Yazmak, okumak ve hayat üzerine edebiyat dersleri…
Yaşayan en büyük öykü yazarlarından George Saunders, edebî hünerlerini ve şaşırtıcı analiz yeteneğini bu kez işin düşünce üretme kısmında da konuşturuyor.
Yağmur Altında Yüzmek; Rus edebiyatının büyük üstatları Çehov, Turgenyev, Tolstoy ve Gogol’ün klasikleşmiş öykülerine eğilerek bir yanıyla Rus edebiyatına giriş mahiyetinde bir yanıyla da yazma uğraşısında ustalık üzerine derin düşünceler üreten, ufuk açıcı bir rehber.
Son yirmi yıldır Amerika’nın en iyi genç yazarlarının akıl hocalığını üstlenen Saunders’ın, Syracuse Üniversitesi’nde Rus öyküsü üzerine verdiği derslerin bir uzantısı olan bu kapsamlı çalışma, “Eğer bir öykü bizi çektiyse, kendini okuttuysa bunu nasıl yaptı?” sorusunun izinden yürüyerek iyi bir öyküyü oluşturan elementlerin neler olduğunu açıklığa kavuşturuyor.
Bu Rus öyküleri beni nasıl değiştirdiyse benim öykülerimin de başkalarını böyle etkileyip değiştirmesini istiyorum.
Anton Çehov’un “Arabada”, “Tatlım” ve “Frenküzümü”; İvan Turgenyev’in “Şarkıcılar”; Lev Tolstoy’un “Efendi ile Kul” ve “Çömlek Alyoşa”; Nikolay Gogol’ün ise “Burun” isimli öykülerine yer veren Yağmur Altında Yüzmek, ilgili metinleri satır satır çözümleme, anlamlandırma ve yorumlama olanağı sunuyor. Kitabın sonunda bulunan alıştırmalar ise yazmaya heveslenenlerin yaratıcılığını tetikliyor.
George Saunders, her öyküden sonra bir denemeyle kurmacanın nasıl işlediğini ele alırken fikirlerini ortaya koyuyor, okuru kendi tepkileri ile tanıştırıyor ve öykünün okurda bıraktığı hissiyata dair bazı teknik açıklamalarda bulunuyor. Yazar ayrıca seçtiği öyküler aracılığıyla anlatının kendi çalışma prensiplerinin nasıl işlediğini, bir öyküyü neden okumaya devam ettiğimizi yahut onu yarıda bıraktığımızı profesör kimliğinden sıyrılmış gönüllü bir edebiyat elçisi edasıyla açıklıyor.
Okurun ya da yazarın edebî bir metni kendi hür iradesiyle incelemesine rehberlik ederken etkileşimli bir edebiyat dersi ortamı yaratan kitap; sadece iyi bir yazının nasıl ilmek ilmek dokunduğunu değil, aynı zamanda okurken zihnin nasıl çalıştığını da derinlemesine irdeliyor.
Yapay zekânın kurmacaya kafa tuttuğu bir çağda kurmacanın neden her zamankinden daha önemli olduğunu vurgulayan Saunders, hayata daha büyük bir merakla, sorular sorarak yaklaşmanın ve bir nevi kendini eğitmenin kurmaca ile mümkün olup olmadığını tartışıyor.
Türkçeye iki ayrı dilden yapılmış bir çeviri süreciyle kazandırılan kitapta; Saunders’ın öyküleri değerlendirip yorumladığı denemeleri İngilizceden çevrilirken Rus yazarların öyküleri ise metinlerin özgün dili olan Rusçadan çevrildi.
19. yüzyıl büyük Rus yazarlarının edebî duruşlarına, bakış açılarına ve dünya görüşlerine geniş bir perspektiften bakan Yağmur Altında Yüzmek yazardan okura, editörden çevirmene, edebiyatla gönül bağı kurmuş herkese ilham verecek bir kılavuz kitap.
Bir öyküye başlamak için fikre ihtiyacınız olmaz. Sadece bir cümleye ihtiyacınız olur.
İçindekiler
Başlıyoruz 9
ARABADA • Anton Çehov 17
Sayfa Sayfa Gitmek: “Arabada” Öyküsü Üzerine Düşünceler 18
Aklıma Gelmişken 1 69
ŞARKICILAR • İvan Turgenyev 74
Öykünün Kalbi: “Şarkıcılar” Öyküsü Üzerine Düşünceler 93
Aklıma Gelmişken 2 123
TATLIM • Anton Çehov 134
Bir Örüntü Öyküsü: “Tatlım” Öyküsü Üzerine Düşünceler 147
Aklıma Gelmişken 3 178
EFENDİ İLE KUL • Lev Tolstoy 184
Ve Yola Devam Ettiler: “Efendi ile Kul” Öyküsü Üzerine Düşünceler 230
Aklıma Gelmişken 4 260
BURUN • Nikolay Gogol 266
Doğruya Açılan Kapı Tuhaflık Olabilir: “Burun” Öyküsü Üzerine Düşünceler 291
Aklıma Gelmişken 5 323
FRENKÜZÜMÜ • Anton Çehov 332
Yağmur Altında Yüzmek: “Frenküzümü” Öyküsü Üzerine Düşünceler 343
Aklıma Gelmişken 6 364
ÇÖMLEK ALYOŞA • Lev Tolstoy 372
Eksiltmenin Bilgeliği: “Çömlek Alyoşa” Öyküsü Üzerine Düşünceler 378
Aklıma Gelmişken 7 403
Bitiriyoruz 406
EKLER
Ek A: Bir Çıkarıp Atma Alıştırması 416
Ek B: Bir Geliştirme Alıştırması 421
Ek C: Bir Çeviri Alıştırması 424
TEŞEKKÜR 429
KAYNAKLAR 431
Başlıyoruz
Son yirmi yıldır Syracuse Üniversitesi’nde, on dokuzuncu yüzyıl Rus öyküsü çevirileri üzerine ders veriyorum. Öğrencilerimin arasında Amerika’nın en iyi genç yazarları var. (Her yıl başvuran altı-yedi yüz kişi arasından altı yeni öğrenci seçiyoruz.) Zaten harika bir şekilde donanımlı geliyorlar. Üç yıl içinde yapmaya çalıştığımız şey, benim “ikonik mekân”1 dediğim şeyi elde etmelerine yardımcı olmak; yani onları eşsiz olarak kendileri kılan şeyi, güçlerini, takıntılarını, zayıflıklarını, kendine özgü yanlarını, neleri varsa onu kullanarak sadece kendilerinin yazabilecekleri öyküleri kaleme alacakları mekânı elde etmelerini sağlamaya çalışıyorum. Bu aşamada, zaten iyi yazdıkları varsayılıyor; amaç onlara rahat ve neşeli şekilde kendileri olmalarını sağlayacak teknik araçları edinmeleri için yardımcı olmak. Rus edebiyatı dersinde, biçim denen şeyin fiziksel özelliklerini anlamayı umarak (“Bu şey nasıl işliyor acaba?”) neler yapmışlar diye bazı büyük Rus yazarlara bakıyoruz. Bazen de onlardan ne çalabileceğimizi görmek üzere okuyoruz, diyorum yarı şaka yarı ciddi. Birkaç yıl önce, bir dersten sonra (sonbahar havasında uçuşan tebeşir tozları, köşede tıngırdayan eski bir radyatör, dışarıda bir yerde çalışan yürüme bandı vb.) hayatımın en iyi anlarını, kendimi dünyaya kıymetli bir şey veriyormuş gibi hissettiğim anları o Rus edebiyatı dersinde geçirdiğimi fark ettim. Derste kullandığım öyküler, üzerlerinde çalıştığımız sırada sürekli yanımda, kendi yazdıklarımı ölçtüğüm yüksek birer çıta olarak duruyor.
(Bu Rus öyküleri beni nasıl etkileyip değiştirdiyse benim öykülerimin de başkalarını böyle etkileyip değiştirmesini istiyorum.) Bunca yılın ardından bu metinler, artık eski arkadaşlarım sanki, yani ne zaman bu dersi versem yeni bir grup parlak genç yazarla tanıştırdığım arkadaşlarımmış gibi geliyor bana. O yüzden bu kitabı yazmaya, öğrencilerimle benim yıllar içinde keşfettiğimiz şeyleri kâğıda geçirmeye ve böylece bu dersin makul bir biçimini sizlere de sunmaya karar verdim. Bir dönemde otuz öykü okuyabiliyoruz, ders başına iki üç tane ama bu kitabın amaçları çerçevesinde yedi taneyle sınırlı kalacağız. Seçtiğim öyküler Rus yazarlarının geniş bir kadrosunu temsil etmiyor (sadece Çehov, Turgenyev, Tolstoy ve Gogol var), bu yazarların en iyi öyküleri de değil.
Bunlar sadece sevdiğim ve yıllardır kolayca ders konusu yapılabilir bulduğum yedi öykü. Eğer hedefim öykü okumayan birine öykü sevdirmek olsaydı ona önereceğim öyküler arasında bunlar yer alırdı. Bu öyküler, bana göre bu biçimin zirvede olduğu bir döneme ait önemli öyküler. Ama hepsi de aynı ölçüde harika değil. Bazıları birtakım kusurlara rağmen harika. Bazıları da kusurları yüzünden harika. Bazıları benim biraz ikna etme çabamı gerektirebilir (bunu zevkle yaparım). Asıl konuşmak istediğim şey öykü biçiminin kendisi ve bunlar da bu amaca uygun öyküler: yalın, açık seçik, doğal. Genç bir yazarın bu dönemin Rus öykülerini okuması, genç bir bestecinin Bach çalışmasına benzer. Biçimin bütün temel ilkeleri buradadır. Öyküler yalın ama etkileyicidir. Onlarda olup bitenlere ilgi duyarız. Onlar meydan okumak, harekete geçirmek ve öfkelendirmek üzere yazılmış. Ve karmaşık bir şekilde, teselli etmek için… Büyük ölçüde sakin, evcimen ve apolitik olan bu öyküleri okumaya başladığımız zaman bu fikir size tuhaf gelebilir ama bu, bir direniş edebiyatıdır; baskıcı bir kültürdeki sürekli sansür tehdidi altında olan ilerici yenilikçiler tarafından, bir yazarın politikasının sürgünle, hapisle, idamla sonuçlanabileceği bir zamanda yazılmış bir edebiyattır. Öykülerdeki direniş sessizdir, dolaylıdır ve belki de en radikal fikirden gelir: “Bütün insanlar dikkate alınmaya değer ve evrenin bütün iyilik ve kötülük olanağının kökenlerine, çok sıradan bile olsa, tek bir insanı ve onun aklında olup bitenleri gözleyerek ulaşabiliriz.” Ben Colorado Madencilik Okulu’nda mühendislik okudum ve edebiyata çok geç, edebiyatın amaçlarını belli şekilde düşünerek geldim.
Bir yaz vakti, geceleyin Gazap Üzümleri’ni okurken şiddetli bir deneyim yaşamıştım; petrol sahalarında “sismik sensörcülük” denen işi günlerce yaptıktan sonra, annemlerin Amarillo’da kapı önüne park ettikleri eski bir karavanın içinde okudum kitabı. İşyerindeki çalışma arkadaşlarım arasında bir Vietnam gazisi vardı, ovanın ortasında sonuna kadar açılmış bir radyo programcısı sesiyle patlardı sesi (“SAVVAŞ DENİR BUNA, EY AMARILLO!”); bir de hapisten yeni çıkmış bir eski mahkûm vardı, o da her sabah minibüsle çalıştığımız çiftliğe doğru yol alırken o gece “manitasıyla” denedikleri yeni ve enteresan şeyler konusunda beni bilgilendirirdi ve ne yazık ki anlattığı görüntüler o zamandan beri aklımdan çıkmadı. Böyle bir günün ardından Steinbeck okurken roman canlandı.
Edebî dünyanın bir uzantısında çalıştığımı anlayıverdim. Aynı Amerika’ydı bu, on yıllar sonra olsa da. Ben yorgundum, Tom Joad yorgundu, ben nasıl büyük ve zengin bir güç tarafından kullanılmış hissediyorsam kendimi, Rahip Casy de öyle hissediyordu. Kapitalist canavar beni ve yeni arkadaşlarımı eziyordu, tıpkı yine 1930’larda Kaliforniya’ya giden yolda bu kara parçası içine sıkışıp kalmış bölgeden araçlarıyla geçen Oklahomalıları ezdiği gibi. Biz de onlar gibi kapitalizmin şekli şemaili bozulmuş birer artığıydık, iş yapmanın zorunlu maliyetiydik. Kısacası, Steinbeck benim karşıma çıkan hayat hakkında yazıyordu. Benim varmakta olduğum aynı sorulara varmıştı ve bana onları yanıtlamak ne kadar acil geliyorsa ona da öyle gelmişti.
Birkaç yıl sonra keşfettiğim Ruslar da beni aynı şekilde etkiledi. Edebiyata bir süsleme olarak değil, hayati bir ahlaki-etik araç olarak bakıyorlardı. Onları okuyunca sizi değiştiriyorlardı; dünyayı daha farklı, daha ilginç bir hikâye anlatır hâle getiriyorlardı, içinde anlamlı bir rol sahibi olabileceğiniz ve sorumluluklarınız olan bir hikâye. Fark etmişsinizdir, yozlaşmış bir çağda, üstünkörü, bayağı, gündem soslu, aşırı hızlı dağılan enformasyon patlamalarının bombardımanında yaşıyoruz. Yirminci yüzyılın büyük Rus öykü ustası İzak Babel’in dediği gibi, “Hiçbir mızrak insan kalbini tam yerine konmuş bir nokta kadar soğukkanlı bir şekilde parçalayamaz” diye düşünülen bir âlemde biraz vakit geçirmek üzereyiz.
Çağımızın belki tümüyle onaylamadığı ama bu yazarların örtük şekilde sanatın hedefi olarak kabul ettiği özel bir amaçla, yani büyük sorular sormak amacıyla titizce hazırlanmış yedi ayrı dünya modelinin içine gireceğiz: Burada nasıl yaşamamız bekleniyor? Buraya ne yapmak üzere getirildik? Neye değer vereceğiz? Doğru nedir ve onu nasıl tanıyabiliriz? Bazı insanların her şeyi varken, diğerlerininse hiçbir şeyi yokken kendimizi nasıl huzurlu hissedebiliriz? Başka insanları sevmemizi bekleyen ama sonra bizi onlardan ne olursa olsun kaba şekilde ayıran bir dünyada neşe içinde nasıl yaşayabiliriz? (Yani o Rus tarzı, şen şakrak, büyük sorular…) Bir öykünün bu tür sorular sorması için önce onu bitirmemiz gerekiyor. Bizi içine çekmeli, devam etmeye zorlamalı. O yüzden bu kitabın hedefi, asıl olarak teşhise yönelik: Eğer bir öykü bizi çektiyse, kendini okuttuysa bunu nasıl yaptı? Ben eleştirmen, edebiyat tarihçisi ya da Rus edebiyatı uzmanı değilim. Benim sanat hayatımın odağı, bir okurun kendini bitirmeye mecbur hissedeceği, duygusal olarak etkileyici öyküler yazmayı öğrenmeye çalışmak oldu. Kendimi uzmandan ziyade vodvilci sayıyorum. Eğitime yaklaşımım, akademik olmaktan çok (“Bu bağlamda, Diriliş, Rus zeitgeist’ı için süregiden bir konu olan politik devrimin metaforudur”), stratejik (“Neden köye bir daha dönmek zorunda olalım?”).
Burada öne sürdüğüm temel alıştırma şu: Öyküyü oku, sonra yaşadığın deneyimi aklında bir tart. Özellikle etkileyici bulduğun bir yer var mıydı? Karşı çıktığın ya da senin aklını karıştıran bir şey? Kendini parçalarken ya da sıkılmış veyahut baştan düşünürken bulduğun bir an oldu mu? Hikâyeyle ilgili aklını kurcalayan sorular var mı? Her yanıt makbuldür. Eğer sen (iyi kalpli çalışkan okurum) bir şey hissettiysen o geçerlidir. Eğer seni şaşırttıysa bahse değer. Eğer sıkıldıysan ya da kızdıysan değerli bir bilgidir bu da. Yanıtını edebî dille süslemene ya da onu “tema”, “olay örgüsü” ya da “karakter gelişimi” gibi terimlerle ifade etmene gerek yok. Bu öyküler elbette Rusça yazılmış.
Bende en çok etki bırakan ya da bazen, yıllar önce bulup o zamandan beri derste kullandığım İngilizce çevirileri kullanıyorum. Rusça okuma yazmam yok, o yüzden aslına sadık çeviriler olduklarını savunamam (ama ilerledikçe bu konuyu da ele alacağız).2 Bu öykülere İngilizce yazılmışlar gibi bakmamızı, fakat Rus okuru için sahip oldukları Rusça müziği ve ayrıntıları kaçırdığımızı bilerek ele almamızı öneriyorum. Beraber sormamızı önerdiğim şey asıl şu: Ne hissettik ve nerede hissettik? (Tutarlı bütün entelektüel çalışmalar sahici bir tepkiyle başlar.) Her öyküyü okuduktan sonra, ben bir denemeyle kendi düşüncelerimi ortaya koyacağım, sizi kendi tepkilerimle tanıştıracağım, hikâyeyi açıklamaya çalışıp hissettiğimiz şeyi, hissettiğimiz yerde neden hissettiğimize dair bazı teknik açıklamalar sunacağım. Eğer söz konusu öyküyü okumazsanız onunla ilgili denemenin anlam taşımayacağını söylemem gerekiyor. Bu denemeleri öyküyü okumayı yeni bitirmiş ve tepkisi aklında taze olanlar için hazırlamaya çalıştım. Bu benim için yeni bir yazma tarzı, her zamankinden daha teknik. Umarım denemeler ilgi çekicidir elbette ama yazarken sürekli “çalışma/alıştırma kitabı” terimi geldi aklıma: Alıştırma, bazen de ağır bir alıştırma kitabı olacak. Ama kendimizi bu öykülerde ilk okumada ortaya çıkmayacak kadar derinlere götürme niyetiyle, beraber yapacağımız bir alıştırma. Burada düşünülen şey öyküler üzerinde yakından çalışmanın, biz kendi öykümüz üzerinde çalışırken onları bizim için daha yakın kılması; onlarla bu yoğun ve bir bakıma zorunlu yakınlaşmanın yazmak denen şeyin önemli bir parçası olan ani sapmaları ve içgüdüsel hamleleri anbean sağlayacağını düşünüyorum. Yani bu, yazarlara ama aynı zamanda, umarım, okurlara yönelik bir kitap.
Son on yıl boyunca dünyanın dört bir yanında konuşma, okuma etkinliklerine katılma ve binlerce heyecanlı okurla tanışma fırsatım oldu. Onların edebiyata olan tutkusu (salondaki sorulardan, imza masalarındaki ve kitap kulüplerindeki sohbetlerden belli olan bir tutku) beni dünyada iyi iş yapmayı hedefleyen büyük bir yeraltı örgütü olduğuna ikna etti. Okumayı hayatlarının merkezine koymuş insanlardan oluşan bir ağ bu; bu insanlar okumanın onları daha açık, cömert insanlar hâline getirdiğini biliyorlar. Bu kitabı yazarken bu insanlar vardı aklımda. Onların benim çalışmama cömertçe ilgi göstermesi ve edebiyat hakkındaki merakları, ona inanmaları, beni de burada sınırları zorlayabileceğime inandırdı; yaratıcı sürecin gerçekten nasıl işlediğini araştırırken gerektiği kadar teknik, detaycı ve samimi olmaya sevk etti. Nasıl okuduğumuzu incelemek, aklın nasıl işlediğini incelemektir: onun bir önermenin doğruluğunu değerlendirme tarzı, zaman ve mekân içinde başka bir akılla (yani yazarın aklıyla) ilişki içinde davranma tarzı.
Burada yapacağımız şey, özünde kendimizi okurken seyretmek olacak (tam şimdi, okurken ne hissettiğimizi şekillendirmeye çalışmak yani). Bunu neden yapmak isteyelim? Çünkü aklın bir öyküyü okuyan tarafı, aynı zamanda dünyayı okuyan tarafıdır; bizi kandırabilir ama hassas olmak üzere eğitilebilir de; kullanılmaz hâle gelebilir ve bizi tembel, vahşi, maddeci güçlere açık hâle sokabilir; ama aynı zamanda bizi tekrar hayata sevk edebilir, bizi gerçekliğin daha etkin, meraklı, uyanık okurları hâline getirebilir. Kitap boyunca öyküler hakkında düşünmenin bazı modellerini sunacağım. Bunların hiçbiri “doğru” ya da yeterli değil. Onları retorik deney balonları olarak düşünün. (“Bir öykü hakkında böyle düşünürsek ne olur? Bu yararlı mı?”) Eğer bir model size çekici gelirse onu kullanın. Gelmezse bırakın. Budizmde bir öğretinin “gökteki Ay’ı gösteren parmak” gibi olduğu söylenir. Ay (aydınlanma) temel şeydir ve işaret eden parmak bizi ona yöneltmeye çalışır ama parmakla Ay’ı karıştırmamak önemlidir. Yazar olanlarımız için; bir gün beğendiklerine benzer, içine keyifle daldığımız ve kısa bir süreliğine bize gerçeklik denen şeyden daha gerçek görünen bir öykü yazmayı hayal edenler için hedef (“Ay”) böyle bir öykü yazmayı sağlayacak bir akıl durumunu elde etmektir. Atölye konuşmalarının, öykü kuramlarının ve aforizmavari, zekice, zanaate sevk eden sloganların hepsi Ay’ı gösteren, bizi o akıl hâline götürmeye çalışan parmaklardır. Bu parmağı kabul etmek ya da reddetmek için ölçüt şudur: “İşe yarıyor mu?” Burada bu düşünceyle hareket ettim.
Arabada
Anton Çehov
(1897)
Sayfa Sayfa Gitmek
“Arabada” Öyküsü Üzerine Düşünceler
Yıllar önce, o zamanlar The New Yorker dergisinin edebiyat editörü olan Bill Buford’la meşakkatli birtakım öykü düzeltmeleri hakkında telefonda konuşurken, bir iltifat alabilmek için sızlana sızlana sordum: “Ama hikâyenin neresini beğendin?” Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu. Sonra Bill şöyle dedi: “Yani, bir satır okuyorum, beğeniyorum… Bu da bir sonrakini okumamı sağlıyor.” Bu kadardı: Onun ve herhâlde derginin öykü estetiğinin tamamı bu kadardı. Bu mükemmel bir şey. Öykü denen şey bir çizgisel zaman olgusudur. Satır satır ilerler ve bizi büyüler (ya da büyülemez). Öykünün bize etkide bulunması için onun içine çekilmemiz gerekir. Yıllardır bu fikirle çok rahat ettim. Yazmak için edebiyatla ilgili büyük bir teoriye ihtiyaç duymuyorum. Kaygılandığım tek şey var: Dördüncü satırı okuyan aklı başında biri, beşinci satıra devam etmek için gerekli elektriği alabilecek mi?
Bir öyküyü okumaya neden devam ederiz?
Çünkü devam etmek isteriz.
Neden isteriz?
Bu da milyon dolarlık bir sorudur: Okuru okumaya devam ettiren
şey nedir?
Fizik yasaları gibi edebiyat yasaları da var mı? Bazı şeyler diğerlerinden daha mı etkili olur? Okurla yazar arasındaki bağı kuran ve kıran nedir?
Yani, nasıl bilebiliriz?
Bunun bir yolu satırdan satıra ilerlerken aklımızı takip etmek
olabilir.
Bir öykü (herhangi bir öykü, her öykü) anlamını hıza bağlı olarak, anbean küçük yapısal nabız atışlarıyla oluşturur. Bir parça metin okuruz ve bir dizi beklentiye kapılırız. “Yetmiş katlı binanın tepesinde bir adam duruyordu.” Adamın atlaması, düşmesi ya da aşağı itilmesi gibi bir şey beklemiyor musunuz? Öykü bu beklentiyi dikkate alırsa memnun olursunuz ama üstünkörü ele alırsa olmazsınız. Bir öyküyü basitçe bu tür beklentiler/çözüm anları dizisi olarak görebiliriz. İlk öykümüz olan Anton Çehov’un “Arabada”sına dair giriş yazısında belirttiğim “temel alıştırma” için bir istisna yapmayı ve öyküye benim Syracuse Üniversitesi’ndeki derslerde kullandığım bir alıştırma yoluyla yaklaşmamızı önereceğim. Bu şöyle olacak: Size öyküyü sayfa sayfa vereceğim. O sayfayı okuyacaksınız. Sonra, nereye geldiğimizin muhasebesini yapacağız. Bu sayfa bize ne yaptı? O sayfayı okuduktan sonra, daha önce bilmediğimiz neyi öğrendik? Öyküyü kavrayışımız nasıl değişti? Bir sonraki adımda ne olmasını bekliyoruz? Okumaya devam etmek istiyorsak bunu neden istiyoruz? Başlamadan önce şunu unutmayalım ki bu noktada “Arabada” adlı öykü konusunda zihninizin bomboş olduğu apaçık bir şey.
ARABADA
Kasabadan sabahın sekiz buçuğunda çıktılar. Şose yol kuruydu, enfes nisan güneşi sıcacık ısıtıyordu, ama hendeklerde ve ormanda hâlâ kar vardı. Kötü, karanlık, uzun kış artık geçmişti; bahar gelmişti birdenbire ama ne sıcakta baharın yoğun, yakıcı nefesiyle ısınan berrak orman, ne tarlalardaki göle benzeyen dev su birikintilerinin üstünde dolanan kara sürüler ne de büyük mutlulukla içine alacakmış gibi duran, dipsiz görünen bu mucizevi gökyüzü yeni ve ilginç geliyordu o sırada arabada oturan Marya Vasilyevna’ya. Öğretmenliğe başlayalı on üç yıl olmuştu ve bunca yıl maaş için şehre kaç kez gittiğini saymaya imkân yoktu; şimdiki gibi ilkbahar mıydı, yağmurlu bir sonbahar akşamı mıydı, yoksa kış mıydı; bu onun için fark etmezdi ve her zaman tek bir şey isterdi: oraya bir an önce varmak. Sanki uzun, çok uzun bir süre, yüzyıl boyunca bu bölgelerde yaşamış gibi bir his vardı içinde ve şehirden okuluna kadar uzanan yoldaki her taşı, her ağacı biliyormuş gibi geliyordu ona. Geçmişi, bugünü oradaydı; başka bir gelecek de hayal edemiyordu, bir çırpıda okul, şehre giden yol ve gerisingeri yine okul, yine yol…
Artık zihniniz o kadar boş değil. Zihninizin durumu nasıl değişti? Aynı mekânda olsaydık –ki bunu çok isterdim– bana söyleyebilirdiniz. Onun yerine biraz sessiz kalıp iki zihin hâlini kıyaslamanızı isteyeceğim: zihninizin okumaya başlamadan önceki boş, alıcı hâli ve şimdi içinde olduğu hâl. Vakit ayırıp şu soruları yanıtlayın: 1. Sayfadan başınızı kaldırın ve bana şu noktaya dek öğrendiklerinizi özetleyin. Bunu bir ya da iki cümlede yapmaya çalışın. 2. Neyi merak ettiniz? 3. Sizce öykü nereye gidiyor? Ne yanıt verirseniz verin, Çehov artık bunun üzerinde çalışacak. Zaten yazar, bu ilk sayfayla belli beklentilere ve sorulara yol açtı. Öykünün geri kalanı bunlara yanıt verdiği (ya da “onları dikkate aldığı” veya “onlardan yararlandığı”) ölçüde anlamlı ve tutarlı olacak size göre. Bir öykünün ilk aşamasında yazar jonglör gibidir, topları havaya atar. Öykünün geri kalanı da bu topları yakalamaktır. Öykünün herhangi bir ânında bazı toplar havada kalır ve onları hissederiz. Onları hissetmemiz iyidir. Hissetmezsek öykünün anlam çıkaracak bir şeyi olmaz. Bu sayfa boyunca meydana gelen şeyin öykünün patikasının daralması olduğunu söyleyebiliriz. Okumadan önce olasılıklar sonsuzdu (her şey hakkında olabilirdi) ama artık, hafifçe, bir şey “hakkında” oluverdi. Size göre öykü, buraya dek ne hakkında? Bir öykünün ne “hakkında” olduğu onun bizde uyandırdığı merakta bulunur, bu merak bir ilgi biçimidir. Öyleyse bu öyküde buraya dek neye ilgi gösterdiniz? Marya’ya. Şimdi: Bu ilgiyi uyandıran şey nedir? Nasıl ve nerede ona ilgi göstermeniz sağlandı?
İlk satırda, tanımlanmamış bir “onlar”ın, sabahın erken vaktinde bir kasabadan yola çıktığını öğreniyoruz. “Şose yol kuruydu, enfes nisan güneşi sıcacık ısıtıyordu ama hendeklerde ve ormanda hâlâ kar vardı. Kötü, karanlık, uzun kış artık geçmişti; bahar gelmişti birdenbire ama ne sıcakta baharın yoğun, yakıcı nefesiyle ısınan berrak orman, ne tarlalardaki göle benzeyen dev su birikintilerinin üstünde dolanan kara sürüler ne de büyük mutlulukla içine alacakmış gibi duran, dipsiz görünen bu mucizevi gökyüzü yeni ve ilginç geliyordu…” Yukarıda “ama” sözcüğünün geçtiği iki yerin altını çizerek ve evet, bunu “yukarıda iki ‘ama’nın altını çizdim” demekten kaçınarak aynı kalıbın iki ifadesine baktığımızı vurguladım: “Mutlu olma koşulları var ama mutluluk yok.” Hava güneşli ama yerde hâlâ kar var. Kış sona ermiş ama bu, yeni ya da ilginç bir şey sunmuyor ona… Biz, bu uzun Rus kışının sona ermesinden keyif almayan kişinin kim olduğunu öğrenmek için bekliyoruz. Öyküde bir kişi bile belirmeden önce anlatı sesinin iki öğesi arasında örtük bir gerilim var; biri bize olayların hoş olduğunu söylüyor (gök “mucizevi” ve “dipsiz”), bir diğeriyse genel hoşluğa direniyor.
(Şöyle başlasaydı zaten farklı hisler uyandıran bir öykü olurdu: “Şose yol kuruydu, enfes nisan güneşi sıcacık ısıtıyordu, ama hendeklerde ve ormanda hâlâ kar olduğu hâlde önemi yoktu: Karanlık, kötü, uzun kış artık sona ermişti.”) İkinci paragrafın yarısında, anlatı sesi içindeki direnen öğenin, adı anıldığı anda arabada beliriveren, baharın gelişinden etkilenmemiş, Marya Vasilyevna adlı birine ait olduğunu öğreniriz. Çehov bu arabaya koyabileceği sayısız insan arasından baharın çekiciliğine direnen mutsuz bir kadını seçmiş. Bu bir mutlu kadın öyküsü olabilirdi (mesela yeni nişanlanmış, sağlıklı olduğunu öğrenmiş ya da doğuştan mutlu bir kadın) ama Çehov, Marya’yı mutsuz yapmayı seçmiş. Sonra da onu özel bir şekilde, özel nedenlerle mutsuz kılmış: On üç yıldır bir okulda ders veriyormuş; kasabaya “defalarca” gitmiş ve bundan bıkmış; “bu bölgelerde” kendini yüzyıl yaşamış gibi hissediyor ve yoldaki her ağacı, her taşı biliyor. En kötüsü de kendi için başka bir gelecek hayal edemiyor. Aşkta talihsizlik yaşadığı için mutsuz, ölümcül bir hastalık teşhisi almış ya da doğduğu günden beri mutsuz biri hakkında bir öykü olabilirdi bu. Ama Çehov, Marya’yı hayatının tekdüzeliği yüzünden mutsuz olan bir insan olarak yaratmayı yeğlemiş. Mümkün-herhangi-bir-öykünün sisinden, belli bir kadın ortaya çıkmaya başlamış. Okuduğumuz üç paragrafın, yoğun bir kendine özgüleştirmenin hizmetinde olduğunu söyleyebilirdik. Karakter yaratmanın, bu tür yoğun bir kendine özgüleştirmeden çıktığını söylerler.
Yazar, “Sonuçta bu kişi kimdir?” diye sorar ve daralan bir patika yaratma etkisi veren bir dizi olguyla, bazı olasılıkları silerek, diğerlerini öne çıkararak yanıt verir. Belli bir insan yaratılırken, bizim “konu” dediğimiz şeyin potansiyeli artar. (Ama “konu” benim pek sevmediğim bir sözcük, onun yerine “anlamlı eylem” diyelim.) Belli bir kişi yaratılırken anlamlı eylem potansiyeli artar. Eğer öykü, “Bir zamanlar sudan korkan bir çocuk vardı,” diye başlarsa çok geçmeden bir göl, nehir, okyanus, şelale, küvet ya da tsunami ortaya çıkacak diye bekleriz. Eğer karakter, “Hayatım boyunca hiç korkmadım,” derse içeri bir aslanın girmesine şaşırmayız. Eğer karakter sürekli utanma korkusuyla yaşarsa onun başına ne gelebileceğini az çok kestiririz. Sadece parayı seven, arkadaşlığa hiç inanmadığını itiraf eden ya da hayatından çok bıktığını, başka türlüsünü hayal edemediğini söyleyen biri için de aynı şey söz konusudur. Öyküde bir şey yokken (siz onu okumaya başlamadan önce) gerçekleşmek isteyen hiçbir şey yoktu. Şimdi Marya, mutsuz hâlde buraya geldiği için öykü huzursuz oldu.
Öykü onun için, “Mutsuzdu ve kendisi için başka bir gelecek de hayal edemiyordu,” demiş. Biz de öykünün, “Eh, göreceğiz bakalım,” gibi bir şey demeye hazırlandığını hissediyoruz. Burada, on bir sayfalık bir öykünün ilk sayfasının sonunda mantıksız bulduğunuzu sandığım bir aradan sonra, ilginç bir yere vardık.3 Öykü yol alıyor. İlk sayfa öykünün ilgi alanlarını kökten daralttı; öykünün geri kalanının artık başka şeyleri değil, bu alanları ele alması (kullanması, onlardan yararlanması) gerekir. Eğer yazan siz olsaydınız şimdi ne yapardınız? Okur olarak başka ne bilmek isterdiniz?
Öğretmenliğe kabul edilmesinden önceki geçmişi hatırlamayı bırakmıştı artık ve neredeyse her şeyi unutmuştu. Bir zamanlar babasıyla annesi vardı; Moskova’da Kızıl Kapı yakınında, büyük bir evde yaşarlardı ama tüm bu hayattan geriye aklında rüya gibi bulanık, parça parça şeyler kalmıştı. On yaşındayken babası, bir süre sonra da annesi öldü… Subay bir kardeşi vardı, bir süre mektuplaştılar, sonra erkek kardeşi mektuplarına yanıt vermeyi kesti, alıştı. Eski eşyalardan sadece annesinin bir fotoğrafı kalmıştı ama okuldaki rutubet onu da karartmıştı, artık saçlarıyla kaşlarından başka bir şey görünmüyordu. Üç kilometre yol aldıkları zaman, atı süren yaşlı Semyon arkasına dönüp şöyle dedi: “Şehirde bir memuru yakalamışlar. Sürgüne gönderilmiş. Moskova’da Almanlarla bir olup Belediye Başkanı Alekseyev’i öldürdüğüne dair söylenti var.” “Bunu sana kim söyledi?” “İvan İvanov’un meyhanesindeki gazetelerden okuyanlar oldu.” Sonra yine uzun süre sustular. Marya Vasilyevna okulunu düşünüyordu, yakında yapılacak sınavı ve dört erkek, bir kız çocuğunu o sınava sokacağını. Ve tam sınavları düşündüğü sırada dört atlı bir faytona binmiş toprak ağası Hanov, geçen yıl okulunu teftiş eden adam, ona yetişti. Yan yana geldiklerinde Marya’yı tanıdı ve başıyla selam verdi. “Merhaba!” dedi. “Evinize mi dönüyorsunuz?”
Son kaldığım yeri başka ne bilmek istiyorsunuz diye sorarak bitirmiştim. Benim bilmek istediğim şuydu: Marya buraya, bu tatsız hayata nasıl gelmişti? Çehov bu sayfanın ilk paragrafında buna yanıt veriyor: Burada olmak zorunda olduğu için burada. Moskova’da büyümüş, büyük bir evde, ailesiyle. Ama sonra anne babası ölmüş, kardeşiyle irtibatı kaybetmiş ve dünyada artık yapayalnız. Biri, böyle bir doğanın içinde doğmuş olarak da; şehirli, sıradan nişanlısıyla nişanını bozup taşraya kaçmış, taşrayı geliştirmeye kendini adamış, idealist bir genç kadın olarak da “buraya gelmiş” olabilirdi. Ama Marya, işte böyle gelmiş buraya: Anne babası ölmüş ve maddi zorluklar onu buraya sürüklemiş. Ailesinden geriye sadece kederli bir fotoğraf kalmış, orada da annesi saç ve kaştan ibaret. Yani Marya’nın hayatı sadece tekdüze değil, aynı zamanda yalnız. Edebiyattan bahsettiğimizde, “tema”, “konu”, “karakter gelişimi” ve “yapı” gibi terimler kullanırız. Ben bir yazar olarak bunları hiç yararlı bulmadım. (“Senin teman işe yaramaz” bana kullanılacak bir malzeme vermiyor, “konunu daha iyi yapmaya çalışabilirsin” de öyle.) Bu terimler yer doldurur; bizi teşvik eder ya da genellikle yaptıkları gibi engellerse onları bir kenara bırakıp onların neyin yerini doldurduğunu düşünmenin daha yararlı bir yolunu bulmaya çalışabiliriz. Burada, Çehov o korkutucu “yapı” terimini tekrar düşünmek için fırsat veriyor bize. Yapıyı basitçe şöyle düşünebiliriz: okura sordurduğu soruyu yanıtlaması için öyküye fırsat veren bir düzenleme şeması. Ben, ilk sayfanın sonunda şöyle dedim: “Zavallı Marya. Onun için kaygılanmaya başladım bile. Nasıl gelmiş buraya?” Öykü, ikinci sayfanın ilk paragrafında şunu diyordu: “Eh, talihi kötü gitmiş.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYağmur Altında Yüzmek
- Sayfa Sayısı432
- YazarGeorge Saunders
- ISBN9786052349120
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kral Salomon’un Bunalımı ~ Romain Gary -Émile Ajar
Kral Salomon’un Bunalımı
Romain Gary -Émile Ajar
Bulaşıcı bir iyimserlik, yıkıcı bir ironi ve yürekte taşınması güç hassasiyetler kuşanmış, tüm toplumsal önyargı ve klişeleri tehlikeye atan karakterleriyle faşizmin duyarsızlaştırdığı Fransız toplumuna...
- Karanlıkta Yüzmek ~ Tomasz Jedrowski
Karanlıkta Yüzmek
Tomasz Jedrowski
1980’lerde rejimin sarsıldığı dönemde Polonya’da, bir yaz gençlik kampında tanışan biri muhafazakâr biri de sosyalist iki delikanlı, ortak tutkuları olan yüzmek ve James Baldwin’in...
- Sınır ~ John Ajvide Lindqvist
Sınır
John Ajvide Lindqvist
Bazı sınırları isteseniz de aşamazsınız… Gir Kanıma adlı romanıyla tanınan İsveçli yazar John Ajvide Lindqvist’ten, şaşırma reflekslerini tümden kaybetmişlerin bile aklını başından alacak, imkânsız bir aşk...