumuz çok keyifli bir sohbet oldu. Peki kimdir dalgaların prensi? Gelin sizleri de tanıştırayım.

Cihan Akça,1982 İstanbul doğumlu.2011 de Brezilya , 2012 de Japonya da Dünya Sörf Şampiyonası Elemelerinde ülkemizi temsil etmiş. Deniz Bilimleri bölümü mezunu, Kanarya adalarında denizcilik üzerine doktoradan, İstanbul Üniversitesi deniz bilimlerinde araştırma görevlisi ‘ne kadar uzanan eğitim hayatının sonrasında , sade ama tutku dolu bir masala yol almış Bali’ye doğru. Cihan, kendi masalını gerçeğe dönüştürmüş. Talihsizlikler de olmuş elbet, yakın zamanda yaşadığı kaza en zoru olsa da onu sörf ‘den uzaklaştırmamış aksine bu süreçte açık kalan kapıları kapatmaya geldiğini söylüyor İstanbul’a. Yarım kalan işlerini tamamlaması için dalgalar onu bu sefer okyanustan öteye itmiş besbelli.

Cihan’ ın mutluluk adası diye tabir ettiği Bali’de hayat nasıl? Sörf nasıl oluyor da koskoca bir hayatı değiştirebiliyor ve alıp Cihan’ı “ıssız adam” yapıyor?
Aklıma “Ferrari’sini Satan Bilge ” ve “Ye, Dua Et, Sev” de gelmiyor değil. Ben sordum, o da tüm samimiyetiyle cevapladı:

Cihan, eminim sana yüzlerce defa aynı sorular sorulmuştur sörfle ilgili ve ben de birçok şeyi soracağım sana yeniden tabi ama öncesinde en çok merak ettiğim şey şu; sana sorulmasını istediğin ama bugüne kadar hiç sorulmayan o en önemli soru nedir? Söz veriyorum cevabı nedir demeyeceğim:)

Bu en güzel sorulardan biriydi Pınar:) . “Gelecekten korkuyor musun?”

Bu soruyu, hepimiz zaman zaman kendimize soruyoruzdur eminim.
Sörf denince ben de dâhil herkesin aklına spor geliyor ya da rüzgâr sörfü. Peki, sence de öyle mi, yani sörf bir spor mudur? Rüzgâr sörfü ile arasındaki farklılıklar nelerdir?

Doğru bir soru bu gerçekten. Benim için sörf bir spor değil, yaşam biçimi ve yol göstericidir.. Sörf yapabilmek için tabi ki de cesaret, tecrübe, kondisyon ve fit olmak gerekiyor ama hepsinden önce sürekli doğanın içinde dalgalar ile yaşayıp, dalgaları hayatınızda bir tutku ve öncelik haline getirmeniz sizin yol göstericiniz oluyor. Ben buna bir tür doğa ile yapılan bir ibadet şekli diyorum. Zaten bir kez vücudunuza sörf virüsü girdikten sonra hayattan beklentileriniz Okyanus’un size göndereceği dalgalar oluyor. Bu yüzden sörf bir spor değildir, yaşam felsefesidir.
​Sörf; bütün diğer board sporların atası olarak bilinir. Mesela Hawaii’yi de dalganın olmadığı bir günde canı sıkılan sörfçüler, rüzgârlı bir havada sörf tahtasının ortasına direk diker ve ortaya rüzgâr sörfü çıkar, küçük çocuklarının suya girmesine izin vermezler ve o gün karada eğlenebilmeleri için kaykay ı ortaya çıkartırlar, dağın tepesinden aşağı, sörf tahtaları ile nasıl kayarız diye düşünürken snowboard u bulurlar. Ülkemizde ise sörf, rüzgâr sörfü ile karıştırılmaktadır. Hâlbuki sörf; dalgalar ile yapılıp çok daha zor ve tecrübe isteyen bir aktivitedir.

Eminim bu cevapla benim gibi spora meraklı olanlar ve sörf e ilgi duyanlar aradaki farkı net olarak anlamıştır. Bu arada o virüs bana bulaştı bile :))) Zaten yazılarımın devamında öğrenmek için sabırsızlandığım sörf tecrübelerimi paylaşıyor olacağım…

Sörfü tek bir kelimeyle tanımla desem?

Aşk derim.

Bu çok derin ve etkileyici bir cevap biraz açar mısın lütfen, nasıl başladı bu aşk?

Her şey ben Kanarya Adalarında okurken başladı. Suya ilk kez sörf tahtası ile girmem, dalgaların gücünü hissetmem, diğer sörfçülerin dalgalar üzerinde yaptığı hareketleri görmem ve doğanın ihtişamı beni çok etkilemişti.

İlk görüşte aşka inananlardan değilim. Aşkın daha çok gördükçe, tanıdıkça hissettikçe, tecrübe ettikçe ortaya çıktığına inanırım. İşte suya her sörf tahtası ile girişimde, dalgaları beklerken her günbatımını seyredişimde, yakaladığım ve sürmeye başladığım her dalgada sörf virüsü, daha da çok kanıma işliyordu. Çevremde olan sörfçüleri tanıdıkça o güne kadar hayattan beklentilerim olan para, kariyer, toplum içinde bir konum sahibi olma gibi çağımız insanın en büyük hastalığı olan bu etkenleri sorgulamama sebep oluyordu ve bir gün adadaki eğitimimi iyice bırakıp, okyanus kenarında ufak bir kulübeye yerleşip sörf için yaşamaya karar verdim. Artık her gün suyun içindeyim ve sörfe olan tutkum artmış, hayattan ne istediğimi bulmuştum.

SPORUN EN KUŞ BAKIŞI HALİ

Harika bir spor dalı daha hayatıma dâhil oldu ve tüm detayları seninle paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Sen bunu okurken ben çoktan uçup, yamaç paraşütü sporunu deneyimledim bile. Gerçekten inanılmaz bir tecrübe. Kendini kuş gibi hafiflemiş hissediyorsun diyeceğim ama az kalacak, bildiğin kuşsun çünkü o anlarda:) . Her anımızı paylaştığımız bu zamanlarda, özellikle böyle anları ölümsüzleştirmek, sanırım öz çekimin en anlamlısı. Havada, “şöyle de çekelim, böyle de çekelim” derken sevgili pilotum Furkan sağ olsun bu konuda da uçuşta olduğu gibi oldukça profesyonel.
Konu uçmak olunca, 1632 yılında, Galata Kulesi’nden kuşkanatlarına benzer aracını takıp kendini boşluğa bırakan ve İstanbul Boğazı’nı geçip, Üsküdar’a inmiş olan Hezarfen’ i anmadan olmaz. Daha önceki yazılarımda, Hezarfen hava alanından küçük uçakla İstanbul turu yaptığımda da bahsetmiştim. Hezarfen, uçma konusunda çalışmaları olan Leonardo Da Vinci’den de önce var olan 10.yüzyıl Müslüman Türk âlimlerinden olan İsmail Cevheri ‘den ilham almış. Yani, Türk havacılık tarihinin en önemli kişilerinden kendisi. Kuşların uçuşunu incelemiş, Cevheri’ nin çalışmalarını, bulgularını iyice araştırmış. Tarihi uçuşunu yapmadan önce hazırladığı kanatlarını dayanıklılık testlerinden geçirmiş bir deha. Ruhu şad olsun…

Şimdi gelelim günümüzdeki dehalara. Furkan pilot henüz 19 yaşında, çok başarılı ve işini mükemmel yapıyor. Uçarken bölgenin tüm özelliklerinden ve tarihinden bahsediyor olmasının yanında, bir de muhteşem resimler çekip o anları senin için ölümsüzleştiriyor. Uçuşun en heyecanlı kısımlarından biri kalkış anı olsa da, iniş anında bir kez daha “yamaç paraşütünü iyi ki Furkan pilot ile tecrübe etmişim” diye şükrediyorsun. Yürür gibi indik, kuş gibi konduk hatta) Gel seni de tanıştırayım sevgili Furkan’la…
Ne zaman başladın bu işe?
Havacılıkla küçük yaşta tanıştım. Radyo kontrollü model uçaklarla. Buna bir arkadaşım sebep olmuştu. 16 yaşımda havacılık konusunda ilk profesyonel faaliyetimi yaptım. Serbest paraşüt eğitimi aldım (sky diving). 16 yaşımda uçaktan atlamaya başladım. Fai A sertifikası için eğitimlere katıldım, 2013 yılının sonuna doğru bu işin Türkiye’de sporcuya kısa sürede başarı sağlayamayacağına kanaat getirerek kendime alternatif yollar aradım gökyüzünü hissetmek için ve yamaçcı arkadaşlarımın yoğun baskısı üzerine yamaç paraşütü eğitimi aldım.2014′ de bu spora başladım. Yaklaşık bir yıl sonra, ilk yarışmama katıldım. İlk yarışmamda, winddamn pilotu olarak katıldığım Türkiye şampiyonası ayağında 2.liğe tekâmül eden bir puan almıştım bana çok büyük bir umut ve şevk verdi. Bu sporda henüz ulaşamadığım öz güvene o zaman ulaşmıştım. Rüzgârla dans etmeye o zaman başladım. Bundan sonra kendimi bu işi yarışma seviyesine çıkaracak şekilde hazırlamaya başladım.
Eğitimlere burada yani Yenice’ de mi başladın?
Eğitimlere Antalya’da başladım. O sırada Denizli’de lise okuyordum. Kışları Denizli Pamukkale’de yazları Fethiye Ölüdeniz ‘de kendimi geliştirdim.
Eğitiminle ilgili bilgi alabilir miyim, nereden mezunsun?
Ben Anadolu Lisesi yabancı dil bölümü mezunuyum. Pamukkale bu işin Türkiye’deki en büyük merkezlerinden birisi. Pamukkale’de uçuşlarımı devam ettirdim. Daha sonra yaz döneminde ölüdeniz Fethiye’de çalışmaya başladım.

Neler yaptın sonrasında?
Babadağ’da çalışmaya başladım. O sırada da sıkı bir şekilde gidebildiğim yarışmaları takip ettim. Yarışmalarda sıralamadan düşmemek için devamlı kendimi geliştirmeye yönelik çalışmalarımı sürdürdüm. Disiplini elden bırakmadım, çevre faktörlere aldırış etmedim, gösterişten uzak durmaya özen gösterdim. Lisede okuldan çıkar çıkmaz hava durumuna göre yer çalışmasına yada kendi keşfettiğim bir tepe vardı oraya uçmaya giderdim. Bu benim için vazgeçilmez bir rekreasyon faaliyeti haline gelmişti. Arkadaşlarımla okul çıkışı kafede otururken gökyüzüne bakıp beni çağırdığını hissederdim. Masada oturmak benim için çok boğucu olurdu o an, ve evden paraşütümü sırtlanıp, motosikletime binerek yola koyulmam çok vakit almazdı. Tüm bunların karşılığını havada almaya başladım ve yarışmalar benim için ozaman başlamıştı.

Türkiye’de lisans verme yetkisine sahip en genç yamaç paraşütü eğitmen pilot ünvanına sayılı günüm kaldı diyebilirim.

Yarışmalar nerede düzenleniyor? İçerikleriyle birlikte bilgi alabilir miyim?

Yarışmalar her yıl yaklaşık ülkenin on farklı ilinde oluyor. Bunun içerisinde ‘Hedef’ ve ‘Mesafe’ disiplinleri yer alıyor.
Hedef: Bir kalkış noktasından kalkıp kısa sürede iniş alanına geliniyor. İniş alanında yaklaşık 6 metre çapında bir hedef panosu bulunuyor, bunun en orta noktasındaki 1 TL boyutlarındaki 0cm noktasına basabilmek için yarışıyoruz! 0 noktasından dışa doğru geldikçe cm hesabına göre puanın düşüyor, santimetrelerle kazanıp kaybediyorsun. Hedef yarışmasında puanlama bu şekilde yapılıyor.
Mesafe: Kalkış yapılan yerden yarışma kurulunun verdiği görevi tamamlamak veya en uzağa uçabilmek üzerine yapılan yarışmalardır. Havada bazen 50 – 100 kilometre bazen daha fazlası mesafeleri hiç yere inmeden uçarak katedebilmek gerekir. Görev verilen yarışlmalarda hava kalabilmenin dışında hızlı uçarak görevi birbirimizden önce tamamlamaya çalışmak gibi rekabetlerin içerisine gireriz. Açık mesafe yarışmalarında ise iç hatlarda uçan bir uçak gibi gökyüzünden il sınırlarını geçebilmek en uzağa uçabilmek için yarışırız.

HİSSİ KABLEL VUKU

Şimdi seni harika biriyle tanıştıracağım. Özellikle son zamanlarda hepimizin ihtiyacı olan gerçek bir sevgi ve şifa elçisi.

Hepimizin içindeki boşlukları dolduracak, belki bizim bile farkında olmadığımız yaralarımızı şifalandıracak bir enerjiye ve tekniğe hâkim. Sesiyle şifalandırırken içinde sakladığın, hissedip kimselere söyleyemediğin, anlatmaya değer birini bulamadığın ve bastırdığın tüm sorulara cevap veriyor, cevap bulmanı sağlıyor.

Ben henüz konuşurken dahi o güzel enerjisinin etkisine girdim. Şifalandırmasına izin verdim. Umarım birazdan okuyacakların da sana şifa olur…

Bu özel söyleşimize geçmeden önce Gonca Gürses Van Herpen kimdir tanıyalım;

Hamiyet Yüceses’in ilk şan hocası olan ve aynı zamanda İstanbul Radyo Evi’nde Münir Nurettin Selçuk’la aynı dönemde Türk musikisi icra etmiş, soyadı kanunu çıktığında, şan hocası tarafından ‘Gürses’ soyadı verilen, Hafız Burhan Gürses’in torunu, Soprano, Türkiye’nin ilk sesle şifa terapisti Gonca Gürses Van Herpen;

Gündelik hayatımızdaki birçok şey, stres, yediklerimiz, düşünce şeklimiz ve kalıplarımız, doğadan kopuk yaşamamız, zamanla titreşimimizin bozulmasına, dolayısıyla da hastalıkların meydana gelmesine sebep olur. Sesle terapi işte bu orijinal titreşimi kaybetmiş vücudumuzu yeniden akort edip, fiziksel, zihinsel, duygusal ve ruhsal alanlarımızı şifalandırarak sağlığına kavuşturmayı sağlar. Uzun süre çalınan bir piyanonun akordunun bozulduğu ve bir akordör tarafından akort edildiği gibi.

Beni arayıp seansa gelmek isteyen kişi zaten bir şeyleri değiştirmek, bir şeyleri yapılandırmak için farkında olarak geliyor. Randevuyu verirken diyorum ki, o zamana kadar lütfen gün içinde kendinize dönüp bir bakın. Ben neleri hayatımda değiştirmek istiyorum, neleri yapılandırmak istiyorum, neleri bırakmak istiyorum, neleri iyileştirmek istiyorum. Küçük küçük notlar alın kendinize. Gece yatarken de hatta bilemediğimiz bir şeyler varsa bunları sorup uykuya öyle yatın, bunların cevabı rüya olarak gelir veya sabah gözünüzü ilk açtığınızda içinize bir his olarak gelir.

Şimdiye kadar bana seansa gelen bütün herkes, neyi iyileştirmesi gerektiğinin çok çok farkında olarak geliyor. Bazen de kişi seans sırasında hiç farkında olmadığı bir şeyi hissediyor ve ben aslında bunun için gelmemiştim diyor. Zaten biz kişi geldiği zaman seanstan önce oturup biraz konuşuyoruz ne için buradasın diye. O noktada da çözülmeye başlıyor ve sonrasında seansa geçiyoruz ve ben seansta kendi sesimi kişinin alanına projekte ediyorum. Onun bütün enerji alanlarını, çakralarını yani enerji giriş alanlarını tarıyorum. Bu alanlardaki dengesizliği dengelemek ve aynı zamanda kişinin aurasındaki kirli enerjilerini boşaltmak ve temizlemek üzerine çalışıyoruz.

Kişinin normalde betada olan beyin dalgaları bu çalışmalarla yavaş yavaş alfa moduna iniyor yani beyin dalgaları daha da yavaşlıyor. Kişinin bilinci tamamen açıktır ama parmağını bile kıpırdatamayacak bir gevşeme halindedir. Şifanın gerçekleştiği an budur. Şifanın en muhteşem gerçekleştiği an budur.
Şöyle tepki verebiliyorlar bazen; ben kişinin üzerinde çalışırken bazen hissedebiliyorum, görüyorum. Kişinin benimle paylaşmadığı bir şeyi hissettiğim oluyor ve benim hissettiğim bir şey oluyor ve ben onu o anda gördüğümde soruyorum ne hissediyorsun diye, bazıları o an ben onu tık diye sorduğumda söylüyor ya da söylemiyor. Hala onu benimle paylaşmaya çekiniyor çok çok özel bir şey olabiliyor. Bazen hiçbir şekilde benimle bunu paylaşmıyor bırakmaya hazır hissetmiyor ve gidiyor ya da hazır olduğunda tekrar geliyor. Zaten üzerine gitmeden, hazır olmasını bekliyorum ve dolaylı yollardan ona söyletmeyi tercih ediyorum. Bir şeyleri hissettiğimi küçük küçük noktalarla direk ona söylemeden bırakıp kendisinin o noktaya geldiğinde hazırsa söylemesini bekliyorum. Keza kişi de hazır hissettiğinde, ben bunu kimseye söylemedim ama evet diyerek benimle paylaşıyor.

SU ve ADALAR ŞEHRİ STOCKHOLM :

Yapıları, parkları, tarihî yerleri, yeşil alanları ve eğitim merkezleriyle oldukça ileri bir Avrupa şehrindeydim ve sıkça ziyaret ettiğim bu şehri bu defa, sizler için he kaleme aldım. Kendi gözlemlerim dışında, İsveç’te kadın olmaktan tutun, çocuk olmaya, eğitim sisteminden, yaşam şartlarına kadar birçok konuyu, uzun yıllardır orada yaşayan Türklerle ve benim için de çok değerli olan, yıllarını eğitime adamış emekli öğretmen sevgili Sevil Torpare ile konuştum. Bu güzel söyleşiden önce gelin bu şehri biraz benim gözümle gezelim.

İsveç’in başkenti ve en büyük şehri olan Stockholm, on dört adaya ve Mälaren Gölü’nün denizle birleştiği bir kanala sahip. Kentin adalara ve kanallara yayılmış olması, ona Kuzeyin Venedik’i sıfatını kazandırmış. Bana göre en keyifli yanı, harika sokakların, binaların, müzelerin, şirin dükkânların, sarayın bulunduğu şehir merkezinin; yaya olarak gezilebilir olması. Böylece her yanı benim yaptığım gibi özgürce fotoğraflayabilir, alışveriş keyfiyle tarihi, sanatı, kültürü bir arada yapabilirsiniz.

İsveç’ de bir ormanda mahsur kalırsanız korkmayın, yıllarca yetecek kadar organik besinle dolu harika ve sağlıklı bir yaşam sizi bekliyor olacak:) Keşfe çıktığımda, ağaçlardan sarkan kuşburnunu, meyvaları yerken beni çocukluğuma döndüren ve her adımımda beni şaşırtan yiyeceklerle dolu İsveç ormanları! Ayrıca, yüzlerce çeşit yenilebilir mantar türü de bu ormanlarda bulunuyor.

İsveç mutfağının zirvesi, geleneksel olarak et suyu ve haşlanmış patates ile sunulan İsveç köftesidir , bunun haricinde İsveç’e özgü yiyecekler arasında en tanınmışları Knäckebröd(kuru, sert, peksimete benzeyen bir ‘çıtır ekmek’) ve lingondur (yabani kızılcık reçeli).Çıtır ekmeklerin üzerine bayıla bayıla sürdüğüm karidesli tüp peynirlerin de lezzeti harika. Yöresel yemeklerden Surströmming (Kuzey İsveç’e ait bir tür balık yemeği) ve Güney İsveç’te de yılanbalığı, örnek olarak verilebilir. Konusu gelmişken, şehrin göbeğinde tutulan ve en yararlı balık çeşidi olan somondan bahsetmezsem olmaz, evet yanlış okumadınız şöyle bir oltayı atıp rahatlıkla somon balığı yakalayabilirsiniz. Ne yazık ki, mesela Galata köprüsünde stres atmak, hobi ya da güzel bir ziyafet çekmek için saatlerce uğraşan ve oltalarına bırakın balığı, çoğunlukla çöp takılan amatör usta balıkçılarımızı kıskandıracak boyutta bir bolluk ve temizlik söz konusu. Buradan o çöpleri atan “çevreci!” vatandaşlarımıza selam olsun.

“Ya kaybolursam?” korkunuzun olmayacağı bir şehir çünkü her yerde “şimdi buradasınız” haritaları var, yani kaybolmak zor. Engelliler ve bebek arabalı aileler de düşünülmüş, yürürken güzeller güzeli bebekler dışında, bu insani detaylar da çok dikkatimi çekenler arasındaydı. Keşke ülkemizde de bu kadar duyarlı olunsa diye içimden geçirmedim değil. “Yürümek istemem” derseniz, son derece dakik çalışan toplu taşıma araçlarını, tablo gibi duvarlarıyla, heykelleriyle, içinde sanat barındıran metro istasyonlarını kullanabilirsiniz(bkz. fotoğraflar)

Stockholm tiyatrolarıyla da ünlü bir kent. Şehirdeki Kraliyet Dramatik Tiyatrosu (Kungliga Dramatiska Teatern) Avrupa’nın en bilinen tiyatroları arasında. Yine Kraliyet İsveç Operası da 1773 yılında açılan eski bir opera binası. Ayrıca Stockholm, dünyanın en büyük müze kentlerinden biri. Kentte yılda 1 milyon insan tarafından ziyaret edilen 100 kadar müze yer almakta ve hepsi de görülmeye değer.

HAREKET EN İYİ TEDAVİDİR

Tanımayanlar için; Joseph Pilates, jimnastik yapan ödüllü bir baba ve doğal tedavi yöntemleriyle uğraşan bir annenin oğluydu. J. Pilates, astım, bronşit, romatizma, ateş gibi birçok hastalıkla boğuştuğu bir çocukluk dönemi geçirmiş. Kendini daha iyi bir duruma getirebilmek, iyileşebilmek için çok uğraşmış. Bir aile doktoru tarafından kendisine verilen anatomi kitabı, tarihe geçmesinin ilk adımı olmuş. Vücudu inceleyen J. Pilates, anatomiyi daha iyi öğrenmek için kendi vücuduyla karşılaştırmalar yapmış. Fitness, yoga, jimnastik, kayak, karate, kung-fu gibi sporlarla uğraşmış ve bu sayede yaşı henüz 14’e geldiğinde oldukça iyi ve sağlıklı bir vücuda sahipmiş…

J.Pilates, sirkte cambazlıktan, boksörlüğe, İngiliz detektiflerine “kendini koruma” yöntemleri ile ilgili verdiği eğitimlere kadar birçok alanda çalışmış. Hatta 1. dünya savaşı döneminde “yabancı düşman” ilan edilerek tutsak edildiğinde Lancester bölgesinde kamp yerinde hasta bakıcı olarak görev yapmış. “Contrology” adlı kendi geliştirdiği metodla (30 fitness ve egzersiz hareketi+ kendi teknikleri- nefes& denge) oradakileri de eğitmiş. 1918 yılındaki grip salgınında İngiltere’ de pek çok kişi hayatını kaybederken, kampta yaşayanların bundan hiç etkilenmemesi üzerine Pilates ve tekniği ün kazanmış. J. Pilates savaştan sonra Almanya’ da metodunu geliştirmeye devam etmiş ve bu metodu şehir polislerine öğretmiş. 1926′ da A.B.D’ ye göç etmiş ve New York’ da halen faaliyetlerine devam eden stüdyosunu açmış. Pilates metodu özellikle Graham ve Balanchine dansçıları arasında yaygınlaşmış. ( fotoğrafta gördüğün dans ayakkabılarının anlamı da bu;) ) . Çok ağır programları olan boksörleri, New York bale öğrencilerini de bu stüdyoda çalıştırmış.

J. Pilates, 1967 yılında vefat ettiğinde; arkasında kendi yarattığı 500′ den fazla pilates hareketiyle, binlerce duruş bozukluğundan kurtulup forma girmiş, sağlığına kavuşmuş insan bıraktı… Eminim çok dua alıyordur. Ruhu şad olsun!
Bence, egzersizlere başını sağa sola çevirerek başla! Bunu, sana her yiyecek ikram edildiğinde 3 kez tekrarla :) Tüm başarılı değişimler içeriden dışarıya doğrudur. Beslenmene dikkat ederek ve spor yaparak sen de hastalıklardan korunabilirsin.
Benim de yıllardır öğrencisi olduğum ve Türkiye’ nin en tatlı, en içten, en bilgili ve sürekli yeni bilgilerin ve eğitimlerin peşinde olan pilates ve yoga eğitmeni sevgili Anna ile tanıştırayım seni. Spora çok önem veren biri olarak, özellikle pilates gibi spor dalının eğitimini de en iyi kişiden almanın önemine inanıyorum. İyi ki Anna’ yı tanımışım ve bu işin doğrusunu ondan öğrenmişim. Sen de öğrenmek istiyor ve neler konuştuğumuzu merak ediyorsan hoş geldin sohbetimize. Umarım okuduktan sonra birçok kişi bu sporun önemini daha iyi anlamış olur…

23 yaşındayken kendimi “hangi egzersizleri uygularsam, tam olarak sağlıklı olabilirim? ” diye sorguladım. Düşününce;
Yoga-zihin sağlığı,
Pilates – beden sağlığı,
Koşu- kardiovasküler sistemin sağlığı için çok faydalı olduğunu keşfettim, kendimle anlaşıp, hayatımın sonuna kadar bu sporları yaparak yaşamaya karar verdim. Böylece: zihin, ruh ve beden hormonik hali sağlamak.

15 yıldır bu kararımı bozmadım ve inşallah kendime verdiğim sözü hep tutacağım çünkü verdiğim karar, bu tecrübeden sonra emin olarak söyleyebilirim ki doğru bir karardır. Hayat gerçekten anlamlı ve dolu oluyor bu şekilde.

Ticareti bırakmak istediğimde, benim için en anlamlı konu olan sağlıkla ve sporla ilgili bir merkez açmaya karar verdim. İnsanlara fayda sağlamak ve sporun hayatta ne kadar önemli olduğunu anlatmak oldukça önemli benim için.

Genelde sabah 4:00-5:00 ‘te kalkıp, 1-1.5 saat yoga (Güneşe selam serisi, 12 ana duruş ve baş üstü duruşu) yapıyorum, 1-2 saat yürüyüş, 30 dk. pilates sonrası saat 9:00′ da is başı yapıyorum. Gün içinde müsait olursam, 1 saat daha yürüyüş ve stüdyoda pilates yaparak kişisel programımı tamamlıyorum.

Kısaca; Haftada en az:
70 km yürüyüş,
7 saat yoga egzersizi
7 saat pilates uygulaması… Bu programı her hafta uygulamaya özen gösteriyorum

Hamilelik döneminde pilates oldukça yararlı. Bedendeki ve pelvik bölgesindeki kasları güçlendirmesi ve esnetmesi, buna bağlı olarak beden duruşunun bozulmaması, doğru nefes uygulaması ve kontrol sağlayabilmesi, stresten uzaklaştırmasıyla pilates, doğuma iyi ve sağlıklı bir hazırlık süreci sağlıyor. Böylece pilates, doğum sonrasındaki toparlanma sürecini kısaltıyor ve pelvik taban kaslarının yeniden Tonus ( klinik açıdan, istirahat halindeki kasta pasif hareket sırasında hissedilen gerginlik) kazanmasına yardımcı oluyor.

Beslenme çok geniş bir konu. Kan grubuna, mesleğe, yaşadığı bölgeye, yaşına, sağlığa, alışkanlıklara göre karar verilir beslenme şekline.

Bence sağlıklı kalına bilinmesi için günlük beslenmenin %60′ ı (bitkisel) sebze ve meyve olmalı.
En sağlıklı gıda , Tanrı’ dan sofraya gelen , yani direk güneşten beslenen gıda. Doğal güneş enerji taşır.
Bu gıdalara örnek: meyve, sebze, bakliyat, bitki vs. Böyle beslendiğimizde, bedene doğal enerji geçiyor aynı zamanda sindirim kolay gerçekleşiyor. Sinir sistemi düzenleniyor. Oluyorsa, haftada 3 gün bitkisel beslenip sonraki 3 gün hayvansal gıda tüketmek ve haftada 1 gün detoks olarak sadece tek çeşit meyve ile beslenmek çok etkili…

Mümkünse, detoks olarak en azından 3 ayda bir hafta tamamen bitkisel beslenip, bedeni hafifleştirmek ve iç organları biraz rahatlatmak, dinlendirmek gerekiyor. Porsiyonu 200 gramı geçirmemek şartıyla, en az 15 dakika yavaş çiğneyerek, stressiz bir şekilde yemek ( stresli iken sindirim gerçekleşmiyor ) ve gün içinde en az 2,5 saat ara vererek beslenmek çok sağlıklı, en geç 19.00 ‘ da son yemeği bitirmek de… Tabi mutlaka 1,5-2 litre de su tüketmek ve bitki çayları içmek gerekiyor.

BİR “OK” ÇEKSEM KARŞIKİ DAĞLAR YIKILIR :)

Hangi özlem dolu yüreğin hangi dağlara bakarak feryadıdır bu türkü bilinmez ama ben derim ki sen o türküdeki gibi of çekme gel ok’ u çek… Hayat bir şeylere üzülecek kadar uzun değil, zaman da hayatın hiperaktif kardeşi, yerinde durmuyor, koşuyor… Streslerini, üzüntülerini, içinde kalan her şeyi bir okla fırlat gitsin, mutluluk olsun hedefin de…
Denedim, gördüm, dinledim ve içimde yatan bir okçu varmış onu keşfettim. Kendimde yeni bir şey keşfettim diyorum şaka değil;) İnanılmaz bir tarih yatıyor okçuluğun kökeninde, dinledikçe tüylerin ürperiyor o derece. Hatta dinlerken o kadar heyecanlandım ki bunları biran önce yazıya döküp seninle paylaşmak istedim.

Öğrendiklerim çok değerli bilgilerdi. Mesela, ilk atışımda kepaze (okçuluğun tarihinde ok atmayı beceremeyenlere, acemilere özel bir sıfat :) ) olmadım. Başta söylediğim gibi sanki yıllardır okçuluk eğitimi alırmışım gibi tak diye hedefe bıraktım oku. Etrafımdakiler kadar şaşırdım sonra anladım ki bu iş karakter işi, “ne alaka şimdi” dediğini duyar gibiyim:) Bağımlı sevgi yaşayan ve sevdikleri insanları öyle kolayca bırakamayan insanlar atamazmış ilk defasında oku. Gerdikten sonra duraksar ve oku fırlatamazmış. Bense tak diye fırlattım çünkü mutluluk dışında bir bağımlılığım yok! Hani Ajda’ nın bir şarkısındaki gibi ” senin yerinde olsam, ufak ufak uzarım durmam, bir dakika bile katlanmam, pılımı pırtımı toplar giderim ” :))) Birisi üzüyor mu, yoruyor mu? Ok hızında yolla gitsin, güven bana tecrübeyle sabit mutluluğum :) Bırak huzur verenler kalsın hayatında.

Oku hedefe götüren, onun hedefe gideceğine olan inançtır!
Stresten kurtul, hedefe odaklan ve başladığın işi bitirmeyi öğren!

Okuyacakların spor, tarih, maneviyat kısacası insani olan her şeyi içeriyor. Yani okçuluk zannettiğinden de öte bir değer taşıyan çok asil bir spor.

Çok eski zamanlara dayanan okçuluk yaş, cinsiyet, kilo, boy sınırlaması olmadan ailece yapılabilecek olimpik bir spordur. İlk insanın ok kullandığını kanıtlar nitelikte mağara resimleri ve arkeolojik kazılarda çıkan ok uçları tarihe ışık tutar. Evrensel bir ata sporu olan okçulukta coğrafi alan ve teknolojiye göre malzemeler farklılık göstermektedir.

Göçebe hayatın gerekliliği olan okçuluk Orta Asya’daki Türklerin en önemli silahı olmuş ve yerleşik hayatla birlikte Göktürk Alfabesinde ok ve yayı harf olarak kullanmalarıyla günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir.

Tarihte Türkleri Okçulukta en parlak dönemine taşıyan Osmanlılarda ise okçu olmak herkese nasip olmamıştır. Bunun için önce “kepaze olmak” ve sonrasında “çile çekmek” gerekiyordu. Osmanlıdan günümüze kalan nişan taşları – dikili taşlar hala tarihimizi canlı tutar. Avlanmayla başlayan serüven savaş silahından sonra günümüzde yerini spora bırakmıştır. Günümüzde geleneksel yaya bağlı kalınarak yapılan klasik yay ve makaralı yay klasmanları ile yarışmalar yapılmaktadır. Şu an Türkiye, gençler ve yıldızlar kategorilerinde Dünyada ilk 3′ tedir.
Okçuluk profesyonel bir spor olarak yapılabileceği gibi Koordinasyonu, Konsantrasyonu ve Kondisyonu geliştirebileceğiniz, hobi olarak yapabileceğiniz ve sizi içsel kontrole sürükleyen bir serüvene de davet ediyor.

İçerisi nasılsa dışarısı da öyledir. Biz aslında bir bütünün parçalarıyız. Hepimiz Bir’iz. Kendinden bilmek, kendi deneyimlerinden yola çıkmak, empati geliştirmek ve korkunun, kaygının, endişenin yerine hepsinden çok daha güçlü olan sevgiyi koymak sanırım çok daha rahat ve yüksüz devam etmemizi sağlıyor. Karşıda ne görüyorsak ve bunu dillendiriyorsak bu bizim de bildiğimiz, tanıdığımız bir şey olmalı değil mi? Çuvaldızı kendime iğneyi diğerine batırmak diyelim kısaca.

Hayat deneyimimin bana kazandırdığı bir bilgi bu “ne çok hal var insanda” diye düşünüyorum. Her halimizi kabul edip gözlemlemeliyiz. Bir şeye başlarken her şeyi göze almak gerekir, dolayısıyla “kepaze” olmayı da göze almıştım. Çünkü öğrenmek istiyordum. Öncelikle bedenime iyi geliyor. Öğrendikçe de ruhumu besleyen bir hobiye dönüştü. Bir bütün olmak hatta tamam olmak için yapsınlar. Beden sağlığı olmalı ki sağlıklı bir ruh ve ışık saçan bireylerle çevrelensin dünyamız.
Yay ve ok ile tanıştınız. İhtiyacınız olan dikkat, konsantrasyon, hedefe odaklanma ve beden sağlığını koruma ve güçlendirme konusunda başarılı oldunuz. Şimdi siz ve odaklandığınız hedef göz gözesiniz. Kendinizle baş başa. Rakip sizsiniz. Tek başına başaracak ve tek başına kutlayacaksınız. Okun hedefe gideceğine olan inancınız tam. İçinizde durdurulması imkânsız olan o coşku ve heyecanı dışarıdan birinin hissetmesi imkânsız. Birey olmanın, kendine yatırım yapmanın ve zirveye ulaşmanın doyumsuz keyfini yaşıyorsunuz. “Anlatılmaz yaşanır “ cümlesinin hakkını verecek ve sürekli kendinizi aşacaksınız.

Çocuklar 9 yaşında okçuluğa başlayabilirler. Dikkat gelişimi için çok değerli bir spordur. Planlı, düzenli ve bilimsel çalışmayı öğretir. Birey olarak varlık göstermelerini sağlar. İyi bir kontrol sistemine sahip olan okçuluk; konsantrasyon ve çalışma disiplini açısından oldukça faydalıdır. Fiziksel olarak düzgün duruş alışkanlığı edinen çocuklar, okçuluk sayesinde skolyoz sorunu yaşamazlar. GH- Büyüme Hormonunun düzenli üretilmesine yardımcı olur. Bağışıklık sistemini destekler. Adaptasyon, motivasyon ve başarıya odaklanmalarını sağlar.

Her zaman söylüyorum; vakit çar çur edilecek şımarıklık yapılacak bir şey değil diye. Nefes alıyorsan, sağlıklıysan şükret ve an’ da yaşa. Yapacak çok şeyin varsa ve “vaktim yok” diye yakınıyorsan, odak noktanı kendine çevir derim. Kendine değer ver ilk önce, kendini sev! En az bir hobin olsun ve en az bir spor dalını alışkanlığa dönüştür. Sadece sağlığın için değil, ruhun için de yap bunu.

OK GİBİ GİDEN ZAMAN GERİ GELMEYECEK. KENDİ İÇİNE DÖN, YETENEKLERİNİ, SENİ MUTLU EDEN ŞEYLERİ KEŞFET, KENDİNİ ARA. BULDUĞUNDA GÖRECEKSİN MUTLULUK DA SENİ BULACAK HUZUR DA…

“Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti, iyi insanlar iyi atlara binip gitti” demiş olsa da Necip Fazıl Kısakürek, hala iyi olma şansın var derim ben. Ben senin en derinlerini hissedebilirim. Seni ruhen, fiziken tedavi edebilirim. Hiç düzelmeyecek sandığın acılarına merhem olabilirim.

Ritmik yürüme biçimim, senin bu yürüyüşe sürekli uyum sağlamanı gerektirir. Böylece değişik kas grupların, özellikle de pelvik kasların ve duruş kasların, çalışır. Zamanla, dik durmak senin için eziyetten ziyade alışkanlık haline gelir. Ben hızlandıkça senin farklı kas grupların da (kuadriseps ve diz ardı kirişi gibi) yoğun bir şekilde çalışır.

Koordinasyon, refleks ve motor sinir sistemi gelişimindeki etkim bilimsel olarak kanıtlandığı için bana tüm kalbinle güvenebilirsin… Bu bir egzersiz olsa da, bir eğlence olarak algılanır senin tarafından ve bu nedenle eğlence süren ne kadar uzarsa, egzersize bağlı kas gelişimin de o kadar artar. Düzenli şekilde benimle spor yaparsan, çevrene karşı farkındalığın gelişir, uyanık olur ve acil durumlarla çok daha iyi bir şekilde baş edersin.

Etrafındaki kimsenin seni anlamadığını düşünebilirsin ama bir bakışın bana tüm yaralarını anlatabilir. Bırak seni tedavi edeyim, en iyi arkadaşın ben olayım…” der yazımın başkahramanı AT :)

Hayat insanı yormaz, insanı insanlar yorar. Hayat topraktır! Kuyuyu insanlar kazar… Topraktan geldik ama şehirlerde özümüzü unuttuk. Nefes almayı, yeşili, doğayı terapilere bıraktık…

Bu kahramanları hayatının tam ortasına koyarak ailesiyle birlikte huzurlu bir yaşam alanı oluşturmuş çok renkli başka bir kahramanla tanıştırmak istiyorum seni. Kahraman diyorum çünkü günümüzde çoğumuzun yapmak istediği ama alışkanlıklarının esiri olduğu için bir türlü yapamadığı şeyleri yapmış olan biri kendisi.

Şehrin gürültüsü ve karmaşasından uzaklaşmak, köklerine daha yakın olmak ve çocuklarını doğal ve gerçek bir hayatta yetiştirmek adına eşiyle birlikte cesur kararlar alarak kendi cennetlerini yaratmışlar…

Gelin bu cenneti birlikte ziyaret edelim ve bu güzel aile orada nasıl yaşıyor öğrenelim…

“Bir atın, bir bıçağın varsa her koşulda her yerde yaşayabilirsin” diyen Murat Tekin ile sohbetimize hoş geldin…

Meslek prensibim olan ‘Para hiçbir şey, Fikir her şey’ düşüncesiyle iş yaptığınız zaman beyin çok yoruluyor. Dolayısıyla ciddi yoruldum. Ve 3 dakikada verdiğim bir kararla ve tabi ki eşimin onayı ile Kilyos’a taşındık. Hatta o dönemde kızımız Hare ilkokula başlayacaktı, köy ilkokuluna verdim. Oğlum da kızım da köy ilkokulundan mezun oldular. Kilyos’ ta iki dönüm bahçeli bir evimiz ve bir sürü hayvanımız vardı.

Ve bir gün uzun zamandır istediğim bir at aldım kendime. Arkadaşım ve dostum Hakan’la bahçeye bir günde iki ahır yaptık. Sonra küçük bir at da oğluma aldım. Sonra Hakan’a bir at, üç at, dört at derken… Baktım bu iki dönüm yerde olmuyor. Sonra Hakan’ın 12 dönüm arazisini kiraladım. Bir buçuk iki sene içerisinde 25 atlı bir tesis oldu. Baya bir tesis oldu yani:) Yani bir nevi ikinci bir hayat ama amacımız hiçbir zaman para kazanmak değil, sadece o döngüyü sağlayabilmek. Onu da gayet güzel keyifle yapıyorduk. Bir gün bir telefon… Burada (Çanakkale’de) büyük abim vardı benim 49 yaşında (Faruk Tekin). Kalp krizinden bir anda vefat etti. Hatta kızımın doğum günüydü 13 Ocak 2013’ de. Ondan üç sene önce de babam ölmüştü kalpten…

Kendime bir hedef çizdim. Hatta Google Earth’den çizdim. Oklar koydum 15 km. merkeze. Çok yer aradım. Yaklaşık bir ay gezmediğim yer kalmadı. Sonra aklıma vefat eden abimin üç sene önce, karlı bir günde, beni arazi aracıyla götürdüğü köy aklıma geldi. Bu köy sizin de dediğiniz gibi, çok da bilinmeyen bir köy. Radar tepesi denir buraya, güzel bir manzarası vardır. Radardan sonra kimse geçmez. Herkes bu tepeye belli bir yere kadar gelir ve belli bir yerden geri dönerler. İlk başta, yer bulamamıştım. Evde oturuyordum bir gün ve az önce bahsettiğim gibi üç sene öncesi aklıma geldi. Evde dayım da var o anda. ‘Ya’ dedim ‘Dayı şurada ilerde bir köy vardı, askeriyenin orda ama yolunu bulabilir miyiz?’
“Gel bakalım gidelim” dedi.

Geldik, baktım işte ‘Selamın Aleyküm’, ‘Aleyküm selam’. Zaten üç hane var, toplam dokuz kişiler. Yaş ortalaması 70-80. Ben dedim ‘Yer arıyorum’. Baktığımız yerler hisseli tapu olduğu, bir sürü karışanı olduğu ve bir de terk edilen bir köy olduğu için bir ay geldim gittim buraya. Her gün gide gele, en son işte burası oldu. Tek tapuydu çünkü. Tamam dedim. Hemen yolunu, elektriğini, suyunu, çadırını kurdum. Tırları (tırları diyorum çünkü iki büyük tır, dört kamyon; bir de at kamyonu vardı, atları özel taşımak için…) ayarladık. Baya yoğun bir lojistik çalışma oldu ve bir haftalık bir taşınma süreci oldu.

Ödeme bir şekilde hallediliyor tabi ki bir karşılığı var. Ama karşılığı hiçbir zaman şu değil: “büyük bir ticari gelir”. Böyle bir beklentimiz yok. Binicilik eğitimi ya da diğer hizmetler karşılığında talep ettiğim ücret ise tamamen bu çarkı, bu döngüyü devam ettirmek için…

Temel binicilik eğitiminde neler yapıldığına gelince; 10-15 dakikalık turlar için bir eğitim gerekmiyor. Çünkü seyis eşliğinde yapılıyor. Binici olmak için 10 temel eğitim dersimiz var. Birer saatten oluşan 10 dersi almak zorunda binicilik eğitimi alan kişiler. Temel binicilik eğitimi sonunda tabi ki yaş gurupları önemli ama Binici atıyla dörtnala koşar hale geliyor.
Ve daha sonra orman ve arazide serbest biniş yapabiliyorlar.

Burada olmamızın esas amaçlarından biri de, ata binerken orman turu yaptırabilmek ve orman yollarını kullanabilmek. Yoksa manej içinde burada ata binmek değil. İlk geldiğimiz zaman benim ilk işim ata binip mekânı, ormanı, yolları, şurayı burayı keşfetmek oldu. Buradan Bayramiç’ e, Çan’a, Biga’ya kadar gidebilirsiniz hem de hiçbir yola çıkmadan. Dolayısıyla güzel bir konumdayız. Eğitim verdimiz arkadaşlar ile ormana tura gidiyoruz.

Birçok örneğimiz var burada. Bunlardan biri küçük bir çocuktu ve hiç konuşamıyordu. Buraya gele gide, ata dokunarak, binerek, onunla sessizce iletişim kurarak birdenbire konuşmaya başlamıştı. O anı, annesiyle babasının şaşkınlıklarını ve mutluluk çığlıklarını hayatım boyunca unutamam… Bunun dışında Çanakkale’de bulunan engelliler okulu ile özel organizasyonlar düzenliyor ve çocukları karşılıksız sevgileri ve iletişimleri olan hayvanlarla ve özellikle atlarla bir araya getiriyoruz. Diğer okullar da gruplar halinde sık sık ziyaretimize geliyor.

Binicilik, karakteri, özgüveni, mücadele gücünü geliştiren bir spor dalıdır.

Atlar büyük ölçüde bakım ve ihtimama gereksinim duyarlar. Bir süre sonra biniciler atlarına yürekten bağlanırlar. Onlara karşı ilgileri artarken bakımını da yapmayı öğrenirler. Önce atın ihtiyaçlarını karşılamayı öğrenirler.

Temelde amaç binicilik disiplinini öğretmek olsa da terapatik etki kendiliğinden gelmekte. Bir atın yürüyüşünün çok boyutlu salınma ritmi kişinin leğen kuşağı kemiklerine normal insan yürüyüşünün iki katı kadar etki etmekte. Binicinin at yardımıyla oluşan hareketi sinir sistemi ve beyin dâhil olmak üzere tüm vücuda uyarılar gönderiyor. Bunlara eklem hareketinin algılanması denge hissi dokunma ve görme duyusu da dâhil.

Ayrıca atın vücut ısısı insanlardan fazladır bu sayede kişi doğal olarak sıcaklık hisseder. Bu sıcaklık solunum sisteminin çalışmasını artırdığı gibi bağırsaklarda itme hareketini uyararak bu organlardaki sorunlara yardımcı olur. Omurga ve kalça eklem hareketliliğini artırır. Baş ve gövde kontrolünü artırarak postürü (vücut düzgünlüğünü) geliştirir. Kas kuvvetini geliştirir. Eklem hareketliliğini, el becerilerini, konuşma becerisini geliştirir. Metabolizmayı uyarır. Kas sertliklerini ve kısalıklarını azaltırken anormal refleksleri önler.

Ata binmenin insanlar üzerindeki pozitif duyusal etkileri inkâr edilemez. Bu etkiler çocuklar üzerinde daha fazladır. Çocuk at üzerinde komut vermeye çalışırken konuşma gelişimi desteklenmiş olur. Bu nedenle konuşma problemi çocuklarda, çocuk ata komut vererek veya atla konuşarak konuşma olgusu oluşturulabilir ve iletişim kurmayı başarır.

Sonuç olarak hipoterapi, hem fiziksel, hem sosyal, hem de psikolojik gelişimi doğal ortamlarda, doğal bir şekilde ve keyifli bir şekilde oluşturan eşsiz bir programdır.

ATIN İKİ KULAĞI ARASINDAN ESEN RÜZGAR CENNETTEN GELEN RÜZGARDIR

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Eğitim Kişisel Gelişim
  • Kitap AdıPınar'la Hayatın Renkleri
  • Sayfa Sayısı280
  • YazarPınar Tok
  • ISBN9786051215396
  • Boyutlar, Kapak13 x 19 cm, Karton Kapak
  • YayıneviELİPS KİTAP / 2019

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur