Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Tüketici Hayat
Tüketici Hayat

Tüketici Hayat

Kübra Oğuz, Zygmunt Bauman

Akışkan modernitenin gelmesiyle birlikte, üreticiler toplumu tüketiciler toplumuna dönüşmüştür. Bu yeni tüketim toplumunda, bireyler aynı anda hem metaların teşvikçisi hem de teşvik ettikleri metalar…

Akışkan modernitenin gelmesiyle birlikte, üreticiler toplumu tüketiciler toplumuna dönüşmüştür. Bu yeni tüketim toplumunda, bireyler aynı anda hem metaların teşvikçisi hem de teşvik ettikleri metalar haline gelmişlerdir. Bunlar hem mal hem pazarlamacı, hem ürün hem seyyar satıcıdır. Hepsi, geleneksel olarak pazar terimiyle tanımlanan aynı sosyal alanda yaşarlar.

Göz diktikleri sosyal ödülleri elde etmek için geçmeleri gereken sınav, kendilerini dikkatleri üzerlerine çekebilecek ürünler olarak yeniden biçimlendirmelerini gerektirir. Tüketicilerin metalara bu incelikli ve yaygın dönüşümü, tüketici toplumunun en önemli özelliğidir. Şu anda içinde yaşadığımız tüketiciler toplumunun gizli gerçeği, en derin ve en sıkı korunan sırrıdır.

Zygmunt Bauman, Tüketici Hayat’ta tüketimci tutum ve davranış kalıplarının sosyal yaşam siyaseti ve demokrasi, toplumsal bölünmeler ve tabakalaşma, topluluklar ve ortaklıklar, kimlik inşası, bilginin üretimi ve kullanımı ve değer tercihlerinin görünüşte bağlantısız çeşitli yönleri üzerindeki etkisini inceliyor.

***

ZYGMUNT BAUMAN, 1925’te Polonya’nın Pozna´ n şehrinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Eğitimini, akademik formasyonunu ülkesinde aldı, 1960’ların sonunda yaşadığı politik bir sorun nedeniyle Polonya’yı terk etmek zorunda kalana dek de hayatını esas olarak burada sürdürdü. Sonrasında adıyla en çok özdeşleşen ülke İngiltere, kurum ise çok uzun yıllar çalıştığı Leeds Üniversitesi’dir. Eserlerinde Antonio Gramsci, Georg Simmel, Theodor Adorno, Hannah Arendt, Jacques Derrida gibi isimlerin izleri görülür. Fazlasıyla üretken bir biliminsanı olan Bauman’ın en önemli çalışmaları arasında, elinizdeki yapıtın yanı sıra Modernite ve Holocaust, Sosyolojik Düşünmek, Modernlik ve Müphemlik, Postmodernlik ve Hoşnutsuzluklukları ile Tellekt’ten yayımlanan Iskarta Hayatlar sayılabilir.

***

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ YA DA TÜKETİCİLER TOPLUMUNUN EN SIKI KORUNAN SIRRI 9

1. TÜKETİMCİLİĞE KARŞI TÜKETİM 37

2. TÜKETİCİLER TOPLUMU 67

3. TÜKETİCİ KÜLTÜR 101

4. TÜKETİMCİLİĞİN TALİ KAYIPLARI 139

NOTLAR 177

DİZİN 183

***

GİRİŞ

YA DA TÜKETİCİLER TOPLUMUNUN EN SIKI KORUNAN SIRRI

“Toplum tarafından kabul gören bir sosyal varlığa dönüşmek, kısaca insanlığa erişmek için verilen sembolik mücadeleyi kaybedenlerinkinden daha kötü bir yoksunluğa, daha kötü bir yokluğa belki de hiç rastlanamaz.” *

Gitgide “ağa bağlanan”, daha doğrusu gittikçe kablosuzlaşan toplumumuzun hızla değişen alışkanlıklarına dair rasgele seçilmiş üç vakaya bir göz atalım.

Birinci vaka The Guardian gazetesi 2 Mart 2006’da “sosyal ağ kurma”nın geçtiğimiz 12 ayda geleceğin trendi olmaktan çıkıp gerçek bir gelişmeye dönüştüğünü açıkladı.1 Yeni icat edilmiş “sosyal ağ kurma” ortamının bir önceki yılki rakipsiz lideri MySpace sitesi altı kat fazla ziyaret edilirken rakip site Spaces.MSN bir önceki yıla göre 11 kez, Bebo.com ise 61 kez daha fazla tıklandı.

Haberin yazıldığı sırada internete henüz yeni düşmüş Bebo’nun bu inanılmaz başarısı muhtemelen saman alevi kadar sürse bile gerçekten de etkileyici bir büyüme söz konusu: İnternet trendlerinde uzmanlaşmış bir ismin uyardığı gibi, “Gelecek yıl bu zamanlarda, bu yılın en başarılı on sitesinin en az yüzde 40’ından eser kalmayacak.” Aynı uzmanın açıklamasıyla, “Yeni bir sosyal iletişim ağı sitesinin kurulması, şehrin en sükseli yerinde yeni bir barın açılması gibidir” (sırf en yeni olduğu için, sıfırdan inşa edilerek veya elden geçerek hizmete sunulan çehresiyle bu sükseli bar “en ateşli”, “herkesin dilindeki”, “bir yerlere gelmiş herkesin boy göstermesi gereken” yer olmaya yönelik bu merhametsiz bayrak yarışında, ertesi günün akşamdan kalmalığı kadar kesin bir şekilde gözden düşmeden ve manyetik çekim gücünü “bir sonraki en yeni”ye devretmeden önce büyük bir trafiği de beraberinde getirecektir).

Bu “sosyal ağ” siteleri bir kez bir okula veya fiziki ya da elektronik bir muhite adım attılar mı “son derece bulaşıcı viral bir enfeksiyon” hızıyla yayılırlar. Bu siteler kaşla göz arasında seçeneklerden herhangi biri olmaktan çıkıp genç kadın ve erkeklerden oluşan şişkince bir kitlenin ilk adresi haline gelir. Açıkça elektronik iletişim ağlarını icat eden ve geliştiren kişiler hassas bir noktaya temas etmişlerdir – ya da uzun zamandır doğru uyaranı beklemiş canlı ve gergin bir sinire dokunmuşlardır. Bu kişiler haklı olarak yaygın görülen acil ve gerçek bir ihtiyacı giderdiklerini düşünerek övünebilirler. Peki ne olabilir bu ihtiyaç? “Sosyal ağ kurmanın merkezinde kişisel bilgilerin alışverişi yatar.” Kullanıcılar “kişisel hayatlarına ait ayrıntıları açığa vurmak”tan, “aktarmak”tan ve “fotoğraf paylaşmak”tan mutludurlar. Tahminlere göre Birleşik Krallık’ta yaşları 13 ila 17 yaşında gençlerin yüzde 61’i, “çevrimiçi sosyalleşme” imkânı sağlayan “iletişim ağı sitelerinden birinde kişisel profil sahibi”.

Son teknoloji elektronik olanakların kullanımı konusunda Uzakdoğu’nun siber yıllarca gerisinden gelen Birleşik Krallık’ta kullanıcılar hâlâ seçme özgürlüklerini dışa vurmak için “sosyal ağlar”a bel bağlayabiliyorlar ve hatta bu ağların gençliğe özgü bir başkaldırının ve kendini ortaya koymanın aracı olduğuna inanabiliyorlar (gençlerin kendilerini ifşa etmek için duydukları eşi görülmemiş, ağ tarafından teşvik edilen ve ağ üzerinden iletilen coşkunun, güvenlik takıntılı öğretmenler ve ebeveynler arasında Allah’ın her günü yol açtığı paniğe ve okul müdürlerinin Bebo gibi siteleri okul sunucularında yasaklamalarına bakıldığında çok daha inandırıcı hale gelen bir varsayım). Buna karşın sözgelimi sosyal hayatın büyük bir kısmının halihazırda düzenli olarak elektronik ortamda yaşandığı (ya da sosyal hayatın çoktan elektronik hayata veya siberyaşama dönüştüğü ve “toplumsal yaşam”ın büyük bir kısmının çoğunlukla bilgisayar, iPod veya cep telefonu üzerinden sürüp, sadece ikincil olarak etten kemikten varlıklar eşliğinde yürütüldüğü) Güney Kore’de gençler önlerinde pek bir seçenek olmadığının farkındadır. Bu gençlerin yaşadıkları yerlerde sosyal hayatı elektronik ortamda sürdürmek artık bir seçenek değil “ya sev ya terk et” tarzı bir mecburiyettir. Güney Kore’nin “göster-anlat kültürü” içindeki sibermarket lideri Cyworld’e bağlanmayan kişileri adeta “sosyal ölüm” beklemektedir.

Bununla birlikte “içsel benlik”in kamusal teşhirine yönelik arzunun ve bu arzuyu tatmin etme isteğinin, doğalarından gelen bir heveskârlıkla “iletişim ağları”nda (bu terim hem beşeri bilimler söyleminde hem de gündelik dilde hızla “toplum” kelimesinin yerini alıyor) yer edinmek ve tutunabilmek için bu amaca en iyi nasıl ulaşacaklarını dahi bilmeden uğraşan bu gençlere has olduğunu, yalnızca nesille açıklanabilen yaşa bağlı bir itki/bağımlılık olduğunu varsaymak vahim bir hata olacaktır. Kamusal itirafa yönelik bu yeni eğilim “yaşa özel” faktörlerle açıklanamaz – sadece bunlarla açıklanması her halükârda olanaksızdır. Eugène Enriquez tüketicilere ait akışkan modern dünyanın her kesiminden gelen ve sayıları hızla artan kanıtlardan türetilmiş mesajı yakın zamanda şöyle özetledi:

Kişi eskiden görünmez olanın –yani insanların özellerinin, içsel yaşamlarının– artık kamusal sahnede (öncelikle televizyonda ama aynı zamanda fiziki sahnede de) teşhir edilmeye davet edildiğini aklından çıkarmadığı vakit, görünmez kalmayı tercih edenlerin reddedilmeye, kenara itilmeye veya suçlu muamelesi görmeye mahkûm olduklarını kavrayacaktır. Fiziksel, sosyal veya ruhsal çıplaklık, çağımızın düzenidir.

Taşınabilir elektronik itiraf aygıtlarıyla donanmış ergen gençler aslında itirafçı bir toplumda yaşama sanatını öğrenmek üzere eğitilmiş ve eğitilmeye devam edilen çıraklardır – söz konusu toplum bir zamanlar özel ile kamusal olanı ayıran çizgiyi yok etmekle, özel olanı kamuya teşhir etmeyi kamusal erdem ve yükümlülük haline getirmekle, şahsi birer sır olarak kalmaya direnen her şeyi, bunları açığa çıkarmayı reddedenlerle beraber yok etmekle nam salmıştır. Bir gözlem kurumuna başkanlık eden Jim Gamble’ın The Guardian’da dile getirdiği gibi, “Okul bahçesinde gördüğünüz her şey burada da temsil edilir” – aralarındaki tek fark bu okul bahçesinde olan biteni gözleyen öğretmenlerin, polislerin veya moderatörlerin olmayışıdır.

İkinci vaka: The Guardian aynı gün, bu kez yukarıda sözü geçenden oldukça farklı, içerik olarak ilgisiz ve başka bir editör tarafından yönetilen bir sayfasında okuyucularına “şirketlere telefonla ulaştıklarında, şirket nazarındaki değerlerine bağlı olarak, daha etkili biçimde hakir görülmeleri için bilgisayar sistemlerinden yararlanıldığı” bilgisini verdi.4 Bilgisayar sistemleri, müşterilerin bilgilerinin saklanması ve aradıkları anda cevaplanarak uzman temsilciye bağlanan birinci sınıf müşterilere verilmiş “1” numaradan sıranın sonuna atılan ve nihayet bağlandıklarında en alt kademeden temsilcilerle görüşen müşterilere verilmiş “3” numaraya kadar (ki bu kişiler kurumsal hayat argosunda “hödük” olarak nitelendirilirler) sıralanmaları demektir.

Birinci vakada olduğu gibi bu vakada da yeni uygulama yüzünden teknoloji suçlanamaz. Nitekim bu yeni ve incelikli yazılım, telefonun ucunda gittikçe büyüyen orduyu sınıflandırmaya halihazırda aşırı ihtiyaç duyan yöneticilerin imdadına yetişmiştir. Burada amaç halihazırda etkin olan ama şimdiye kadar ilkel aletler, yani daha fazla vakit alan ve açık ara daha az etkili olan kendin yap tekniğiyle üretilmiş, ev yapımı veya küçük ölçekli sanayi ürünlerinin yardımıyla uygulanmış ayırıcı ve dışlayıcı pratikleri hızlandırmaktı. Bu tip sistemlere yönelik tedarik ve bakım hizmeti sunan bir şirket temsilcisinin belirttiği gibi “teknoloji yürürlükteki süreçleri alıp daha etkili hale getirir” – “etkili” ifadesi bu durumda anlık ve otomatik anlamına gelir; yani kullanılan sistemler şirket çalışanlarını bilgileri sıraya koyma, kayıtları gözden geçirme, yargıda bulunma ve her arama için ayrı ayrı kararlar alıp bunların sorumluluğunu da üstlenme gibi külfetli işlerden kurtarır. Doğru teknik aygıtın olmadığı durumda, çalışanların kendi zihinlerini zorlayarak ve şirketin değerli vaktinden yiyerek değerlendirmek zorunda oldukları şey, arayan kişinin şirket nezdindeki potansiyel kârlılığıdır: Bir başka deyişle arayan kişinin sahip olduğu nakit veya kredi hacmini ve bunu elden çıkarmaya istekli olup olmadığını değerlendirmelidirler. “Şirketlerin en az değere sahip müşterileri tespit etmeleri gerekir,” diye açıklıyor bir başka yönetici. Başka bir ifadeyle şirketler bir tür “negatif gözetim”e, yani tersine çevrilmiş bir Orwell’ci Büyük Birader veya Panoptikon tarzı gözetime, temel görevi istenmeyenleri süzüp atan ve müdavimleri elde tutan süzgeç benzeri bir mekanizmaya ihtiyaç duyar: Bu da muntazam bir temizliğin nihai etkisi olarak yeniden biçimlenir. Şirketler veri bankasına her şeyden önce “defolu müşteriler”i –tüketici bahçesinin yaban otlarını, para veya kredi kartı yönünden sıkıntıda olan ve/veya alışveriş merakı bulunmayan insanları ya da pazarlamanın dil dökmelerine karşı bağışıklığı olanları– ayıklayacak türden bilgileri sağlayacak bir yola gereksinim duyar. Bu negatif seçilimin sonunda tüketiciler oyununda sadece kaynak yönünden zengin ve hırslı oyuncuların kalmasına izin verilir.

Üçüncü vaka: Birkaç gün sonra yine bir başka editör, yine bir başka sayfada okuyucularına İngiliz İçişleri Bakanı Charles Clarke’ın “en parlak ve en iyi kişileri çekecek”5 ve tabii ki basın bültenindeki versiyonunda Clarke’ın açıklamasının bu kısmını tespit etmek güç bile olsa geri kalanları geri çevirip uzak tutacak “puan bazlı” yeni bir göç sistemini duyurduğunu aktarıyordu: Geri kalanlar ya düzenlemenin tamamen dışında bırakılacaklardı ya da satır aralarında kalacaklardı. Peki bu yeni sistem kimleri cezbetmeyi amaçlıyordu? Yatırım yapacak en çok paraya sahip olanlar ve para kazanma becerileri en çok olanlar. İçişleri bakanı şunları söylemişti: “Bu sistem yalnızca İngiltere’nin ihtiyaç duyduğu vasıflara sahip kişilerin ülkeye geldiğinden ve bunlara sahip olmayanların başvuru dahi yapamadığından emin olmamızı sağlıyor.” O halde nasıl çalışıyor bu sistem? Sözgelimi Yeni Zelandalı genç bir kadın olan Kay, elinde yüksek lisans derecesi olmasına rağmen görece düşük ve kıt maaşlı bir işte çalışıyordur. Bununla birlikte Kay, göçmenlik başvurusu yapmasını sağlayacak 75 puana erişmeyi başaramaz. Bu durumda Kay’in öncelikle bir İngiliz şirketinden iş teklifi alması gerekiyordur. Böylece bu teklif Kay’in “Birleşik Krallık’ın ihtiyaç duyduğu” vasıflara sahip olduğunun bir kanıtı olarak onun lehine kayıtlara işlenebilecektir.

Şüphesiz Charles Clarke insanları seçerken raftaki en iyi malların tercih edildiği piyasa kuralını hayata geçirmiş ilk kişi olduğunu iddia etmeyecektir. Clarke’ın Fransız meslektaşı ve gelecek dönem başkanlık seçimlerinin iddialı adayı Nicolas Sarkozy de, “Seçici göç dünyanın neredeyse bütün demokrasileri tarafından uygulanmaktadır,” demiş ve “Fransa’nın göçmenlerini kendi ihtiyaçlarına göre seçmesi gerektiği”ni beyan ederek sözüne devam etmiştir.

Gazetenin üç farklı bölümünde haber olan ve hayatın bambaşka alanlarına ait olduğunu farz ettiğim bu üç vakanın her biri kendi içindeki kurallara göre ve birbirinden bağımsız aktörler tarafından kontrol edilip hayata geçirildi. Farklı köken, yaş ve çıkar gruplarından insanları etkileyen, birbirleriyle bu kadar alakasız görünen vakalar ve tamamen ayrı zorluklarla yüzleşen, apayrı sorunları çözmeye uğraşan insanlar… Bunları yan yana koyup aynı kategorinin numuneleri olarak görmenin herhangi bir sebebi olup olmadığını sorabilirsiniz. Cevabım evet olacaktır. Evet, bunları bağdaştırmamın bir sebebi var ve her sebep gibi bu da oldukça geçerli.

İlgi çekme ve sosyalleşme oyununda kalmak için gereken kabulü ve onayı bir ihtimal elde edebilme umuduyla, hırslı ve hevesli bir şekilde özelliklerini teşhir eden öğrenciler; daha iyi hizmet almak için harcamalarını ve kredi limitlerini artırma ihtiyacı hisseden potansiyel müşteriler; başvurularının değerlendirilmesini sağlamak amacıyla kendilerinden beklenen yeteneklere kanıt oluştursun diye aferin toplamaya uğraşan göçmen adayları – birbiriyle alakasız görünen bu üç insan grubu da çekici ve arzulanan bir metanın reklamını yapmaya ve aynı şekilde erişebildikleri en iyi araçları kullanarak sattıkları ürünlerin pazarını genişletmek için ellerinden geldiğince çabalamaya sürükleniyor, ikna ediliyor veya zorlanıyor. Pazarlamaya, reklamını yapmaya ve satmaya teşvik edildikleri meta ise kendilerinden başkası değil.

Söz konusu kişiler aynı anda hem bu metaların pazarlayıcısı hem de pazarladıkları metadırlar. Aynı zamanda hem mal hem de pazarlama elemanıdırlar, hem ürünün kendisi hem de gezici satış temsilcisidirler (şimdiye kadar bir akademik iş ilanına veya araştırma fonuna başvurmuş herhangi bir akademisyenin bahsi geçen deneyimdeki tanıdık çıkmazı kolaylıkla fark edeceğini eklememe izin verin). Bu kişiler istatistiki tabloları hazırlayanlar tarafından hangi parantezin içine yerleştirilirlerse yerleştirilsinler hepsinin ikamet ettiği yer piyasa adıyla bilinen toplumsal mekânın aynısıdır. Meşgaleleri devlet arşivcileri ve araştırmacı gazeteciler tarafından hangi başlık altında sınıflandırılırsa sınıflandırılsın (isteyerek, zorunluluktan veya çoğunlukla her ikisinden ötürü) sürdürmekte oldukları faaliyet pazarlamadır. Göz koydukları toplumsal ödüllerin kendilerine bahşedilmesi için geçmeleri gereken sınava göre kendilerini bir meta olarak yeniden şekillendirmeleri lazımdır: Yani dikkatleri cezbederek talep ve müşteri çekebilen bir ürün olarak.

Siegfried Kracauer hâlâ geçici heves ve zaafların biçimsiz yığını içinde kaybolmuş halde olan ve gelecekten haber veren trendlerin güçbela görülen ve henüz tam netleşmemiş hatlarını ayırt edebilmek gibi olağanüstü bir yetenekle donatılmış bir düşünürdü. Üreticiler toplumundan tüketiciler toplumuna dönüşümün embriyonik aşamada olduğu, daha doğrusu henüz başladığı, bu yüzden de daha dikkatsiz ve öngörüsüz gözlemcilerce gözden kaçırıldığı 1920’lerin sonlarında bile Kracauer şöyle demişti:

İnsanların çok sayıda güzellik salonuna koşturması kısmen varoluşsal kaygılardan kaynaklanıyor. Dahası kozmetik ürün kullanımı her zaman bir lüks değildir. Modalarının geçtiğini düşünerek tedavülden kaldırılma korkusu duyan hanımefendiler ve beyefendiler saçlarını boyarlarken, 40 küsur yaştakilerse zayıf kalabilmek için spora başlıyor. Piyasaya yeni sürülen bir kitapçığın başlığı “Nasıl Güzelleşebilirim?” olurken gazetelerdeki reklamlarda bu kitapçığın “şimdi ve sonsuza dek genç ve güzel kalma”nın yollarını gösterdiği yazıyor.

Kracauer’in 1920’lerin Berlin’inde dikkate değer acayiplikler olarak kayda geçirdiği yeni alışkanlıklar dünya genelinde günlük birer rutine (ya da en azından bir hayale) dönüşene dek adeta bir orman yangını gibi yayılmaya devam etti. 80 yıl sonra Germaine Greer gözlemlerini şöyle dile getirecekti: “Kuzeybatı Çin’in en uzak yerlerinde bile kadınlar destekli sutyenler ve flörtöz etekler uğruna pijama takımlarını rafa kaldırdı, dümdüz saçlarını dalgalandırıp boyattı ve kozmetik ürünler alabilmek için para biriktirdi. Bunun adı liberalleşmeydi.”

Kracauer’in Berlin’deki kadınların tutkularının farkına varmasından ve onları betimlemesinden yarım yüzyıl sonra bir başka önemli Alman düşünür Jürgen Habermas, üreticiler toplumunun son günlerini yaşadığı bir dönemde yazma deneyiminin getirdiği ilave bir avantajla kapitalist devletin temel fonksiyonunun, ki buna raison d’être de denir, “sermayenin ve emeğin metalaştırılması” olduğunu öne sürdü. Habermas’ın işaret ettiği gibi kapitalist toplumun yeniden üretimi satıcı kılığındaki sermaye ile meta kılığındaki emek arasında sonsuza dek tekrar eden işlemsel karşılaşmalar sayesinde gerçekleşiyorsa eğer, kapitalist devletin bu karşılaşmaların düzenli olduğundan ve amacına ulaştığından emin olmak zorundadır: Yani alım ve satım işlemleriyle doruğa çıkmaları gerekir.

Karşılaşmaların hepsinde veya en azından düzgün bir kısmında bu doruğa ulaşılması için, sermaye bir şekilde metanın o sıradaki ücretini ödeyebilmeli, ödemeye istekli olmalı ve bu istekle hareket etmeye cesaret etmelidir. Emtia piyasalarının kötü şöhretli kestirilmezliklerinden doğabilecek risklere karşı devletin sunduğu poliçe sigortalarla içini rahatlatmalıdır. Öte yandan emekse, potansiyel alıcıları cezbetmek, onaylarını almak ve onların gördüklerini alacak şekilde akıllarını çelmek üzere taptaze tutulmalı. Aynı sermayedar ların paralarını emeğe yatırmaya teşvik edilmelerinde olduğu gibi, emeği kapitalist alıcılar nazarında çekici hale getirmek devletin fiilî işbirliği olmadan bırakın güvence altına alınmayı, başarılması bile mümkün olmayan bir şeydir. İş arayanların düzgün beslenmesi ve sağlıklı olması, disiplinli davranmaya alışık olması ve aradıkları işin mesleki rutinlerinin gerektirdiği vasıflara sahip olması gerekir.

Bugünlerde iktidar ve kaynak açıkları, metalaştırma görevini yerine getirmekle uğraşan birçok ulus devletin başına bela oluyor – söz konusu açıklar, gerek sermaye, emek ve emtia piyasalarının küreselleşmesinden gerekse üretim ve ticaretin modern formlarının dünya geneline yayılmasından ötürü, yerel sermayenin her zamankinden yoğun bir rekabete maruz kalmasının ve bunun yanında emeğin metalaştırılmasının en büyük ve en vazgeçilmez aracı olan “refah devleti”ne ait giderlerin hızla artmasının sonucudur.

Gerçekte, üreticiler toplumundan tüketiciler toplumuna giden yolda sermayenin ve emeğin metalaştırılması ve yeniden metalaştırılması için atılan adımlar deregülasyon ve özelleştirme denen, henüz tamamlanmamış olmakla birlikte istikrarlı, ayrıntılı ve görünüşe göre tersine çevrilmeyen eşzamanlı süreçlerden geçti.

Bu süreçlerin hızı ve gitgide artan temposu yeknesaklıktan uzak olageldi ve öyle olmaya da devam ediyor. Aynı süreçler (tamamı değilse bile) çoğu ülkede, söz konusu emek olunca sermayeye kıyasla çok daha radikal seyretmişe benziyor. Sermayenin yeni girişimleri –neredeyse bir kural olarak– azalmaktan ziyade artan bir ölçekle depolarının hükümet sandıklarından dolmasını sağlamaya devam ediyor. Ek olarak sermayenin emeği satın alma kabiliyeti ve isteği devlet tarafından düzenli olarak desteklenmeye devam ediyor. Bu sırada devlet de sendikaların savunmacı faaliyetlerinin önüne yasal engeller çıkarma yoluyla toplu pazarlık ve iş güvenliği mekanizmalarını yürürlükten kaldırarak “işgücü maliyeti”ni kısmak için çabalıyor. Bütün bunlara ek olarak ithalatın vergilendirilmesi, ihracata vergi indirimleri sunulması ve hissedarların paylarının kamu fonlarından karşılanan devlet komisyonlarıyla sübvanse edilmesi şirketlerin ödeme gücünü beklenenden çok daha fazla ayakta tutuyor. Örneğin…

 

 

 

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Kurgu Dışı Popüler Kültür
  • Kitap AdıTüketici Hayat Tellekt
  • Sayfa Sayısı184
  • YazarZygmunt Bauman
  • ÇevirmenKübra Oğuz
  • ISBN9786257118194
  • Boyutlar, Kapak13,5x20 cm, Karton Kapak
  • YayıneviTellekt / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Akışkan Modernite ~ Zygmunt BaumanAkışkan Modernite

    Akışkan Modernite

    Zygmunt Bauman

    “‘Modern olmak’ demek, modernize etmek demektir – takıntılı, saplantılı bir şekilde modernize etmek; kimlik bütünlüğünü korumak bir yana, sadece ‘olmak’ değil, tamam olmaktan kaçarak,...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur