Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sana Soyundum
Sana Soyundum

Sana Soyundum

Sylvia Day

Ateşle oyna! Sana Soyundum Amerikada haftalarca bestseller listelerinden inmeyen, tüm dünyada 38 ülkeye satılan Crossfire üçlemesinin ilk kitabıdır. Sana ihtiyacım var, Gideon dedim soluk…

Ateşle oyna! Sana Soyundum Amerikada haftalarca bestseller listelerinden inmeyen, tüm dünyada 38 ülkeye satılan Crossfire üçlemesinin ilk kitabıdır. Sana ihtiyacım var, Gideon dedim soluk soluğa ve tahrik olduğu için şimdi daha da yoğunlaşmış olan kokusunu içime çektim. Sırf teninin baştan çıkarıcı kokusu yüzünden hafifçe sarhoş olduğumu düşündüm. Beni çıldırtıyorsun. Bileklerimi bırakıp yüzümü avuçlarının arasına aldı ve dudaklarını dudaklarıma sertçe bastırdı. Pantolonuna uzanıp gizli fermuara ulaşabilmek için iki düğmeyi açtım New Yorkun en gözde bekârı, Cross Holdingin varisi Gideon Cross -namı diğer Bay Gizemli ve Tehlikeli- Evanın karşısına çıktığında genç kadının yapabileceği tek bir şey vardı: Tüm bedeni ve ruhuyla ona teslim olmak.

***

Dr. David Ailen Goodwin için.
Sonsuz sevgi ve minnettarlıkla. Teşekkürler, Dave. Sana hayatımı borçluyum.

1

“Bir bara gidip kutlama yapmalıyız.”

Ev arkadaşımın bu coşkulu önerisi hiç şaşırtmadı beni. En küçük ve önemsiz şeylerden bile kutlama yapmak için ba­hane çıkarırdı Cary Taylor. Bu yönünü onun cazibesinin bir parçası olarak görmüşümdür hep. “Yeni bir işe başlamadan önceki gece içmenin kötü bir fikir olduğuna eminim.”

“Hadi be Eva.” Cary oturma odamızda, yarım düzine ta­şınma kolisinin ortasında yere oturmuş, tatlı tatlı gülümsü­yordu. Günlerdir koli açmakla uğraşıyorduk ama o yine de çok yakışıklı görünüyordu. İnce yapısı, koyu renk saçları ve yeşil gözleriyle Cary’nin tek kelimeyle muhteşem görünme­diği gün sayısı yok denecek kadar azdır zaten. Dünyada en çok sevdiğim kişi olmasaydı belki bu yanını kıskanabilirdim.

“Gidip âlem yapalım demiyorum ki” diye üsteledi. “Yalnız­ca bir iki kadeh şarap. Happy hour’a. takılır, sekiz olmadan da eve döneriz.”

“Yetişebilir miyim bilmiyorum.” Yoga pantolonumu ve dar kesimli spor tişörtümü işaret ettim. “Saat tutarak işe kadar yürüyüp, sonra da spor salonuna gideceğim.”

“Hızlı yürü ve sporunu da daha hızlı yap.” Cary’nin usta­lıkla kaldırdığı kavisli kaşı güldürdü beni. Onun bu milyon dolarlık yüzünün bir gün dünyanın dört bir yanındaki rek­lam panolarında ve moda dergilerinde görüneceğinden adım gibi emindim. Yüzünde nasıl bir ifade olursa olsun her za­man göz kamaştırıcıydı Cary.

‘Yarın işten sonra gitmeye ne dersin?” diyerek karşı teklif­te bulundum. “Şayet günün sonuna sağ çıkabilirsem gerçek­ten kutlamaya değer bir şeyimiz de olur hem.”

“Anlaştık. Akşam yemeği için yeni mutfağımızın açılışını yapıyorum.”

‘Ya…” Yemek pişirmek Cary’nin keyif aldığı şeylerden bi­riydi ama bu konuda pek yetenekli olduğu söylenemezdi. “Harika.”

Yüzüne düşen yola gelmez bir saç tutamını üfleyerek gü­lümsedi bana. “Çoğu restoranı hasedinden çatlatacak bir mutfağımız var. Burada yapılacak yemeğin kötü olmasına imkân yok.”

Emin değildim ama yemek pişirme konusunda daha fazla konuşmamayı tercih ettim ve el sallayarak dışarı yöneldim. Asansörle zemin kata inip, bana abartılı bir hareketle kapıyı tutan görevliye gülümsedim.

Dışarıya adım attığım anda Manhattan’ın kokuları ve sesleri beni sarıp sarmaladı, keşfetmeye davet etti. San Diego’daki eski evimden kalkıp buraya taşınarak yalnızca ül­kenin öbür ucuna değil, başka bir dünyaya gelmiştim sanki. Bu iki büyük metropolden biri kendi halinde ve nefsine düş­kün bir tembelken, diğeri deli gibi enerjik ve hayat doluydu. Hayallerimde kendimi Brooklyn’de asansörsüz bir binada ya­şarken canlandırıyordum ama söz dinleyen bir evlat olarak kendimi Manhattan’ın Yukarı Batı Yakası’nda buluvermiştim. Cary olmasa, aylık kirası birçok insanın bir yıllık geliri­ne denk olan bu koca apartman dairesinde kendimi çok yal­nız hissederdim.

Kapıcı şapkasını eğerek selamladı beni. “İyi akşamlar, Ba­yan Tramell. Taksiye ihtiyacınız var mı acaba?”

“Hayır, teşekkürler, Paul.” Spor ayakkabılarımın aşınmış topukları üzerinde öne arkaya sallandım. “Yürüyeceğim.” Gülümsedi. “Öğleden sonraya göre epeyce serinledi hava. Güzel şimdi.”

“Dediklerine bakılırsa havalar deli gibi ısınmadan önce ha­ziran ayının tadını çıkarmalıymışım.”

‘Yerinde bir tavsiye, Bayan Tramell”

Binanın ve komşu binaların eskilikleriyle bir şekilde uyum sağlayan modern cam çıkmanın altından dışarıya adım atıp, Broadway’in keşmekeşine ve akıp duran trafiğine ulaşana kadar ağaçlı sokağımın nispeten daha sakin havasının keyfi­ni çıkardım. Gerçekten buralı gibi görüneceğim günlerin çok uzakta olmadığını ummakla birlikte şimdilik hâlâ çakma bir New York’lu gibi hissediyordum kendimi. Adresim ve işim buradaydı ama hâlâ metroya alışamamıştım ve taksi durdur­mayı da beceremiyordum. Yürürken gözlerimi kocaman ko­caman açıp etrafa aval aval bakmamaya çalışıyordum ama kolay değildi. Görülecek ve yaşanacak öyle çok şey vardı ki.

Duyusal bombardıman şaşkına çeviriyordu insanı – yiye­cek satılan tezgâhlardan yayılan kokulara karışmış egzoz dumanları, sokak çalgıcılarının müziklerine karışan işporta­cı bağırtıları, yüzler, tarzlar ve aksanlardaki hayret verici çe­şitlilik, muhteşem mimari harikaları… Ve arabalar. Tanrım. Tampon tampona giden arabaların şu telaşlı akışı gibi bir şe­yi başka hiçbir yerde görmemiştim.

Her zaman kulakları sağır eden elektronik sirenleriyle sa­rı taksi selini yarmaya çalışan bir ambulans, bir polis araba­sı ya da bir itfaiye oluyordu etrafta. Tekyönlü daracık sokak­larda dolaşan hantal çöp kamyonlarına ve kesin teslim saat­lerini tutturmak uğruna sıkışık trafiğe göğüs geren kargoculara hayranlık duyuyordum.

Şehirlerine duydukları sevgiyi, üzerlerinde en sevdik­leri ayakkabıları gibi kolay ve rahat taşıyan gerçek New York’lular bütün bunların arasından istiflerini bozmadan geçiyorlardı. Kaldırımlardaki çukurlardan ve havalandırma de­liklerinden yükselen buharı romantik bir keyifle seyretme­dikleri gibi, aşağıdan kükreyerek geçen metro ayaklarımızın altındaki zemini titrettiğinde ben şapşalca sırıtıp ayak par­maklarımı kasarken onlar gözlerini bile kırpmıyorlardı. New York yepyeni bir aşktı benim için. Ayaklarım yerden kesil­mişti ve bu her halimden belliydi.

Bu yüzden, çalışacağım binaya doğru yürürken, yollarda sakin insanı oynamak için bayağı çaba sarf etmem gereki­yordu. Hiç değilse işim konusunda istediğim olmuştu. Ken­di becerilerimle hayatımı kazanmak istiyordum ve bu da baş­langıç pozisyonu bir iş demekti. Yarın sabahtan itibaren, Amerika’nın önde gelen reklam ajanslarından biri olan Waters Field & Leaman’da Mark Garrity’nin asistanı olacaktım. Üvey babam, finans devi Richard Stanton, bu işi kabul etme­me bozulmuştu çünkü ona göre bu kadar gurur yapmasaydım onun arkadaşlarından birinin yanında çalışabilir ve bu bağlantının sunduğu avantajlardan faydalanabilirdim.

“Baban kadar inatçısın sen de” diyordu bana. “Senin öğ­renci kredilerini öde öde bitiremeyecek o polis maaşıyla.”

Babamın bir türlü geri adım atmak istemediği ciddi bir kavgaya dönüşmüştü bu konu. “Kızımın eğitim masraflarını başka bir adama ödeteceğime öleyim daha iyi” demişti Victor Reyes, Stanton’ın teklifi karşısında. Buna saygı duymuştum. Kendisi asla kabul etmese de Stanton’ın da saygı duyduğu­nu hissetmiştim. Her iki adamı da anlayabiliyordum, çünkü ben de kredileri kendim ödemek için mücadele vermiş… ve kaybetmiştim. Babam için bir gurur meselesiydi bu. Annem onunla evlenmeyi kabul etmemişti ama o mümkün olan her şekilde bana babalık yapmaktan asla vazgeçmemişti.

Şimdi eski gerilimler yüzünden sinirlenmenin bir âlemi yoktu; ben de işyerine en hızlı şekilde ulaşma konusuna odaklandım. Bu kısa mesafeyi yürürken saat tutmak için mahsus pazartesi gününün yoğun bir anını seçmiştim; bu yüzden Waters Field & Leaman’ın bulunduğu Crossfire bina­sına otuz dakikadan kısa bir sürede ulaşınca sevindim.

Başımı geriye atıp binanın hatlarını yukarıdaki incecik gökyüzü şeridine dek takip ettim. Bulutları delen parlak, sa­fir rengi bir kuleydi Crossfire ve çok etkileyiciydi. Daha önce iş görüşmesi için geldiğimden biliyordum ki bakır işlemelerle süslenmiş döner kapıların diğer tarafı da, altın damarlı mer­merle kaplanmış zeminleri ve duvarları, mat alüminyumdan güvenlik masası ve turnikeleriyle, en az dışarısı kadar hay­ranlık vericiydi.

Yeni kimlik kartımı pantolonumun iç cebinden çıkarıp ma­sadaki siyah takım elbiseli güvenlik görevlilerine gösterdim. Kıyafetimi ortama uygun görmediklerinden olacak, yine de durdurdular beni ama sonra geçmeme izin verdiler. Bir de asansörle yirminci kata çıkmayı başarırsam evimin kapısın­dan işyerime aşağı yukarı ne kadar zamanda gelebileceğime dair bir fikir edinmiş olacaktım. İşlem tamamlanacaktı.

Tam asansörlere doğru yöneldiğim sırada ince yapılı, şık giyimli, esmer bir kadının çantası turnikeye takılıp tepetak­lak oldu ve içinden bir bozuk para seli boşandı. Paralar mer­mere yağmur gibi yağıp neşeyle etrafa saçılırken, etraftaki insanlar yaşanmakta olan kaosu hiç görmemiş gibi yaparak istiflerini bozmadan yollarına devam ediyorlardı. Yüzümde halden anlar bir ifadeyle yere eğilip, güvenlik görevlilerinden biriyle birlikte kadının paralarını toplamasına yardım ettim.

“Teşekkür ederim” dedi kadın, rahatsız ve telaşlı bir gü­lümsemeyle.

Ben de ona gülümsedim. “Hiç dert etmeyin. Aynısı benim de başıma gelmişti.”

Tam girişin yakınlarındaki bir beş kuruşluğa uzanmak için çömeldiğim sırada bir çift şık bağcıklı ayakkabı ve üzer­lerine dökülen, terzi elinden çıkmış siyah paçalarla karşı karşıya geldim. Adamın yolumdan çekilmesi için bir an bek­ledim, çekilmeyince başımı geriye atarak görüş alanımı ge­nişlettim. Özel dikilmiş yelekli takım elbise bile tek başı­na beni heyecanlandırmaya yetecek kadar seksiydi ama onu esas heyecan verici kılan, içindeki uzun boylu, güçlü fakat in­ce yapılı vücuttu. Ama bu muhteşem erkek bedeni ne kadar etkileyici olsa da gerçekten kendimden geçmem için bakışla­rımın adamın yüzüne ulaşması gerekti.

Vay! Tek kelimeyle… vay!

Tam önümde zarifçe çömeldi. Bu enfes erkeksilik göz hiza­ma iniverince tek yapabildiğim aval aval bakmak oldu. Çar­pılmıştım.

Sonra aramızdaki havada bir şeyler kıpırdandı.

O da bana bakarken değişti… sanki gözlerinden bir per­de kalktı ve ortaya çıkan kavurucu güç ciğerlerimdeki bütün havayı çekip aldı. Yaydığı yoğun cazibe kuvvetlenmiş, coş­kun ve amansız bir gücün neredeyse elle tutulur ifadesine dönüşmüştü.

Tamamen içgüdüsel bir hareketle geri çekildim. Ve kendi­mi kıçımın üstünde buluverdim.

Dirseklerim mermer zeminle bu şiddetli buluşmanın et­kisiyle zonkluyordu ama ben acının farkında bile değildim. Gözlerim önümdeki adama kilitlenmiş, aval aval bakmakla meşguldüm. Kömür karası saçları, nefes kesen bir yüzü çer­çeveliyordu. Kemik yapısı bir heykeltıraşı mutluluktan göz­yaşlarına boğabilirdi ve keskin hatlı ağzı, bıçak gibi düzgün, ince burnu, koyu mavi gözleriyle vahşi bir güzelliği vardı. Hafifçe kısılan o gözler dışında tüm hatları ifadesizliğe şart­lanmıştı.

Hem gömleği, hem de takım elbisesi siyahtı ama kravatı o parlak gözbebekleriyle mükemmel bir renk uyumu içindey­di. Zeki ve inceleyici gözleri beni delip geçiyordu. Kalp atış­larım hızlandı; dudaklarım, sıklaşan soluklarıma yol vermek için aralandı. Baş döndürücü bir kokusu vardı. Parfüm koku­su değildi. Duş jeli belki. Ya da şampuan. Her ne idiyse, insa­nın ağzını sulandırıyordu, tıpkı adamın kendisi gibi.

Bana elini uzattığında altın ve oniks kol düğmeleri ile çok pahalı görünen saati çıktı ortaya.

Titrekçe bir soluk alarak elimi onun elinin içine koydum. Elimi kavrayınca nabzım tekledi. Dokunuşu elektrik gibi çarptı beni ve kolumdan yukarı bir şok dalgası yollayarak en­semdeki saçları dikleştirdi. Kibirli bir kavise sahip kaşlarının arasını kırıştıran bir endişe ifadesiyle bir an öylece durdu.

“iyi misiniz?”

Kültürlü ve yumuşak sesindeki hafif hırıltı içimi bir hoş yapmıştı, insanın aklına seksi getiren bir sesti. Sıra dışı sek­si. Bir an bu adamın sadece konuşarak beni orgazma ulaştı­rabileceğini düşündüm.

Dudaklarım kurumuştu, yanıt vermeden önce dilimle ıs­lattım onları, “iyiyim.”

Zahmetsiz bir zarafetle ayağa kalkarken beni de yukarı çekti. Göz temasımız sürüyordu, çünkü gözlerimi ondan ala­mıyordum. Başta düşündüğümden daha gençti. Otuzun al­tındadır diye tahmin ettim ama gözlerinde çok daha görmüş geçirmiş bir hava vardı. Sert ve çok zeki bakıyorlardı.

Ona doğru çekildiğimi hissediyordum; sanki belime bağ­lanmış bir ipten tutmuş, karşı konulmaz bir şekilde yavaş yavaş çekiyordu beni kendine.

Gözlerimi kırpıştırarak yarı sersemlemiş halimden sıyrıl­dım ve kendimi çektim. Sadece güzel değildi… büyüleyiciy­di. Karşısındaki kadında onun gömleğini yırtarak açma ve gömlek düğmeleriyle birlikte kendi kişisel baskılamalarının da savrulup gitmesini seyretme arzusu uyandıran cinsten bir adamdı. Onun o manyakça pahalı takım elbisesinin içinde­ki medeni ve şehirli duruşuna bakıyor ve hoyrat, ilkel, çarşaf tırmalatan türden bir düzüşme geçiriyordum aklımdan.

Beni o kışkırtıcı bakışlarının hapsinden kurtararak eği­lip, düşürdüğümü fark etmediğim kimlik kartımı yerden al­dı. Beynim tekleyerek de olsa yeniden çalışmaya başladı.

O bu kadar kendine hâkimken ben bu kadar sakarca dav­randığım için kendime sinir olmuştum. Neden bu hale düş­müştüm? Çünkü gözüm kamaşmıştı, neden olacak.

Başını kaldırıp bana baktı ve o duruşuyla -yani önümde diz çöküşüyle- bir kez daha dengemi altüst etti. Kalkarken gözleri gözlerimdeydi. “iyi olduğunuza emin misiniz? Biraz otursanız iyi olur.”

Yüzüm yanıyordu. Gördüğüm en kendinden emin ve za­rif adamın önünde böyle sakar ve beceriksiz durumuna düş­mekle ne kadar da iyi etmiştim. “Yalnızca dengemi kaybet­tim. Bir şeyim yok.”

Bakışlarımı çevirince az önce çantasının içindekileri yerle­re saçan kadını gördüm. Kendisine yardım eden görevliye te­şekkür ettikten sonra dönüp bin bir özür dileyerek bana doğru geldi. Topladığım bir avuç bozuk parayı uzattım ama onun gö­zü takım elbiseli tanrıya takılmıştı ve beni tamamen unutmuş­tu bile. Anlık bir duraksamanın ardından uzanıp paraları kadının çantasının içine bırakıverdim. Sonra bir risk alarak yeni­den adama bir bakış fırlattım ve onu beni seyrederken buldum, hem de esmer kadının yağdırmakta olduğu teşekkürlere rağ­men. Adama yağdırıyordu teşekkürleri elbette. Sanki kendisine gerçekten yardım eden kişi ben değilmişim de oymuş gibi.

Kadının susmasını beklemeden konuştum. “Kartımı alabi­lir miyim lütfen?”

Kartı bana uzattı. Alırken adama dokunmamak için çaba harcadıysam da parmakları parmaklarıma değdi ve bir heye­can dalgası bir kez daha her yanıma yayılıverdi.

“Teşekkür ederim” diye mırıldandıktan sonra yanından sıyrılarak döner kapıya yöneldim. Kaldırımda durup kimisi güzel, kimisi zehirli milyon çeşit kokuyla buram buram olan New York havasını içime çektim.

Binanın önünde gösterişli bir Bentley duruyordu. Aracın lekesiz koyu camlarında kendi yansımamı gördüm. Yanak­larım kızarmıştı ve gri gözlerim çakmak çakmak parlıyordu. Bu ifadeyi yüzümde daha önce de görmüştüm – bir adamla yatağa girmeden hemen önce, banyodaki aynada. Bu benim düzüşmeye hazırım ifademdi ve şu anda yüzümde olmasının ne yeri ne zamanıydı.

Yok artık. Topla kendini.

Bay Gizemli ve Tehlikeli ile yalnızca beş dakika geçirmiş­tim ama bu beni huzursuz ve gergin bir enerjiyle doldurmaya yetmişti. Çekimini hâlâ hissedebiliyor, içeriye onun yanına dönmek için açıklanamaz bir arzu duyuyordum. Crossfîre’a gelme nedenim olan işi henüz bitirmediğimi iddia edebilir­dim aslında ama bunu yaparsam ileride çok pişman olacağımı biliyordum. Aynı gün içinde kendimi kaç kez gülünç duru­ma düşürecektim?

‘Yeter” diye azarladım kendimi sessizce. “Gidiyoruz.”

Bir taksi, önce başka bir taksinin yolunu keserek zar zor önüne daldı, sonra da ışığın değişmesine saniyeler kala kav­şağa atlayan korkusuz yayalar yüzünden aniden frenlere yüklendi ve kornalar bir anda ortalığı inletti. Ardından, bir dolu küfür ve çeşitli el kol hareketleri eşliğinde de olsa aslın­da pek de ciddi öfke içermeyen bağrışmalar geldi. Birkaç sa­niye içinde herkes olanları unutacaktı, çünkü bunlar şehrin doğal temposu içinde tek bir vuruştu yalnızca.

Kendimi yaya trafiğinin akışına bırakıp spor salonuna doğru yönelirken yüzümde hafif bir gülümseme vardı. Ah, New York diye düşündüm, kendimi yeniden sakinleşmiş his­sederek. Şahanesin sen.

Aslında niyetim koşu bandında ısınıp sonra da aletlerden birkaçını kullanarak bir saati tamamlamaktı ama birazdan yeni başlayanlar için kickbox dersi olduğunu görünce bek­leyen öğrencilerin arasına karıştım ben de. Ders bittiğinde kendimi daha iyi hissediyordum. Kaslarım tam dozunda bir yorgunlukla titriyordu ve o gece yattığımda iyi uyuyacağım belliydi.

“Çok iyiydin.”

Yüzümdeki teri havluyla silip benimle konuşan genç ada­ma baktım. Adam ince yapılı, uzun boyluydu, vücudu biçim­li ve kaslıydı. Delici kahverengi gözleri ve kusursuz bir buğ­day teni vardı. Kirpikleri insanı kıskandıracak kadar gür ve uzun, kafası ise tamamen tıraşlıydı.

“Teşekkür ederim.” Dudaklarım hüzünle büküldü. “İlk se­ferim olduğu o kadar barizdi ha?”

Gülerek elini uzattı. “Parker Smith.”

“Eva Tramell.”

“Doğal bir zarafetin var, Eva. Azıcık bir eğitimle tam bir dövüşçü olursun. New York gibi bir şehirde insanın kendini savunmayı bilmesi şart.” Duvarda asılı olan mantar panoya doğru yöneldi. Üzeri raptiyelenmiş kartvizitler ve broşürlerle kaplıydı. Parlak renkli bir kâğıdın alt ucundan sarkan parça­lardan birini kopararak bana uzattı. “Krav Maga’yı duydun mu hiç?”

“Jennifer Lopez’in bir filminde geçiyordu.”

“Krav Maga hocasıyım ben ve seni çalıştırmayı çok isterim. Bu benim internet sayfam ve bu da stüdyonun numarası.” Tavrı hoşuma gitmişti. Dolambaçsızdı, tıpkı bakışları gibi; gülüşü de sahiciydi. Acaba bana yazmaya mı çalışıyor diye merak ettim ama öyleyse bile bunu çok klas bir şekilde yapı­yordu, emin olamadım.

Parker kollarını göğsünde kavuşturunca kaslı pazıları or­taya çıktı. Siyah kolsuz bir tişört ve uzun bir şort giymişti. Converse ayakkabıları eski ve rahat görünümlü, tişörtünün yakasından görünen dövmeleri ilkel kabile sanatı temalıydı.

“Ders saatleri internet sayfasında var. Bir gün gelip seyret, bak bakalım sana göre miymiş.”

“Kesinlikle düşüneceğim bunu.”

“İyi edersin.” Tekrar elini uzattı; el sıkışı sağlam ve ken­dinden emindi. “Umarım görüşürüz.”

Döndüğümde ev şahane kokuyordu ve Adele, müzik siste­minin hoparlörlerinden içli içli “Chasing Pavements” şarkısı­nı mırıldanmaktaydı. Açık mutfağa doğru bakınca Cary’nin müziğe uygun bir şekilde sallanarak ocaktaki bir şeyi karış­tırdığını gördüm. Tezgâhta açık bir şişe şarap ile biri yarısı­na kadar kırmızı şarapla dolu olan iki kadeh vardı.

“Hey” diye seslendim yaklaşırken. “Ne pişiriyorsun? Ve ye­mekten önce bir duş almaya vaktim var mı?”

Diğer kadehe şarap koydu ve üzerinde çalışılmış, şık bir hareketle kahvaltı tezgâhının üzerinden kaydırarak bana doğru yolladı. Bu halini gören hiç kimse onun çocukluğunu uyuşturucu bağımlısı annesi ile koruyucu ailelerin arasında mekik dokuyarak, ergenliğini ise ıslahevlerinde ve devlete ait rehabilitasyon merkezlerinde geçirdiğini tahmin edemez­di. “Kıyma soslu makarna. Ve hayır duşa girme, yemek ha­zır. Keyifli miydi?”

“Spor salonuna ulaştıktan sonrası iyiydi.” Tikağacından yapılma bar taburelerinden birini çekip oturdum. Ona kick-box dersini ve Parker Smith’i anlattım. “Sen de gelmek ister misin?”

“Krav Maga?” Cary başını iki yana salladı. “Fazla sert. Her yanım çürük içinde kalır ve bu da iş kaybetmeme neden olur. Ama herif manyağın teki mi değil mi anlamak için seninle gelip bir bakarım.”

Makarnayı, bekleyen süzgece döküşünü seyrettim. “Man­yağın teki ha?”

Babam erkekleri nasıl okuyacağımı çok iyi öğretmişti bana. Takım elbiseli tanrının bela bir tip olduğunu da bu saye­de anlamıştım. Normal insanlar birisine yardım ettiklerinde, ortamı rahatlatacak anlık bir bağlantı kurabilmek için ya­landan da olsa gülümserler.

Ama öte yandan, ben de ona gülümsememiştim. “Bebeğim” dedi Cary, dolaptan kâseleri çıkarırken, “sen seksi ve enfes bir kadınsın. Sana direkt çıkma teklif edecek kadar taşaklı olmayan her adamdan kuşku duyarım ben.” Yüzümü buruşturup baktım ona.

Önüme bir kâse koydu, içinde ince bir domates sosuyla kaplanmış minik boru makarnalar, kıyma öbekleri ve bezel­yeler vardı. “Aklına takılan bir şey var senin. Anlatsana.” Hımm… Kâsedeki kaşığın sapını tuttum ve yemek hakkın­da yorum yapmamaya karar verdim. “Sanırım bugün dünya­daki en seksi adamla karşılaştım. Hatta belki de gelmiş geç­miş en seksi adamla.”

‘Ya? O kişinin ben olduğumu sanıyordum. Anlat bakalım şunu.” Ayakta yemeği tercih eden Cary tezgâhın diğer tara­fında kaldı.

Kendimde tadına bakacak cesareti bulmak için onun ken­di karışımından bir iki lokma almasını bekledim. “Anlatacak fazla bir şey yok aslına bakarsan. Crossfire’ın lobisinde kıçı­mın üstüne düştüm, o da tutup kaldırdı beni.”

“Kısa mı, uzun mu? Sarışın mı, esmer mi? Yapılı mı, ince mi? Gözleri ne renk?”

ikinci lokmamı bir parça şarapla kaydırdım. “Uzun. Es­mer. İnce ve yapılı. Mavi gözlü. Kılık kıyafetine bakılırsa bok gibi parası var. Ve deli gibi seksi. Bilirsin hani, kimi yakışık­lı tiplerin karşısında insanın hormonlarında tık olmaz ama kimi tipsiz heriflerde acayip bir çekicilik olur ya. Bu herifte hepsi bir aradaydı işte.”

Bay Gizemli ve Tehlikeli’nin dokunuşunu hissettiğim an­daki gibi bir hoş oldu içim. Nefes kesici yüzü bütün netliğiyle hafızamdaydı. Böyle insanın aklını başından alacak kadar yakışıklı olmanın yasaklanması lazımdı. Beynimde yanan devreler hâlâ tam düzelememişti.

Cary dirseğini tezgâha dayayarak yaklaştı, uzun kâkülleri ışıltılı yeşil gözlerinden birini kapatıyordu. “Kalkmana yar­dım ettikten sonra ne oldu peki?”

Omuz silktim. “Hiçbir şey.”

“Hiçbir şey?”

“Çıkıp gittim.”

“Ne yani? Ona cilve yapmadın mı?”

Bir lokma daha aldım. Aslında fena değildi yemek. Ya da ben açlıktan ölüyordum. “Cilve yapılacak türden bir adam değildi, Cary.”

“Cilve yapılamayacak adam diye bir şey olamaz. Mutlu ev­lilikleri olan adamlar bile ara sıra zararsız bir cilveleşmeden hoşlanırlar.”

“Bu herifin hiçbir şeyi zararsız görünmüyordu” dedim ifa­desiz bir sesle.

“Ha, demek öylelerinden” dedi bilgece. “Yaramaz oğlanlar eğlenceli olabilirler ama fazla da yaklaşmamak lazım.”

Cary bilirdi tabii bunları; her yaştan kadın ve erkek ayak­larına kapanırdı onun. Ama o her nasılsa her seferinde yan­lış insanı seçmeyi başarırdı. Sevgilileri arasında takıntılı sa­pıklardan aldatanlara, kendilerini onun aşkı için öldürmeye kalkanlardan hayatlarında başka biri olduğunu ondan sak­layanlara kadar her türlüsü vardı… Akla gelebilecek her tü­rü tanımıştı.

“Bu herifin eğlenceli olabileceğini hiç hayal edemiyorum” dedim. “Fazla gergindi. Ama bak bütün o gerginlikle yatakta şahane olacağından eminim.”

“İşte şimdi sadede geldin. Herifin kendisini unut. Yalnızca yüzünü fantezilerinde kullan ve onu orada mükemmelleştir.”

Herifi hepten kafamdan atmayı tercih ederek konuyu…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Günaha Davet ~ Sylvia DayGünaha Davet

    Günaha Davet

    Sylvia Day

    Baskılara tüm gücüyle karşı koyan genç bir kadın… Yedi yıl önce, düğün arifesindeki narin Leydi Jessica Sheffield hiçbir masum genç kızın hayal edemeyeceği kadar...

  2. Sende Kendimi Buldum ~ Sylvia DaySende Kendimi Buldum

    Sende Kendimi Buldum

    Sylvia Day

    Crossfire serisinin 2. kitabında heyecan dozu daha da yükseliyor. Sakın korkma! Zifiri bir karanlığa açtım gözlerimi. Gideon, yatağı hafifçe çökerterek yanıma oturdu ve üzerime...

  3. Arzulanan Kadın ~ Sylvia DayArzulanan Kadın

    Arzulanan Kadın

    Sylvia Day

    Bitmeyen bir arzu Kraliyet ajanı Marcus Ashford sayısız düello yapmış, kurşunlardan ve top mermilerinden kurtulmuştur. Ancak hiçbir şey onu eski nişanlısı Elizabeth’e duyduğu açlık...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Hiçbir Dünyanın Kızı – Kayıp Kalplerin Savaşı 1 ~ Carissa BroadbentHiçbir Dünyanın Kızı – Kayıp Kalplerin Savaşı 1

    Hiçbir Dünyanın Kızı – Kayıp Kalplerin Savaşı 1

    Carissa Broadbent

    Adalet için savaşan eski bir köle. Artık var olduğuna inanmayan, inzivaya çekilmiş bir savaşçı. Kaderlerini birleştiren karanlık bir sihir. Küçük bir çocukken artık unuttuğu...

  2. Hayalet Uçak ~ Bear GryllsHayalet Uçak

    Hayalet Uçak

    Bear Grylls

    Kayıp bir kadın ve bir çocuk… Vahşi şekilde kaçırıldılar ve yıllardır izlerine rastlanamadı. Karısı ve çocuğunun ardından Afrika’ya yerleşip her şeyden kaçan sadık bir...

  3. Hain ~ Jonathan HoltHain

    Hain

    Jonathan Holt

    “Hain” İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Avrupa’nın ama özellikle İtalya’nın gizli tarihini adeta “deşen” ve günümüzde geçen bir polisiyeyi tarihsel bağlarıyla anlatan “Carnivia Üçlemesi”nin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur