Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Toplumun Kuruluşu – Etik, İktisat, Siyaset
Toplumun Kuruluşu – Etik, İktisat, Siyaset

Toplumun Kuruluşu – Etik, İktisat, Siyaset

Ümit Aktaş

İslam dünyası, her ne kadar batı dünyasının bin yıllık macerasına -dışarıdan da olsa- bir şekilde iştirak etmiş olsa da, bu dünyayla aynı ideallere yönelmediği…

İslam dünyası, her ne kadar batı dünyasının bin yıllık macerasına -dışarıdan da olsa- bir şekilde iştirak etmiş olsa da, bu dünyayla aynı ideallere yönelmediği gibi, bu yolculuğa (kapitalizme) karşı ciddi itirazları bulunan yegâne dünya ve bu itirazların birçoğu da oldukça haklı gerekçelere dayanmakta. Ama bu haklılık, batı dünyası tarafından ortaya konulan gelişme karşısında çok da önemsenmemekte. Dahası, nüfuz edilemeyen bir performansın gücünün etkinliği, bu itirazların haklılığını umursamayan bir pervasızlık içerisinde, yolculuğunun huşunetini sürdürmekte.

Buna karşı ise İslam dünyasında birçok mesele oldukça derme çatma bir üslupla ele alınmakta. Müslümanlar kendi tefekkürlerini derinleştirmedikleri gibi, bu tefekkürü kendi kaynaklar kadar batıdaki tefekkürle de zenginleştiren olumlu bir tutumu da ortaya koyamamakta. Oldukça farklı nedenler ve etkenlerle de olsa, olumluluğun üretilemediği bir atmosferde birçok soru cevapsız kalmakta, sorunlar çözümlenememekte, müzakereci bir zihinsel tutum geliştirilememekte; buna karşılık ise çatışmacı, tepkisel ya da silahların diline dayanan tutumlar, tüm olumsuzluklarına rağmen, etken tutumlar olarak itibarını sürdürmekte. Batının en büyük şansı ise, kendi tezlerini ve gelişmesini ortaya koyma aşamasında, İslam dünyasının çoktan bir daralma evresine girmiş olmasındadır. Bu daralma, bilinçli bir geri çekilmeden ziyade, bir tür performans kaybının bir neticesi olduğundan, bu çift katlı sorumluluğa, bir de bu daralma halinden çıkma meselesi ve çabası eklenmektedir.

İÇİNDEKİLER
Giriş 7
İnsan, Aile ve Mekân 11
Temsil ve Mübadele 35
Kapitalizm, Değer ve Faiz 55
Üretim ve Bölüşüm Modelleri 85
Dağıtım ve Adalet 107
İslam ve İktisat 113
Kapitalizmden Çıkış Mümkün mü? 139
SONUÇ OLARAK 145

Giriş
Geçmiş toplumlarda hayatın akışı ahlak (ve etik; ethos, örf, töre vb.) üzerinden şekillenirken, giderek buna iktisat ve siyaset de eklenecektir. Beri yandan insanlar, yeryüzünde neşvünema bulduklarından beri hayatlarını idame ettirmek için birtakım üretim ve tüketim faaliyetini de sürdürmekteydiler. Ama bu faaliyetlerin akışı hayatın olağanlığının dışına çıkmadığı gibi, insanlar bu faaliyetler üzerinde, en azından günümüz ölçeğinde olduğu denli mücerret veya “bilimsel” kimi mülahazalarda bulunmakta da değillerdi. Ancak, özellikle son üç yüz yıldır iktisadî faaliyetlerin hayatı belirleme oranı neredeyse ahlak ve siyaset denli önem kazandı ve hatta daha da etkinleşti. Buna bağlı olarak iktisat üzerindeki kuramsal ve hatta felsefi çalışmalar da o ölçüde arttı. İktisadın günümüz toplumunda, geçmiş toplumlarda düşünülemeyecek bir ölçüde belirleyici hale gelmesi ve bir o ölçüde de karmaşıklaşması, ister istemez bu mesele üzerinde ciddi bir biçimde durmayı da gerektirmekte. Öyle ki, Marxist iktisadın teorik etkinliği yanında, kapitalizm de, ortaya koyduğu üretimsel artış ve giderek tüketimin tarzı ve niceliğindeki değişimlerle birlikte, kendisini kuramsal bir doktrin olarak da belirginleştirecek, ayrıca sömürgecilik yoluyla da yaygınlaşarak küresel ölçekte egemenleşecektir. Bunun da ötesinde, liberal iktisadın özellikle Adam Smith ile birlikte kuramsallaşmasıyla başlayan ve daha sonra sosyalist iktisadı kuramsallaştıran Marx’ın çabalarıyla da, iktisadî kuramlar, insanlık tarihinin son üç yüz yılında, siyasî alanda da temel belirleyenler haline geldi. Bu elbette ahlaktan estetiğe, üretimden tüketime, aileden cemaatlere varıncaya değin, birçok toplumsal alanı da doğrudan etkileyen ve şekillendiren bir süreç oldu.
Belki günümüzde bu fırtına bir ölçüde sakinleştiyse de, geriye oldukça farklı bir dünya manzarası bıraktı. Artık konuştuğumuz kavramlar kadar üzerinde düşündüğümüz öncelikler de oldukça değişmiş durumda. Kadim iktisadın soru-n-larıyla ve öncelikleriyle sürdürülemeyen bir dünyada, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi davranmanın bir imkânı kalmadığı halde, içeriği çoktan değişmiş kavramlarla anlaşmaya çalışmak, bir anlaşma sorununun ötesinde, hayali bir dünyada yaşamak ve bir yanılsamayı devam ettirmek gibi bir sorunla da malûl kılmakta bizleri.
Bu durum ise ister istemez her şeyi yeniden ele almak, kavramları içeriklendirmek, yeni kavramları düşünce dünyamıza eklemek, değerleri yeni baştan değerlendirmek, sorunlarımızı anlamak ve çözümlemeye çalışmak gibi zorunlu bir yol haritası çıkarmayı ve hatta yeni bir düşünsel yolculuğa çıkmayı gerektirmekte. Evet, temel ilkelerimiz yanında varmayı düşündüğümüz amaçlar da değişmiş değil. Ama içerisinde yaşadığımız dünyanın topoğrafyası değiştiği için, yolumuzu ve yordamımızı yeni baştan gözden geçirerek, yol haritamız kadar yürüyüş biçimimizi de yeniden belirlemek ve değerlendirmek zorundayız.
Açıkçası “iktisat hayatımızda bu denli öncelikli ve hayatımızın temel belirleyeni olmalı mı?” sorusuna, Smith veya Marx kadar gönül rahatlığıyla olumlu bir cevap vermemiz mümkün değil. Ama öte yandan da, dünyamızın bin yıl önceki sakinleri kadar bu konularda umursamaz bir tavır içerisinde yaşama rahatlığına sahip olmadığımız da ortada. Elbette değişen sadece iktisat da değil. Ona paralel bir biçimde siyaset ve etik anlayışlar ve değerlerde de önemli değişimler yaşandı. Hatta genel anlamda modernliğin yeryüzünde el değdirmedik bir olgu bırakmadığını da söyleyebiliriz.
İslam dünyası, her ne kadar batı dünyasının bin yıllık macerasına -dışarıdan da olsa- bir şekilde iştirak etmiş olsa da, bu dünyayla aynı ideallere yönelmediği gibi, bu yolculuğa karşı ciddi itirazları bulunan yegâne dünya ve bu itirazların birçoğu da oldukça haklı gerekçelere dayanmakta. Ama bu haklılık, batı dünyası tarafından ortaya konulan gelişme karşısında çok da önemsenmemekte. Dahası, nüfuz edilemeyen bir performansın gücünün etkinliği, bu itirazların haklılığını umursamayan bir pervasızlık içerisinde, yolculuğunun huşunetini sürdürmekte.
Sorumluluk ise elbette ki bu sorumluluğu idrak edenin bir önceliğidir. Müslüman, şayet kendini «emanet”in ehli olarak görmekteyse, bu huşunete rağmen itidalini sürdürmek ve karşısında olduğu bir dünyayı anlamak kadar cevaplamakla da mükelleftir. Bu ise çift katlı bir ödevi koymakta önümüze.
Ne var ki İslam dünyasında birçok mesele oldukça derme çatma bir üslupla ele alınmakta. Müslümanlar kendi tefekkürlerini derinleştirmedikleri gibi, bu tefekkürü kendi kaynakları kadar batıdaki tefekkürle de zenginleştiren olumlu bir tutumu da ortaya koyamamakta. Oldukça farklı nedenler ve etkenlerle de olsa, olumluluğun üretilemediği bir atmosferde birçok soru cevapsız kalmakta, sorunlar çözümlenememekte, müzakereci bir zihinsel tutum geliştirilememekte; buna karşılık ise çatışmacı, tepkisel ya da silahların diline dayanan tutumlar, tüm olumsuzluklarına rağmen, etken tutumlar olarak itibarını sürdürmekte. Batının en büyük şansı ise, kendi tezlerini ve gelişmesini ortaya koyma aşamasında, İslam dünyasının çoktan bir “kabz” evresine girmiş olmasındadır. Bu daralma, bilinçli bir geri çekilmeden ziyade, bir tür performans kaybının bir neticesi olduğundan, bu çift katlı sorumluluğa, bir de bu “kabz” halinden çıkma meselesi ve çabası eklenmektedir.
Günümüzün Müslümanları, olumlu ve etken bir cehd hali içerisinde olmadıkları için, karşılaştıkları sorunlara aklı başında cevaplar üretme yetisini büyük ölçüde kaybetmiş durumdalar. Bu şartlarda ise, sosyo-politik veya sosyo-ekonomik bir sorun karşısında, temel şiarları olan hak ve adalet mantığını ihya etmek yerine, hemencecik bir sorunun çözümünün en ilkel hali olan ve en son çaresi olması gereken gücün (silahların) mantığına avdet edilmekte ve tüm birikimleri bu yolda daha da tüketilmekte (heba edilmekte)’dir.
Bu nedenle iktisattan da öncelikli olarak cehd/cihad kavramları kadar etik, emek ve adalet kavramları üzerinde de yeniden düşünmek mecburiyetindeyiz. Ve elbette para, faiz, banka, üretim, tüketim, bölüşüm vb. üzerinde de…
Bu kitap da işte, zikredilen bu meseleler üzerinde bir yeniden düşünüm çabası (cehdi). Temelde sorular soran, cevaplar arayan ama yegâne erdemi bir yola çıkma cehdi olmaktan öteye gitmeyen bir çaba. Bu çabanın kitaplaşması aşamasında desteklerini esirgemeyen dostlara, özellikle de kitabı okuyarak tavsiyelerini esirgemeyen Cem Somel’e, Necat Yazıcı’ya ve Âdem Levent’e teşekkürlerimi bir borç addetmekteyim. Ve elbette sevgili Lütfi Sunar’a, Alpkan Birelma’ya, Abdülaziz Tantik’e ve diğer dostlara da…

İnsan, Aile ve Mekân
İslam (Kuran)’ın muhatapları, kadın ya da erkek, üreten ya da tüketen, emekçi ya da girişimci, ırk ya da sınıf değil, doğrudan insan’dır. İnsan ise, farklı toplumsal faaliyetleri, arzuları ve korkuları olan, düşünen ve cehd eden, ya da sorumluluklarından kaçan ve bu nedenle de zalimleşen veya cahilleşen (Ahzab, 72) bir varlıktır. Hayatı işinin ya da cinsiyetinin değil, işi ya da cinsiyeti hayatının bir parçasıdır. Temel kazanımları ise cehdine, yani düşünsel ve amelî faaliyetine dayalıdır ve öyle de olmalıdır. Arendt’in “İnsanlık Durumu”nda insan etkinliklerini “emek, iş, eylem” olarak tasnifine karşı bu “iş, amel, cehd” olarak tasnif edilse, yeğdir. Ama bu cehd ya da amel (emek), işe ya da parasal kazanıma koşulmuş bir cehd ya da emek olmayıp, genel anlamdaki insanî faaliyetlerdir; olumlu anlamdaki tüm üretimlerdir. Dolayısıyla insanları mülkiyetleri (sahip olduğu nesneler), cinsel, sınıfsal, etnik veya kültürel durumları, siyasal veya aristokratik konumları üzerinden değerlendirmektense, cehdleri (faaliyetleri) üzerinden değerlendirmek daha doğrudur. Nitekim Allah indinde de üstünlük takva ile, yani bizatihi somut edi-ni-mler üzerinden ölçülmekte ve değerlendirilmektedir.   Çünkü sahiplik, egemenlik veya ırk-sınıf-statü gibi sosyolojik durumlara aidiyet gibi tanımlamalar görecedir ve şartlara göre önem kazandıkları gibi önemlerini de yitirebilirler. Oysa cehd kavramı insanın aslî niteliğidir ve bir insan, her hâlükârda, cehd içerisinde olan/olması gereken bir varlıktır. Düşünebildiği için ve düşünebildiği ölçüde özgür, özgür olduğu için ve özgürlüğü ölçüsünde de sorumludur. Sorumluluğu onun takvası (pürdikkat yaşaması, yaşamsal sorumluluklarını üstlenmesi), takvası ise erdemi ve üstünlüğüdür.
İnsanın elbette ki en önemli etkinliği, ona bir insan olma vasfı kazandıran yanı olan düşünmesidir. Beşerî doğamıza ait olan akla karşı düşünmek, en aslî insanî niteliktir. Düşünmek insanı özgürleştirir ve sorumlu kılar. Ancak bu özgürleşme soyut koşullarda gerçekleşmez; yaşanılan somut toplumsal şartlar ve pratiklere bağlıdır. Günümüzde, bu şartlar içerisinde en fazla bağımlılık oluşturan yan ise, iktisadî faaliyetlerdir. Aslında bu, yani iktisadî faaliyetler, kadim toplumlar için günümüzdeki kadar bağımlılık oluşturmakta değildi. Daha doğrusu, günümüz dünyasında, kadim toplumlar için olağan ve sıradan yaşamsal pratikler olan barınma, giyinme, eğitim, savunma ve hatta yeme içme gibi doğal yaşamsal faaliyetler büyük ölçüde parasallaştığından, ister istemez iktisadîleşmiştir. Yani insanlar bu tür “doğal” ihtiyaçlarını karşılamak için ilave bir emek sarf etmek ve zamanlarını buna hasretmek zorundadır. Yaşamsal faaliyetlerin bireyler açısından aşkın ve zecri olan işleyişlere (devlete, şirketlere, piyasaya, çevreye) bağımlanması, yani karşılıklı bağımlılık ilişkisi, insanın özerkliğini de büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Gündelik hayatın sürdürülebilmesinin ağırlıklı bir biçimde parasallaşmış olması, ister istemez hayatı iktisadî bir faaliyete dönüştürmüş, yani iktisadî değer üretme ekseninde yapılandırmıştır. Karmaşıklaşan hayat ve refah, muhtaçlığı da artırmış; bu ise, temelde özgürleşme (belki de refah ve konfor) amacıyla çıkılan bu yolu, özgürlük kaybıyla neticelenen bir bağımlılık ilişkisine dönüştürmüştür. Bu bağımlılık ise, giderek karmaşıklaşan iktisadî faaliyetlere (üretim ve tüketim faaliyetlerine) bağımlılık olduğu kadar, bu şartların da belirlediği siyasal ve toplumsal şartlara da bağımlılık ve hatta bu şartların oluşturduğu bir tahakküme tâbiliktir.
Oysa Sahlins’e göre Avustralyalı yerliler, günde ortalama iki saatlik bir çalışmayla hayatlarını idame ettirmekte, geri kalan zamanlarını ise farklı toplumsal etkinliklerle geçirmektedir. Kadim toplumların çoğunda bu süre ortalama olarak üç aşağı beş yukarı aynıdır. Günümüz insanının uzun çalışma süreleri ise, doğrudan üretimden çok, kışkırtılan gereksiz tüketimin karşılanması kadar, disiplin ve denetim ağlarına, yani toplumsal-siyasal iktidarların mecburiyetlerine de dayanmaktadır.
Tabiatın ve giderek toplumun en temel birimi ve de üretimi olan neslin üretim biçimindeki mantık doğurmaya/üremeye, yani bir anlamda “dişil” bir üretime dayanırken, (tarımsal üretim de aslında bu mantık üzerinde evrimleşmiştir), kapitalizmin üretim mantığı doğal üretimlerin mevsimlere ve doğurganlığa bağımlılığına karşı, tabir caizse “eril” bir mantığa ya da doğal kısıtlardan azade bir sürekliliğe dayanır. Bu ise doğallığın olduğu kadar kimi çevrelerce doğallığa atfedilen bir kutsallığın da ihlalidir ama kökeni belki de doğrudan (en azından bir niyet olarak) insanın cennetten düşüşüne dayanan bir öyküye dek geriye gitmektedir. İnsanın sembolik anlamda da olsa “cennetten düşmesi”, hayatının dünyevileşmesine de bir telmihtir. Elbette ki “cennetten düşme” sembolik bir duruma işaret eder. İnsanın giderek üretimsel ve mülkiyetçi edimlere tâbi olduğu bir duruma. Yoksa insan, her haliyle zaten dünyalıdır. Ama dünyevileşmek, yaşamsal amacın bu koşullara bağımlılaşması gibi bir anlama gelmektedir.
Bu dünyada olmanın mecburiyeti, olumsuz (mecburiyet ya da baştan çık-arıl-ma gibi) bir yolla da olsa, bu dünyada bir ikameti, dolayısıyla Kuran’ın deyimiyle “arzın imarı ve neslin ıslahını” da gerektirir. İkametin ise ucu açıktır. Hayatın reddinden tutun, geçimlik bir ekonomi ya da bir refah ekonomisine değin, oldukça geniş(leyen) bir tayf. Toplumun ıslahı ve arzın imarı gibi temel bir sorumluluğu (emaneti) üstlenmek ile Hakikatin (Hakkın ve Adaletin) inkârı arasındaki gelgitler, farklı yaşama biçimlerini somutlaştırır. Dünyadan nasibini almak ile dünyayı istismar etmek, hiçbir şeye dokunmamak ile dokunmadık hiçbir şey bırakmamak arasında, niyetten amele ve amaca değin bir yığın farklı usûl peyda olacaktır. Ama sonuçta insanlar tabiattaki fazlayı (bal, yumurta, süt, yün, meyve, sebze, tahıl/tohum, kereste, enerji kaynakları vb) kullanarak daha da fazla olanı üretirler. Bu durumda ise üretilen bu fazlanın kullanımı, paylaşımı ve istismarı meselesi çıkar ortaya. İlişkiler parasallaştıkça sömürü ve faiz gibi kazanımı çoğaltma/yoğunlaştırma mantığının en uç biçimleri çıkar ortaya. Borçlunun tebessümünün bile faiz olarak algılanmasındaki hassasiyetten, alacağın üst üste yığıldığı tefeciliğe doğru giden bir sömürücülük, üretimin somutluğundan kopan bir parasal soyutluğun çoğaltılma çabasıdır.
İhtiyacın neliğinin tartışılması ve bunun bir açıdan da göreceliği bir yana, aslolan ihtiyacın karşılanmasıdır. Elbette ki ihtiyacın neliğine verilen cevap kadar, ihtiyaçların sıralamasının ve önceliğinin belirginleştirilmesi de, doğrudan içerisinde yer aldığınız medeniyete (ruh ya da zihin dünyasına) ait bir göstergedir. Her ne kadar ihtiyaçların üretimi ve karşılanması bir uygarlık biçimi olsa da, belirlenmesi ve öncelenmesi ise bir medenileşme ve gelişmişlik halidir. Bu gelişmişlik ise maddî bir performanstan öte, manevî bir niteliğe haizdir; yani düşünsel derinleşmeye (tefekküre), irfana, kültüre…
Üretim ve mübadele bunu izleyen yollar olsa da, ihtiyaçların doğal bir biçimde karşılandığı temel durumdan da bir uzaklaşma ve bu uzaklaşmanın bir yola yordama bağlanışıdır. Ama bu durumda bile henüz o kardeşçe olmasa bile istismara dayanmayan bir karşılıklılık durumu korunmaktadır. Henüz sömürü yoktur, sadece karşılıklılık vardır. Almak ya da vermek bir değişim biçimi ya da bir tür borçlanmadır; borçlananı sadece maddî değil, manevî olarak da bir yükümlülük altına sokan bir borçlanma. Borçlanmak ise zaten kardeşlik durumundan bir uzaklaşmayı gösterir. Mesafe ve dolayım, kardeşlikten eşitliğe, karşılıklılığa ve karşıtlığa doğru bir gidişatın da ortaya çıkmasıdır. Alışverişin genel mantığı ise ihtiyacın “kendiliğinden” karşılandığı o “doğal” durumun yerinden edilmesi ve bu yeni durumda ortaya çıkan bir ihtiyacın yarattığı boşluğun giderilme çabasıdır. Ama almak ya da vermek, bir boşluk kadar, bir dengesizliğe de yol açar. Denge yitimi ise korkutucudur, ardından her tür felaketin beklenebileceği bir farklılaşma ya da eksiltme.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Gemi ~ Ümit AktaşGemi

    Gemi

    Ümit Aktaş

    ...Ve işte o esnada, yani Feveran sisler arasında uzaklara doğru sürüklenip giderken, bindiğimiz bot ardında köpüklü dalgalardan bir iz bırakarak hızla kıyıya doğru yaklaşırken, benim de kalbime düştü birkaç sözcük. Yaşadıklarını arzulayan belki, belki de yadsıyan, ama her şeye rağmen içindeki o umutsuzluğu silip atarak: “Hayır! Hiçbir şey sona ermedi daha ve elbette bir çıkış vardır, bir yol üzerinde yürünüp gidecek.

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur