Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Son Yüzleşme
Son Yüzleşme

Son Yüzleşme

Serap Teğmen

“Yüzleşmek, acının çemberinden tüm ihtişamınla geçebilmektir.” Akıl hastanesinde bir oda… Her yer gri, her yerde taştan duvarlar… Burada kalmak sonun başlangıcı mı? Yoksa başlangıcın…

“Yüzleşmek, acının çemberinden tüm ihtişamınla geçebilmektir.”

Akıl hastanesinde bir oda… Her yer gri, her yerde taştan duvarlar… Burada kalmak sonun başlangıcı mı? Yoksa başlangıcın tam da kendisi mi?

Başarılı bir yazar olan İpek’i akıl hastanesine taşıyan, yüzleşmeyi reddettiği acılar, kaybedişler ve ertelediği affedişlerdi. En üzücü deneyiminin aslında mucizesinin yolu olduğu gerçeğiyle yaşadığı yüzleşme, Ege’nin küçük bir kasabasındaki yaşlı balıkçı, bir türlü gidemediği tepedeki ev ve diğerleri, İpek’in paramparça olmuş kalbine ve kendine olan küskünlüğüne şifa olabilecek mi?

SON YÜZLEŞME sizi derinden etkilerken farklı yaşamların kıyılarına sürükleyecek. Sırlarla dolu satır aralarını heyecanla takip edecek ve sonunda yüzleşmeyi ertelediğiniz ne varsa karşılaşmak isteyeceksiniz.

GİRİŞ

Demir kapı açılıp, içeriye itildiğimde, önümde upuzun, simsiyah bir koridor uzanıyor. Kadınlar, pijamaları ve bembeyaz suratlarıyla bana bakıyorlar. Korku nefesimi kesiyor. Elimde, içi saçma sapan şeylerle doldurulmuş çantam, koridorun başında öylece duruyorum. Sonra hemşire mi, hastabakıcı mı olduğunu bilemediğim bir rahibe, koyu lacivert, upuzun giysileriyle bana yaklaşıyor. Çantamı elimden alıp içini kontrol ediyor. Başım dönmeye başlıyor. “Bayılma” diyorum kendi kendime. “Hiç zamanı değil.” Sonra işi bitiyor ve beni, koridorda yan yana dizilmiş odalardan birine sokuyor. Burası benim odam. Süresini bilmediğim bir zaman diliminde benim olacak bir yer. Küçücük pencerede demirler var. Eski metal bir yatak ve yanında küçük bir çelik dolap. Başka da hiçbir şey yok. Aynı hapishane gibi. Her yer gri. Yerler taş, üşüyorum… Öylece yatağa oturuyorum. Kolumu kaldıracak halim yok. Ufak tefek bir kadın kapıdan başını uzatıp bana bakıyor. Nasıl da zayıf… Kollarını kavuşturmuş öyle duruyor. Yüzü bembeyaz, gözleri kocaman. “İskambil oynar mısın?” diyor. “Ne iskambili, deli misin nesin?” demek istiyorum. Sonra nerede olduğumu hatırlıyorum… Yatağa oturup, pişti oynamaya başlıyoruz.

Oynamam desem… Ama korkuyorum… Gizlemeye çalıştığımız duyguların arasında valeler, kızlar, papazlar geziniyor. Oyun filan oynadığımız yok. Kâğıtları birbiri ardına ortaya atıyoruz. Hiç konuşmuyoruz. Sonra bir kadın içeriye giriyor. Serum takacak. “Sağ koluma takın, orada damarlar çok belirgindir” diyorum. Aldırmıyor. Sol kolumu delik deşik edip serumu takıyor. Öylece yatağa uzanıp, tavana bakıyorum. İlaç yavaş yavaş damarlarımda dolaşıp, serinlik veriyor. Gözlerim yavaş yavaş ağırlaşıyor.

Uyuyakalıyorum… Bir yerlerde çanlar çalıyor. Saati tahmin etmeye çalışıyorum. Kış günü, saat beş filan olmalı. Dışarıdan sesler geliyor. Sonradan öğreniyorum, rahibeler duaya gidiyor. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Burada zaman kavramının olmadığını çok çabuk anlıyor insan. Sonra iriyarı, beyaz gömlekli bir kadın, “Haydi yemeğe” diye bağırıyor. Koridorda çınlayan sesini duyuyorum: “Kaldırın kıçlarınızı, sekiz saat beklemiycez herhalde.”

Hepimiz odalardan çıkıp, yavaş adımlarla yemekhaneye gidiyoruz. Çelik tepsilere, kocaman kepçelerle sulu bir şeyler döküyorlar. Bu garip şey “yemek”. Burada olmaktan nefret ediyorum. Bıçak, çatal gibi şeyler verilmiyor bize. Yalnızca kaşık ve plastik bardaklar. Kimse birbirine bakmıyor. Basık tavanlı, gri odayı floresan lambaları aydınlatıyor. “Ben floresan ışığını hiç sevmem” diyorum kendi kendime. Hastabakıcıların birbirlerine yaptıkları belden aşağı şakaları duyuyorum. İçimden onları öldürmek geliyor. Burada günler hep birbirinin aynı geçiyor. Bütün gün, bütün gece, aynı sesler, aynı giysiler, aynı yemekler. İyi mi kötü mü ayırt edemiyorum. Zaten artık neyi ayırt edebiliyorum ki? Bazen kadınların çığlıklarını duyuyorum.

Dehşet içindeler. Köşeye sıkıştırılmış hayvanlar gibi bağırıp küfrediyorlar. Bense öylece boş boş bakıyorum. Bazılarına elektrik veriyorlar. İlaçlar yetmiyor muymuş ne! Kulaklarımı ellerimle kapatıyorum. Ses… Bu ses beni deli ediyor. Bir sigara yakıyorum, sonra bir tane daha, bir tane daha… Sigaraları birbirine ekleyerek içiyorum… Tıpkı öbür kadınlar gibi… “Bana da elektrik verilecek mi?” diye kendi doktoruma korkuyla soruyorum. Üzerinde vizon ceketi, gözünde gözlükleri, permalı saçları. Uzaydan gelmiş gibi dikiliyor yatağımın yanında. Yüzünde o sert ve sevgisiz ifade. Yaratıkmışım gibi bakıyor bana.

Koridorda çıkıp yürümeye başlıyorum. Aynı hapishanede volta atar gibi. Bankta oturan yaşlı bir kadın var. Geceliğinin üzerinde kaşmir bir ceket, önü yemek lekeleriyle dolu, kolları yırtık. Gözünde sürmeler. Saçları beyaz, uçlarda geçmişten kalan boyalar. Sidik kokusu dayanılmaz. “Bana bir taksi parası verir misiniz lütfen?” diyor. “Kocam aşağıda beni bekliyor, çok merak eder beni. Park Otel’deki davete geç kalacağız, bizi beklerler.” Burasıyla hiçbir ilişkisi yok. O, kendi dünyasında. Böylesi bir yalnızlık içimi acıtıyor, ama ilgisizce önüme bakıyorum.

İlaçlardan tepkisizleşiyorsun ama duygular içinde hâlâ doludizgin. Haftada bir gün banyo yapmaya götürüyorlar. Banyo dedikleri yerden hiç hoşlanmıyorum. Buz gibi, ameliyathaneye benziyor. Perde bile yok. Bir musluk ve boş bir oda. Başımda o kara kuru hastabakıcı. Yüzünde arsız, utanmaz bir gülüş. Öylece seyrediyor beni. “Ben yıkayayım seni” diyor. “Hayır” diyorum. Kocaman odada ikimiziz, ben çıplak, o giyinik, beni seyrediyor. Sıcak suları çabuk çabuk başımdan aşağı döküyorum. Bazen koridorda kadınlar birbirine hayatlarını anlatıyorlar. Neyi, ne kadar paylaşıp, neleri gizlediklerini hiç bilemiyorum. Hem bana ne? Zaten ben ne anlatabilirim ki? Nasıl anlatabilirim ki? Bütün günü sigara içerek geçiriyorum. Sanki damarlarıma serum yerine nikotin verseler daha mutlu olacağım. İki hafta sonra dışarıya telefon etmeme izni veriyorlar. Oya’yı arıyorum, kız kardeşimi. Başka arayabileceğim kimse yok… Sesim titriyor. Onun da… “Yarın gelip seni dışarıya çıkartırım, biraz hava almak bak nasıl da iyi gelecek sana” diyor. Duygularım uyuşmuş. Sevinmem gerekiyor aslında ama buradan hiç çıkmak istemiyorum. Burası bana güven veriyor şimdi. Alıştım galiba. Burada, bu deli kadınlarla hiç bilmediğim bambaşka bir dünyayı paylaşıyorum.

Belki de gerçek yaşama dönmekten korkuyorum. Oya’yla Boğaz’a gidiyoruz. Çocukken hep yemek yediğimiz yere. “Seversin sen burayı” diyor. İçime çöken hüznün farkında değil… Yediğimiz yemeklerden onlara da götürmek istiyorum. Sonra vazgeçiyorum. Ya hastabakıcılar kızarsa? Pasta götürmeye karar veriyorum. Hem onlara da alabilirim. Belki biraz daha iyi davranırlar bana. Biraz daha…

ÇİÇEK PANSİYON 

Genç kadın otobüsten indiğinde içindeki yoğun huzursuzluk duygusuyla etrafına bakındı. Yedi saat süren yolculuk süresince verdiği kararı sorgulayıp durmuştu. Nasıl bir cesaretti bu köye gelmek? Hem de hastaneden daha yeni çıkmışken… Kalbinin sıkıştığını hissetti. Onca ilaca rağmen duygularıyla başa çıkmayı hâlâ öğrenememişti. Elindeki minik valizi yere bırakıp her zamanki gibi karmakarışık olan çantasının içinden adresi bulmaya çalıştı. Bir türlü bulamıyordu. “Çantam da yaşamım gibi, hep karmakarışık” diye düşündü.

Uzun zamandır kullandığı ilaçlar ve birbirine ekleyerek içtiği sigaralar yüzünden elleri titriyor, parmaklarına bir türlü hâkim olamıyordu. “Bok iç, olur mu?” dedi kendi kendine. “Geberip gideceksin bu sigara yüzünden.” Sonra zaten “geberip gitmek” için ne kadar uğraştığını hatırlayınca yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Köy meydanındaki kahve sanki yüzyıllardır aynı görüntüsünü korur bir havayla karşısında duruyordu. Her yaştan erkek, sanki bu dünyada başka yapılacak hiçbir iş yokmuş gibi tavla, okey oynuyor, bir kısmı da at yarışı tahmini yapmaya çalışıyordu. Genç kadın valizini sımsıkı tutarak kahvenin kapısına doğru yürüdü. Oyun oynamaya dalmış kafalar birer birer kalkmaya başlamıştı. “Bu ıssız köy yerinde şehirli bir kadını sık görmüyorlar galba” diye düşündü. Ama yine de bakışların korkularını depreştirmesine engel olamıyordu. Masalara çay dağıtan yaşlıca bir adam yanına yaklaştı. “Buyur kızım, kime bakmıştın?” “Ben… Ayşe Hanım’ın pansiyonunu arıyordum.” “Pansiyon şu yukarıdaki yolda. Kolay bulcan ama dur, bizim Ali seni götürüversin.” Yaşlı adamın yanına kattığı Ali ile birlikte taş yoldan yukarıya doğru tırmanmaya başladılar. Baharla birlikte açan begonviller, teneke yağ kutularının içerisine dikilmiş olan sardunyalar, pencere kenarlarında duran mineler insanın içini açıyordu.

Genç kadınsa sadece içindeki hüznün acısını taşıyor, tüm bu güzelliklerin farkına dahi varamıyordu. Pansiyon, her penceresinde dantel örtüler ve çiçekler olan iki katlı bir taş evdi. Kapıyı açan yaşlıca hanımın başındaki gelişigüzel bağlanmış başörtüsünden çoğu beyazlaşmış olan saçları görünüyordu. “Merhaba, ben İpek” dedi genç kadın. “Siz de Ayşe Hanım olmalısınız.” Yaşlı kadın gülümsedi. “Hoş geldin İpek kızım. Ayşe Hanım değil Ayşe Teyze. Bizim pansiyona gelenler hep evlerine gelmiş gibi olurlar, ben de hepsinin Ayşe Teyze’si. Gel odanı göstereyim.” İpek’in içeri girmesi için kenara çekilirken arkasında duran çocuğa seslendi.

“Ali oğlum, getir ablanın valizini yukarıya.” Tahta merdivenlerden yukarı çıkıp küçük bir odaya girdiler. Yatağın üzerinde dantel işlemeli bir yatak takımı ve havlular duruyor, odanın içerisi mis gibi sabun kokuyordu. İpek çocukluğundan kalan bu kokuyu içine çekti. Ayşe Teyze bir yandan anlatıyordu. “Banyoyu yukarıdaki iki odayla ortak kullanacaksınız kızım. Orada da bir genç hanımla nişanlısı kalıyorlar. Çok iyi çocuklar. Hiç rahatsız olmazsın.” “Keşke banyo odamda olsaydı” diye düşündü İpek. Hastanedeki banyoyu hatırlayınca tüyleri diken diken oluyordu. Hele de her seferinde yiyecekmiş gibi bakan hastabakıcıyı hatırladığında… Kapıyı kapatıp kendini yatağın üzerine bıraktı. Dışarıdaki ağaçların gölgeleri duvarlarda değişik şekiller oluşturuyorlardı. Uzun zamanların getirdiği yorgunluklar bir anda bedenine çökmeye başladı ve gözleri yavaş yavaş kapandı. Uyumak en büyük korkularından biriydi. Direnmeye çalıştı… ama uyku ağır bastı.

YENİDEN ÇIĞLIKLAR 

İpek’in uykusu canhıraş çığlıklarla bölündü. Öylesine terlemişti ki yatağı su içerisinde kalmıştı. Seslerin nereden geldiğini anlayamadığı ilk dehşet dakikalarından sonra çığlık atanın kendisi olduğunu fark etti. “İşte yeniden geri geldiler” dedi kendi kendine. Beynindeki bu seslerden kurtulmak istiyor, ama bir türlü kurtulamıyordu. Kapının arkasından Ayşe Teyze’nin sesini duydu. “Kızım aç şu kapıyı, kilitlemişsin açamadım, ne kadar zamandır bağırıp duruyorsun, merak içinde kaldım burada.” “Ne var sanki merak edecek?” diye düşündü. “Kâbus işte. Burada da mı rahat yok bana? Bırakın da kâbuslarımla yalnız kalayım. Belki de buraya gelmem hataydı zaten. Belki de benim yerim o akıl hastanesi. Korkularım ve çığlıklarımla oraya aitim. Ölsem de kurtulsam! Ama ölmek de cesaret ister. Tanrım! Artık hiçbir şeye cesaretim yok. Sadece boşluğa bakmak ve yaşamımı böyle nihayetlendirmek istiyorum.” Yanaklarından süzülen yaşları silerken yeniden Ayşe Teyze’nin sesi geldi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat
  • Kitap AdıSon Yüzleşme
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarSerap Teğmen
  • ISBN9786254416972
  • Boyutlar, Kapak13,5*19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDestek Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur