Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Riko, Oskar ve Gökteki Cennet
Riko, Oskar ve Gökteki Cennet

Riko, Oskar ve Gökteki Cennet

Andreas Steinhöfel

Gerçek dostluk engel tanımaz! Alman çocuk ve gençlik edebiyatının yıldız kalemlerinden Andreas Steinhöfel’in otuzdan fazla dile çevrilen “Riko ve Oskar” serisi, uzun süredir merakla…

Gerçek dostluk engel tanımaz!

Alman çocuk ve gençlik edebiyatının yıldız kalemlerinden Andreas Steinhöfel’in otuzdan fazla dile çevrilen “Riko ve Oskar” serisi, uzun süredir merakla beklenen dördüncü kitabı Riko, Oskar ve Gökteki Cennet ile yine doludizgin bir serüvenin fitilini ateşliyor.

Farklılıkların zenginliğine yaptığı vurgu ve macera dozunu hiç düşürmeyen eğlenceli üslubuyla, hemen her yaştan okurun ilgisini çekmeyi başaran serinin bu en son halkasında, derin yetenekli kahramanımız Riko ile can dostu Oskar’ın sınır tanımaz arkadaşlıkları, gökleri bile aşarak, bambaşka bir boyuta taşınıyor.

Yardımlaşmanın ve dayanışmanın önemine değinirken, gerçek dostluğu mutlak bir dürüstlüğe dayandıran bu içtenlikli roman, tamamı tek bir kış gününde geçmesine rağmen, çok katmanlı, yaratıcı kurgusuyla film tadında bir okuma vadediyor.

Berlin, tam da yılbaşı arifesinde, sanki binlerce melek etrafa süt döküyormuşçasına karlarla kaplanıyor. Riko, yeni doğacak kardeşinin heyecanıyla yanıp tutuşurken, kafasının içindeki toplar olanca hızıyla dönmeye devam ediyor. Oskar, Riko’nun Türk asıllı yeni arkadaşı Nuri ve onun etrafındaki “derin yetenekli” diğer çocuklarla tanıştığına önceleri mutlu olsa da, ortadan kaybolan kar küresi yüzünden bir süre sonra içini garip bir huzursuzluk kaplıyor. Ve apartmandaki doğum süreci çığırından çıkınca, bebek sesleriyle gelen yeni yıl ruhu, iki kafadarın içinde yatan gizli kahramanları bir bir açığa çıkarıyor!..

Yarattığı edebiyat evreninde, her fırsatta ötekileştirilmiş, dışlanmış karakterlere hayat vermesiyle tanınan Steinhöfel’in yüz binlerce kitapseveri etkisi altına alan “Riko ve Oskar” serisi, sürükleyici hikâyesinin yanı sıra, önemli toplumsal konulara da değinerek çocukların yaşadıkları çağın gerekliliklerine uyum sağlamalarına önayak oluyor.

Peter Schössow’un incelikli resimleriyle renk kattığı Riko, Oskar ve Gökteki Cennet, her satırı duyarlılıkla örülü metninin satır aralarında, önyargılı yaklaşmanın zararlarını, uzatılan yardım elinin faydalarını ve gerçek dostluğun engel tanımadığının altını çiziyor.

“İnsan bir şeyi severse, her gün çabucak ona geri dönmek ister…”

“Bu öyküde çok güzel bir mesaj daha var. Bazen tek umudunuz sizi seven, sizi sevdiği için pes etmeyecek olan o tek kişidir. Böyle tek kişisi olanlar ister üstün zekalı ister yavaş zekalı olsunlar, çok ama çok şanslı kişilerdir.”

Beşinci kattaki, yani çatı katındaki dairemizin koca penceresinden muhteşem bir Kreuzberg manzarası görülür normalde. Evimizin, diğer tarafları da gören bir sürü başka penceresi de var tabii; döner merdivenin çıktığı şu teras bahçesine bakan gibi. Ama binlerce çatıyı önüne seren manzarasıyla Kreuzberg penceresi, içlerinde en iyisi. Noel, diye düşündüm, bu akşam Noel! Hediyeler, hediyeler, hediyeler! Epey bir süre daha burada durdum ama Kreuzberg çatılarından neredeyse eser yoktu. Saat ona geliyordu, dışarının artık çoktan aydınlanmış olması gerekirdi. Ancak sımsıcak eve düşen, kışa dair bir alacakaranlıktı sadece. Bunun sebebi kardı. Neredeyse bir haftadır, ara vermeksizin, gece gündüz yağıyordu. Caddeler karla kaplıydı ve Berlin’in üzerindeki hava öyle beyazdı ki sanki binlerce melek etrafa süt döküyordu. Ya da gökyüzünün tamamı, içinde milyarlarca top olan devasa bir bingo silindiriydi. Ya da masal ülkesindeki Bayan Holle’nin, içi kar tanelerine dönüşen tüylerle dolu yatağı patlamış gibiydi. Ya da… şey gibiydi… Her neyse, sonuç olarak gözlerimi ondan alamıyordum işte. Camın ardındaki beyaz girdap, kuvvetli bir hipnoz yaratıyordu.

HİPNOZ: Bir şeyin ya da birinin, sana isteğin dışında
bir şey yaptırması. Bu durumda senden isteneni yapmak zorunda kalırsın ve karşı çıkamazsın. Örneğin,
bir çikolata parçasına bakarsın ve o da seni, kendisini derhâl yemeye zorlar. Tabii bu aslında o çikolata
parçasının şapşallığı. Çünkü bir kere onu yedikten
sonra üzerinde hiçbir etkisi kalmaz. Hem, onu zaten
kendi isteğinle de mideye indirebilirsin.

Tekrar kendime gelişimin sebebi açlıktı kesin. Annem eskiden, kahvaltıyla öğle yemeği arasında bana hiç değilse yoğurt verirdi. Ya da içinde ilave sebze de bulunan, ince doğranmış meyveli, herhangi bir müsli. Sağlıklı olsun diye. Ne yazık ki, beslenme durumumun, annem gece kulübünde çalışırken çok daha iyi olduğunu söylemem gerekiyor. Ayrıca henüz hamile değilken. Bu aralar ne zaman küçücük bir çikolata parçacığı için yalvarmak zorunda kalsam söylenmeye başlıyor: Etrafta koşturup yuvarlanan zaten bir dolu aşırı şişman çocuk varmış da, kendi oğlunun da onlardan biri olmasına gerek yokmuş da… Bir de, derin yeteneğimden dolayı, kaldırımdan aşağı doğruca bir kamyonetin altına, ya kamyonun ya da benim aşırı hızım yüzünden yuvarlanabilirmişim de… Sonra da çikolataya baybayovski tabii! Ben de kendimi önünde yere atıp, sanki şekerim düşmüş de kriz geçiriyormuşum gibi yapıyordum. Böyle bir şey gerçekten var. Vücut birden enerjisiz kalınca insan hareket edemez hâle gelir ve hatta çikolata ya da şekerli şeyler dışında bir şey düşünemez olur. Annem beni on beş dakika boyunca, öylece yerde bırakıyordu. Sonra daha da adileşip, ancak nefesim tamamen kesilmeden önce bana istediğimi veriyordu nihayet. Tüm bunlar sadece bir parçacık çikolata için!

Saate baktım. Oskar’la on buçukta alışveriş yapmak için sözleşmiştik, çok zaman kalmamıştı. Hermann Meydanı’nın oradaki Karstadt alışveriş merkezine gitmek istiyorduk ve fırsatını bulursak da et reyonundaki Bayan Dahling’i ziyaret edecektik. Yemek işini, diye düşündüm, o zamana iteleyebilirim. Bayan Dahling, kendisini ziyaret edenlere her zaman ufak, sosisli bir şeyler verir. Zaten son zamanlarda da buzdolabımızda durmadan bir eksilme söz konusu. Hamileler, ara sıra bir şeyler atıştırmaktan hoşlanır; gerçi annemin iddia ettiğine göre ben, kendisiyle bebeğin toplamından daha çok tıkınıyormuşum. Örneğin dünden önceki gün, arpacık soğanı turşuları gitmiş. Bir kere, arpacık soğanına falan dokunmadım ben, ayrıca insan kendi kendine, Arpacık soğanı da neyin nesi? diye soruyor. Diğer hamileler salatalık turşusu yiyor! Ama daha önemlisi, Karstadt’tan bebek kardeşim için bir şeyler almak istiyordum. Bu bir sırdı ve anneme sürpriz olacaktı; ayrıca bebek hâlâ karnındayken işe yarayacaktı. Dışarı çıktığında hediyeyi yeniden kullanabilmesi için yıllar geçmesi gerekecekti. Oskar da Karstadt’tan bir şeyler almak niyetindeydi, Lars için yani.

Ayrıca Lars’ın en yakın arkadaşı şişman Otto’ya da ufak bir şey. Otto bugün öğlene doğru, en yeni kız arkadaşıyla uğrayacaktı, o yüzden Oskar’la birlikte o zamana kadar alışverişten dönmek istiyorduk. Bu kız arkadaşla ilgili biraz heyecanlıydım, çünkü şimdiye kadar tek bildiğim, adıydı. Kızın ismi Anna’ydı. İkisinin de isimlerinin hem düzden hem de tersten aynı şekilde okunması fena hâlde komiğime gidiyordu. Bir de, bu Anna’nın da tıpkı Otto gibi şişman olduğunu hayal ediyordum… Ki bu, bir hayli şişman olması anlamına geliyordu. Otto’nun çocukken bir kamyonetin altına yuvarlanıp ezilmemiş olması mucizeydi. Porsche, arkamdaki düşünme koltuğuna kıvrılmış uyuyordu. Ama yanından usul usul geçmeye niyetlendiğimi anlayınca gözlerini hemen açıverdi, koltuktan sıçrayıp karşıma geçerek kuyruğunu heyecanla sallamaya başladı. “Yürüyüşe sonra çıkacağız,” dedim.

“Önce Oskar’la Karstadt’a gitmeliyim ve sen de oraya giremiyorsun, biliyorsun.” Porsche kulaklarını yatırdı ve hüzünle sızlandı. Bütün gün dışarıda olmak, en sevdiği şey. Kara hele bayılıyor. Karın altında, bir köstebek gibi eşeleniyor. Kulağının arkasını kaşıdım. Öyle çok da etkilenmemiştim. Bir şey kafasına yatmazsa Porsche hemen havlar, dehşet veren bir sesle inler. Ve bu gerçekten sinir bozucu olabilir. Örneğin, bir dükkânın önünde beş dakikadan fazla yalnız bırakılırsa tam anlamıyla olay çıkarır. Siz dışarı çıkana kadar da kesin aptal adamın ya da kadının biri gelir, güya terk edilmiş olan o zavallı hayvanın yanında biter ve nasıl köpek bakılacağına ve hayvanlara yapılan zulme dair nutuk atar. “Dışarı akşamüstü çıkarız,” diye söz verdim. Kahvaltıdan önce de dışarıdaydık zaten, o yüzden sızlanması uyarı sayılmazdı. “İnlemenin bir faydası yok! Ya da yukarı, terasa mı çıkmak istersin?” Gerçek bir soru değildi bu. Teras çoktan karla kaplanmıştı. Sadece karların üzerindeki ufacık bir patika açıktı. Kuş evimize giden bu yolu her sabah yeniden açıyordum, çünkü minik kuşları yemlemem gerekiyordu. Gerçi yemler orada, dokunulmamış hâlde duruyordu.

Belli ki şu cıvıltıcılar da karda benim gibi yollarını bulamıyordu… Bu havada orada, yukarıda dolaşırken, insanın şansı azıcık yaver gitmese, korkulukların üstünden devrilip düşer ve düşer ve düşerdi. Bunun da tek güzel yanı, bu soğukta insanın çarpmayı hissetmemesi olurdu herhâlde… Ne de olsa aşağı düşene kadar çoktan donardık! Porsche, kibirli bir HAV’la birlikte arkasını döndü ve bana bir kere bile bakmadan koltuğa yerleşti. Yan odaya koştum ve oradan, alt kattaki, akvaryuma giden merdivenleri indim. Akvaryumu, annemle daha yeni evlendikleri sırada Bühl yapmıştı. Onunkiyle bizim ev üst üsteydi, dördüncü ve beşinci katta. Bühl’ün odasının tavanından, ki burası aynı zamanda bizim evin zeminiydi, şöyle sağlam bir parça çıkarıldı ve… bam! İşte, geçit hazırdı. Sonra da araya koyu kahve ahşaptan şık bir merdiven yapıldı ve şimdi her iki evi de kullanabiliyoruz, hem de her seferinde apartmanın içini dolanmak zorunda kalmadan. Bühl’ün odasının tavanı boydan boya su, balık ve de yosunlarla boyalı olduğu için, merdivenin geçtiği yere “akvaryum” diyorum ben. Bu şekilde kulağa özel bir yermiş gibi geldiği için bu adı verdim biraz da. Kessler’lerin de çok uzun zamandır böyle bir geçitleri var, birinci ve ikinci kattaki evlerinin arasında.

Ama onlarınki acayip sıkıcı. Ne su var, ne de bir deniz hayvanı ya da yeşillik. Annem, Bühl’ün salonundaki masada oturmuş hediye paketliyordu. Bahar aylarında harika bir kamuflaj çadırı olarak kullanabilecek, çiçekli, genişçe bir bluz giymişti. Bluzu ona İrina dikmişti; şu anki durumundan ötürü diktiği başka bir sürü sevimli, kocaman kıyafetle birlikte. Odanın her yerinde mumlar ve küçük ışıklar yanıyordu, bu son derece rahatlatıcıydı. Masanın üstünde, annemin önünde, bir tabak dolusu dilimlenmiş meyve ve küçük bir fındık kâsesi duruyordu.

Annem masayı, yanından daha kolay geçebilmek için koltuktan bir parça öteye itmişti. Bebeğin gelişi için ocak ayının başı denmişti ve bu zaman yaklaşıyordu. Annem bir sutopu yutmuş gibi görünüyordu. Bunun iyi bir yanı da vardı tabii. Annem beşinci kata haftalardır neredeyse hiç çıkamaz olmuştu, uyumak için bile; o yüzden Bühl’le kalmayı tercih ediyordu. Böylece o koca göbeğiyle zorlu merdiven tırmanışından kurtulmuştu. Yani, sutopu dünyaya gelene kadar bizim çatı katı tamamen bana kalmıştı. Televizyon bile. Hatta, annemin gece vakti yukarı süzülüp savunmasız soğan turşularını mideye indiresi tutar diye bana ya da Bühl’e sürekli doldurttuğu buzdolabı bile.

“Baksana, ne diyorsun bunlara?” Sallanıp duran bir şeyleri havaya kaldırdı annem; her zamanki gibi sevimliydi, karnındaki sutopunu saymazsak bir gram bile şişmanlamıştı. Şimdi de sanki yüzyılın hediyesini bulmuş gibi gözleri parıldıyordu. Ama belki bulmuştu da? Alnımı kırıştırdım. “Bu ne?” “Pantolon askısı.” “Mommsen’e mi?” Mommsen bazen pantolon askısı takardı. Takmayı unuttuğu zamanlarda, arka avlunun orada çöpleri almak için eğildiğinde popo çatalını görebilirdiniz. Bu hiç de güzel bir manzara sayılmazdı.

Bayan Dahling bir keresinde Mommsen’e, onu bir daha böyle bulursa bir avrosunu keseceğini söylemişti. Annem başını iki yana salladı. “Simon’a.” “Bühl’e pantolon askısı mı lazım? Ne zamandan beri?” Aslında Bühl artık benim babam, ama ben ona yine de “Bühl” diyorum. Doğrudan kendisiyle konuştuğum zamanlar dışında tabii. (O zaman ona, tıpkı annem gibi “Simon” diyorum.) Ve bir de, ona kızgın olduğum zamanlar dışında. (O zaman da ona “annemin evlendiği şu herif” diyorum.) “Tabii ki lazım değil,” dedi annem. “Sadece… eğlenceli gözüktüklerini düşündüm. Baksana.” İyice baktım ve aniden midemde bir şeyler epey derinlere gitti. Lastikli-sıkıştırılabilir-taşıma-şeylerinin önünde ve arkasında minik şekiller vardı: sıra sıra kelepçeler ve küçük silahlar. Yılbaşında ben de buna benzer bir şey istiyordum, istek listemin en tepesindeydi: içi polis malzemeleriyle dolu bir çanta. İçinde kelepçeler vardı, silah vardı, el feneri vardı… buna benzer şeyler. Hepsi plastikti tabii. Gerçi Bühl işyerinden bana bunların gerçeğini de getirebilirdi ama inat edip getirmedi. Nankörlük etmek istemesem de bu iş tepemin tasını biraz attırdı. Nihayet bir baban oluyor, üstelik de polis; ama o da birden, cimrinin teki çıkıyor! İşte ona hâlâ baba diye değil de soyadıyla seslenmem de tam olarak bundan kaynaklanıyor!

Hem böylece, olur da annem günün birinde Bühl’ü tedavülden kaldırmak zorunda kalırsa, veda etmem biraz daha kolay olur. Polisiye çantasının yanı sıra ufak bir dedektif teçhizatı da istiyordum; parmak izlerini okuyabilmek ve birileri bir yerini kestiğinde yere damlayan kan örneklerini kazıyabilmek için. Fakat, annem benim dileklerimin yarısını Bühl’e pantolon askısı olarak veriyorsa, o minik çantanın içinde bana uygun bir şey yok demekti. Off, off, off! Aslında avaz avaz ağlamak isterdim… Ama bu, hamilelikten beri eskisi kadar kolay değil. Annem birkaç aydır her şeye ağlar oldu. Bir kutu sütü bile, kimbilir hangi buzağının sütünü içiyoruz diye düşünüp gözyaşlarını koyuvermeden açamıyoruz. Hem de ne ağlamak! Niagara Şelalesi halt etmiş! Bebek için de iyi değil bu, çünkü gözyaşında tuz vardır ve hüngür hüngür ağlarken tuz vücuttan dışarı atılır. Annem ağlayıp dururken bebek birden tuzsuz kalıyor yani!

Vücudu tuz olmadan işlevini doğru düzgün yerine getiremeyebilir. Ya bebek dünyaya bir organı olmadan gelirse? Örneğin bir parmağı, kulağı, bir ayak parmağı ve hatta bütün bir ayağı olmadan? Ve bunun kabahatlisi de yine, sırf birkaç tane yılbaşı hediyesinden dolayı kendimi kaybettim diye ben olurum! Gerçi, bir kulağı eksik bir çocuğu, tıpkı bir kulağı fazla bir çocuk kadar sevmeyeceğimden değil tabii…

Neyse. O yüzden, ağlamak yok. En iyisi ortamı terk edip sakinleşmek. “Oskar’la Karstadt’a gidiyorum,” dedim. “Bir şeye ihtiyacın var mı?” “Hayır, sağ ol. Simon her şeyi getirecek, yılbaşı ağacını da. Hatta arayıp…” Kendimi frenlemiş olmayı isterdim ama artık bu kadarı da fazlaydı! Önce pantolon askısıyla gelen hayal kırıklığı, şimdi de bu! “Ağacı birlikte alacaktık!” diye haykırdım. “Evet de… Simon yapı markette indirime rastlamış. Hem zaten, bir daha çıkmak zorunda kalacaktınız ve bu öğleden sonra için kuvvetli fırtına uyarısı yaptılar. O zaman da muhtemelen bütün marketler ve dükkânlar kapanmış olacağından eliniz boş gelecektiniz.” Annem bana şu ünlü “anne bakışı”yla baktı; bir yanı birazdan hüzne boğulacak gibiydi. Benim için değil tabii, bizim yüzümüzden yitirecek olduğumuz yılbaşı ağacı için! Diğer yanı ise sanki birden ayağa fırlayıp bana yiyecek bir şeyler hazırlamak ya da benimle annece bir şeyler yapmak istiyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sıkı Arkadaşlar ve Spagetti Canavarı ~ Andreas SteinhöfelSıkı Arkadaşlar ve Spagetti Canavarı

    Sıkı Arkadaşlar ve Spagetti Canavarı

    Andreas Steinhöfel

    Andreas yedi, Dirk altı yaşında iki kardeşler. Yaşadıkları her anın tadını çıkarmayı bilen afacan kahramanlarımız girdikleri her ortamı birbirine katma konusunda bir hayli becerikliler....

  2. Çat Kapı ~ Andreas SteinhöfelÇat Kapı

    Çat Kapı

    Andreas Steinhöfel

    “Burada herkesin Schröder’lerden korkmasının nedenini biliyor musun? Onlar bize, bakarsak korkudan öleceğimiz için hiç bakmadığımız bir aynayı tutuyorlar.” Kendi halinde insanların “sıradan” bir yaşam...

  3. Dünyamın Merkezi ~ Andreas SteinhöfelDünyamın Merkezi

    Dünyamın Merkezi

    Andreas Steinhöfel

    Hikâyelerin başladığı ve bittiği yerde, dünyamın merkezindeyim! Ödüllü eserlerinden tanıdığımız Andreas Steinhöfel’in kaleminden çıkan Dünyamın Merkezi, bir delikanlının yetişkin ve olgun bir bireye dönüşme sürecini ele...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Sonunda 12 Yaş ~ Wendy MassSonunda 12 Yaş

    Sonunda 12 Yaş

    Wendy Mass

    Büyümek dedikleri bu ol(ma)sa gerek! 11 Yaş Günü kitabıyla tanıdığımız Wendy Mass, Sonunda 12 Yaş’ta, yine Willow Falls kasabasında geçen ama tamamen farklı karakterlerle ilerleyen, eğlenceli, matrak,...

  2. Ferrari’sini Satan Bilge ~ Robin SharmaFerrari’sini Satan Bilge

    Ferrari’sini Satan Bilge

    Robin Sharma

    On yıl önce bir kitap yayınlandı ve milyonların yaşamını değiştirdi. Kariyerindeki başarısı, içindeki derin boşluğu gizlemeye yetmeyen ünlü avukat Julian Mantleın hikâyesini anlatan Ferrarisini...

  3. Madenci ~ Natsume SosekiMadenci

    Madenci

    Natsume Soseki

    “İnsanların olmadığı bir yere gidip bir başıma yaşamak istiyorum.” Japonya’nın en tanınmış ve en saygı duyulan yazarlarından biri olan, Üç Köşeli Dünya, Gönül ve Ardından gibi eserlerin yazarı Natsume...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur