Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kaç Benimle
Kaç Benimle

Kaç Benimle

Kristen Proby

Fotoğraf çekerek geçireceği huzurlu bir sabah, sahilde seksi bir yabancıyla uğraşmak, Natalie Conner’ın planları arasında yoktu. Onun fotoğraflarını çektiğini nereden çıkarmıştı ki hem? Kimdi…

kac-benimle-kristen-proby-aspendos-yayincilikFotoğraf çekerek geçireceği huzurlu bir sabah, sahilde seksi bir yabancıyla uğraşmak, Natalie Conner’ın planları arasında yoktu. Onun fotoğraflarını çektiğini nereden çıkarmıştı ki hem? Kimdi ki o? Kesin olan bir şey varsa, o da çok yakışıklı ve Natalie’nin yaralı ruhuna dokunacak kadar romantik olduğuydu.

Luke Williams dünyanın onu biraz rahat bırakmasını istiyordu, o yüzden bir kameranın daha yüzüne odaklandığını görünce, lenslerin arkasındaki güzel kadının üstüne atladı. Kendisinin kim olduğunu bilmediğini öğrendiğindeyse, kadın ilgisini çekmiş ve onu baştan çıkarmıştı bile. Natalie seks için yaratılmış bir vücuda, küstah bir havaya sahipti ve Luke ona doyamıyordu. Ama ona kim olduğunu söylemeye de hazır değildi.

Yalanlara ve sırlara gelemeyen ve akıllı bir kadın olan Natalie, Luke’un sakladıklarını öğrendiğinde bu yeni ilişkiye ne olacak dersiniz?

***

Birinci Bölüm

Işık bu sabah muhteşemdi. Canon ‘umu kendime çevirdim ve deklanşöre bastım. Klik. Puget Sound pembe, sarı, mavi renklere bürünmüştü ve rüzgâr ilk defa neredeyse hiç es­miyordu. Dalgalar nazikçe ayaklarımın önündeki bariyer­leri yalayıp gidiyordu ve ben önümde uzanan bu güzelliğin içinde kaybolmuştum.

Klik.

Sol tarafıma döndüğümde kaldırımda yürüyen genç bir çift gördüm. Alki Plajı, birkaç inatçı ve benim gibi sabahın köründe uyanan erkenciler dışında genellikle boş olurdu. Genç çift, birbirlerine gülümseyerek el ele uzaklaşırken, ben objektifimi onlara yönelttim ve klik. Spor ayakkabılı ayaklarına ve birbirine kenetlenmiş ellerine yakınlaşarak birkaç poz daha çektim, fotoğrafçı bakış açım onların plaj­daki bu özel anlarından keyif almıştı.

Tuzlu havayı içime çekip, kırmızı yelkenli bot suyun üzerinde yavaş yavaş süzülürken Puget Sound’a bir kez daha baktım. Sabahın ilk ışıklarının botun etrafında belli belirsiz panldamaya başladığı anı yakalamak için fotoğraf makinemi tekrar denize döndürdüm.

“Ne halt ediyorsun sen öyle?”

Hızla, kızgın sesin geldiği yöne dönüp gözlerimi, parlak sabah denizini yansıtan mavi gözlere diktim. Bu gözler çok ama çok kızgın bir yüze aitti.

Sadece kızgın da değildi. Öfkeden deliye dönmüştü.

“Affedersiniz?” diye çıkıştım sesimi yükselterek.“Ne- den hiçbiriniz beni yalnız bırakmıyorsunuz?” diye bağırdı önümdeki yakışıklı -gerçekten yakışıklı – yabancı sinirden titreyerek. İçgüdüsel olarak geri adım attım, kaşlarım çatılmıştı ve ben de ona sinirlenmeye başlamıştım. Sen ne yap­tığını sanıyorsun?

“Ben seni rahatsız etmiyordum,” diye cevapladım, se­simin kızgınlıkla güçlü çıkmasına mutlu olmuştum ve bir adım daha geri çekildim. Öyle görünüyordu ki Bay Güzel Mavi Gözlü ve Seksi Yunan Tanrısı Suratlı tam bir çatlaktı. Ne yazık ki geriye doğru hamlemi takip etti ve korkumun bedenimi ele geçirmeye başladığını hissettim.

“Beni takip ediyordun. Fark etmeyeceğimi mi sandın? Kamerayı bana ver.” Uzun parmaklı elini uzattı, ağzım açık kaldı. Kameramı göğsüme bastırdım ve korumacı bir tavır­la kollarımı etrafına sardım.

“Hayır.” Sesim şaşırtıcı derecede sakindi. Etrafta kaç­mak için bir yol aramak istiyordum, ancak gözlerimi onun kızgın deniz mavisi gözlerinden ayıramıyordum.

Yutkundu, gözlerini kısıldı, zor nefes alıyordu.

“Şu lanet olası kamerayı bana verirsen seni dava etmem. Sadece fotoğrafları istiyorum.” Sesi alçalmıştı ama hâlâ tehditkârdı.

“Fotoğraflarımı çekemezsin!” Bu herif de kimdi? Koş­mak için arkamı döndüğümde kolumdan yakalayıp yüzüne bakmam için beni kendine çevirdi ve kameramı yakaladı. Bağırmaya başladım, kapımın Önünde saldırıya uğradığıma inanamıyordum. Beni bıraktığında, beli bükülmüş, elleri düzlerinin üstünde, kafası titriyordu. Ellerinin titrediğini fark ettim.

Lanet olsun.

Geriye doğru bir adım daha attım, koşmaya hazırdım ama kafası hâlâ aşağıdayken elini kaldırdı ve “Bekle,” dedi.

Kaçmalıydım. Hem de hızla. Polisi arayıp bu kaçığı bana saldırdığı için tutuklatmalıydım ama kıpırdayamadım. Nefes alıp verişim düzelmeye başladı, paniğim yok oldu ve neden bilmiyorum, onun bana zarar vereceğini sanmıyor­dum.

Tabii, eminim Green River Katili ’nin kurbanları da onun kendilerine zarar vermeyeceğini düşünmüşlerdir.

“Ah, iyi misin?” Soluk soluğaydı sesim. Kameramı hâlâ, neredeyse kendimi acıtacak kadar göğsüme bastırmaya ça­lıştığımı fark ettim, sonra kafasını geriye yasladığında elle­rimi rahat bırakıp indirmeye başladım.

“Fotoğrafımı çekme sakın.” Sesi alçak, ölçülü ve kont­rollüydü, fakat hâlâ titriyor ve sanki maraton koşmuşçasına zor nefes alıyordu.

“Tamam, tamam. Çekmeyeceğim. Lens kapağını kapatı­yorum,” derken kapağı kapattım, gözlerimi yüzünden ayırmamıştım, o ise dikkatle ellerimi izliyordu.

Tannm.

Derin bir nefes alıp kafasını salladığı sırada yüzünden başka yerlere bakma fırsatım oldu. Vay canına. Biçimli bir yüz, çizilmiş, hafif sakallı bir çene ve o derin mavi gözler. Dağınık san saçlar. Uzun boylu, 1.70’ten uzun, fit, geniş omuzlu. Kot pantolon ve siyah bir tişört giymiş, her ikisi de formda vücudunu tam da doğru yerlerde sarmış.

Kahretsin. Çıplak muhteşem görünürdü. İşin garibi şu ki onun objektifimin önünde olmasını isterdim.

Yeniden gözlerimin içine baktığında bir an için tamdık geldi. Onu bir yerlerden tanımam gerektiği hissine kapıl­dım ama bu kısacık tanıma anı konuştuğu zaman uçup gitti.

“Kameranı bana vermen gerek, lütfen.”

Ciddi mi bu adam? Hâlâ beni gasp etmeye mi çalışacak?

Kısa bir kahkaha atıp sonunda göz temasını kestim, ar­tık mavi gökyüzüne bakıyor ve kafamı sallıyordum. Göz­lerimi kapatıp açtığımda, gözlerini dikkatle bana diktiğini gördüm.

Kendimi gülümseyerek, “Bu kamerayı asla sana verme­yeceğim,” derken buldum.

Kafasını yana eğdi ve gözlerini yeniden kıstı. Onun bu seksi bakışı karşısında alt karın kaslarım kasıldı. Kendi kendimi azarladım sessizce. Seksi sabah gaspçın tarafın­dan başlan çıkarılayım deme sakın.

“Kameramı alamazsın. Kim olduğunu sanıyorsun ki sen?” Artık sesim yükseliyordu ve bundan dolayı kendimle gurur duyuyordum.

“Kim olduğumu biliyorsun.”

Cevabı kafamı karıştırdı, gözlerimi kısıp ona tekrar bak­tım ve bir kez daha onu daha önceden tanıyor olabileceğim hissine kapıldım, ancak reddederek başımı iki yana salla­dım.

“Hayır, bilmiyorum.”

Kaşını kaldırdı, elini ince dudaklarına götürüp mükem­mel dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi. Gözleri dudak­tan gibi gülmüyordu.

“Yapma ama tatlım, oyun oynamayı bırak. Ya bana ka­merayı verirsin ya da fotoğrafları silersin ve ikimiz de yo­lumuza gideriz.”

Neden fotoğraf! arımı istiyordu? Birdenbire, onun fotoğ­raflarını çektiğimi düşünmüş olabileceği geldi aklıma.

“Burada sana ait hiç fotoğraf yok, tatlım diye yanıtla­dım.

Gözleri yeniden kısıldı ve gülümsemesi yok oldu. Bana inanmamıştı.

Ona doğru bir adım attım. Gözlerimi gittikçe genişleyen mavi bakışlarına dikerek tane tane konuşmaya başladım. “Kameramda. Sana. Ait. Hiç. Fotoğraf. Yok. Ben portre fo­toğrafçısı değilim.” Yanaklarımın kızardığını hissettim ve yüzümü bir an yere eğdim.

“Neyin fotoğrafını çekiyordun?” Ses tonu artık düzel­mişti ve kafası karışmış gibi görünüyordu.

“Denizin, kayıkların.” Ellerimle ağzımdan çıkanları gös­teren jestler yapıyordum.

“Ben bankta otururken kameranı bana doğrulttuğunu gördüm.” Arkamdaki bankı işaret ediyordu. Burası, el ele yürüyen genç çiftin fotoğrafını çektiğim yerin yanındaydı. Kameramı yeniden önüme alırken, gerildiğini gördüm ama buna aldırış etmeden kameramı açıp, ona ait olmasından korktuğu fotoğraftan buluncaya kadar çektiğim fotoğrafla­rın arasında gezinmeye başladım. Ona doğru yürüyüp ya­nında durdum, kolum neredeyse onun koluna değiyordu ve onun seksi vücudunun sıcaklığını hissediyordum. Kendimi bu fikirden uzaklaştırdım.

“İşte, benim çektiğim fotoğraflar.” Ekranı ona çevirdim ve bütün fotoğrafları ona göstererek ilerlemeye başladım. “Çektiğim diğer fotoğrafları da görmek ister misin?”

“Evet,” diye fısıldadı.

Dağların, kayıkların, denizin, gökyüzünün fotoğrafları­nı göstermeye devam ettim. O, alt dudağını başparmağı ve işaret parmağı arasına almış her birini dikkatle inceleyerek fotoğraflara bakarken, kendimi onun temiz kokusunu içime çekmekten alıkoyamıyordum. Kaşında bir iz vardı.

Aman Tanrım, harika kokuyor.

Bu sabah iki yüzden fazla fotoğraf çekmiştim, dolayısıy­la hepsine bakmak birkaç dakika aldı. Bitirdiğimde, gözle­rimin içine mahcup bir ifadeyle bakıyordu, emin değilim ama neredeyse üzgün bile görünüyordu diyebilirim.

Çekinmeden, gerçek anlamda güldüğünde kalbim duracak gibi oldu, üzüntüyü silip atarcasına başını yavaşça iki yana salladı. Bu gülümsemeyle buzulları eritebilirdi. Sa­vaşlara son verebilirdi. Ulusal borç krizini çözebilirdi.

“Üzgünüm.”

“Olmalısın da.” Kamerayı kapattım ve uzaklaşmaya başladım.

“Hey, gerçekten özür dilerim.”

“Elinde fotoğraf makinesi olan herkesin senin fotoğraf­larını çektiğini düşünüyorsan, korkunç derecede kendini beğenmişin teki olmalısın.” Yürümeye devam ettim; elbet­te, bana yetişti ve yanımda yürümeye koyuldu.

Neden hâlâ burada ki?

“Hafifçe öksürdü. “Adını sorabilir miyim?”

“Hayır,” diye yanıtladım.

“Ah, neden?” Kafası karışmıştı.

Kahretsin, asıl kafası karışan bendim.

“Gaspçılara adımı söylemem.”

“Gaspçı?” Tam adım atacakken durdu, beni de dirseğim­den tutarak yanında durmam için çekti. Kafamı eğip eline baktım, gözlerimi onun gözlerine çevirerek öfke dolu bir bakış fırlattım.

“Bırak beni.” Anında kolumu bıraktı.

“Ben gaspçı değilim.”

“Kameramı çalmaya çalıştın. Buna başka ne diyebilir­sin?” Yürümeye devam ettim, ancak evimin tam tersi yöne gittiğimi fark ettim. Kahretsin.

“Bak, ben gaspçı değilim. Bir dakika durmayacak mısın, haydi ama?” Yeniden durdu, elleriyle yüzünü ovuşturdu ve bana baktı. Fotoğraf makinem boynumda güvenle sallanır­ken, ellerimi kot pantolonla sarılmış kalçalarıma koyup ona dönüp baktım.

“Kim olduğunu bilmiyorum,” dedim, en kayıtsız ses to­numu takınarak.

“Şüphesiz,” diye yanıtladı, dudaklarına hafif bir gü­lümseme yerleşirken ve kendimi, midemde bir kasılmay­la, bana yine o büyük gülümsemesiyle karşılık vereceğini ummaktan alıkoyamıyordum. Benim onu tanımayışım, onu mutlu etmiş görünüyordu ama beni deli ediyordu. Onu ta­nıyor muydum?

“Neden gülüyorsun?” Ona gülümserken yakaladım ken­dimi.

Beni süzüyordu; gözlerini, gelişigüzel toplanmış koyu saçlarımda, göğüslerimi saran günlük kırmızı tişörtümde, kotumda, kıvrımlı kalçalarımda gezdirdikten sonra derin mavi bakışlarını benimkilere tekrar yöneltti. Gülümseyişi yüzüne yayıldı ve benim nefesim kesildi.

Vay canına.

“Ben Luke.” Önce, tokalaşmak için bana doğru uzattı­ğı eline güvensiz bir bakış attım, sonra tekrar ona baktım. Gözdağı verircesine kaşını kaldırdı ve ben küçük elimi onun iri, güçlü eline koyup sıkıca elini sıktım.

“Natalie.”

“Natalie,” diye tekrarladı yavaşça, ben alt dudağımı ısı­rırken dudaklarıma bakarak. Derin bir nefes aldı ve yeniden gözlerimin içine baktı.

Kahretsin, çok yakışıklı. Elimi avcundan çekip, başka ne diyeceğimi bilemeden ve neden hâlâ orada onunla olduğum konusunda kafam karışmış hâlde yere doğru baktım.

“Ben… Ben gitmeliyim,” dedim kekeleyerek, ani bir endişeyle. “Seninle tanışmak… oldukça ilginçti, Luke.” Et­rafından dolaşıp evime doğru yöneldim, önüme doğru bir adım attı.

“Bekle, gitme.” Elini dağınık altın renkli saçlarının ara­sında gezdirdi. “Bütün bu olanlar için çok özür dilerim. Bunu telafi etmeme izin ver. Kahvaltı?”

Sanki bunu söylemek istememiş gibi belli belirsiz suratı asıldı ama sonra umul dolu gözlerle bana baktı.

Hayır de, Nat. Evine git. Yatağına dön. Mmm… Luke’la yatağa… Ter içinde kalmış vücutlar, buruşuk çarşaflar, ba­caklarımın arasındaki kafası, orgazm olurken kasılan bede­nim…

Yeter!

Kafamdaki fantezileri bir kenara atmaya çalışır gibi ka­famı iki yana salladım, “Hayır teşekkür ederim. Gitmem gerek,” deyiverdim.

“Evde seni bekleyen bir kocan mı var?” diye sordu, yüzüksüz parmağıma bir bakış atarak.

“Ah, hayır.”

“Erkek arkadaş?”

Hafifçe gülümsedim. “Hayır.”

Rahatlamış görünüyordu. “Kız arkadaş?”

Bu defa gelen kahkahamı durduramadım. “Hayır.”

“Güzel.” Yine o kocaman gülümsemesini yerleştirmişti yüzüne; bu yakışıklı yabancıya çaresizce evet demek istiyordum ama sağduyum devreye girdi ve bunu güvenli ol­madığını hatırlattım kendime, onu tanımıyordum ve her ne kadar mest edici olsa da, o hâlâ bir yabancıydı benim için.

Ben yabancıların tehlikeli olabileceğini herkesten çok daha iyi biliyordum.

Bu yüzden bacaklarımın arasındaki kasılmayı göz ardı ederek, ona bir gülücük daha atıp olabildiğince nazik ve et­kili bir şekilde, “Neyse, teşekkür ederim. İyi günler, Luke,” dedim.

Tabii ki nazik ve etkili şu an bana çok imalı geliyor.

Lanet olsun.

Ben hızlıca uzaklaşırken, “Sana da iyi günler, Natalie,” diye mırıldandığını duydum.

Evime giden yolun köşesini dönene kadar Luke’un gözlerini Kardashianımsı kalçalarımda hissederek hızlıca eve doğru yürüdüm. Neden daha uzun bir bluz giymemiştim ki sanki? Kalbim güm güm atıyordu, tek istediğim evimin içinde, seksi gülüşlü gaspçılardan uzak, güvende hisset­mekti. Bedenim çok uzun zamandır bir erkeğe böyle tepki vermemişti ki bunun çok hoş bir his olduğunu kabul etme­liydim, ayrıca Luke da çok… Vay canına.

Kapıyı kapayıp kilitledikten sonra mutfaktan burnuma güzel kokular gelmeye başladı. Jules kahvaltı hazırlıyor!

“Selam Nat, bu sabah güzel kareler yakalayabildin mi?” En yakın arkadaşım Jules, fınnda pişen pastırmanın kokusu mutfağı sarmış hâlde, tam da benim sevdiğim gibi, hazırla­dığı krepleri tavada çeviriyordu. Fotoğraf makinemi mutfak tezgâhına yerleştirirken kamım guruldadı ve bir sandalye çekip oturdum.

“Ya, evet, güzel bir sabahtı,” diye yanıtladım. Luke’tan bahsedip bahsetmemeye karar veremedim. Jules olaylara romantik tarafından yaklaşmaya bayılırdı ki muhtemelen konuşmanın sonuna doğru bizi evlendirirdi de. Ama güve­nip her şeyimi anlatabileceğim tek kişi oydu, yani neden anlatmayacaktım ki? “Birkaç güzel kare yakaladım. Nere­deyse gasp ediliyordum… Oldukça sıradan bir sabahtı anla­yacağın.”

Jules, nefesi kesilmiş hâlde, elindeki krepi yere düşüre­rek aniden arkasını döndüğünde ben kendi kendime gülüm­süyordum.

“Ne? Sen iyi misin?”

“Ben iyiyim.” Nefes alıp anlatmaya koyuldum. “Bir adam onun fotoğraflarını çekmiş olabileceğimi düşünüp biraz sinirlendi.” Ona karşılaşmamızdan bahsettim, bitirdi­ğimde tatlı tatlı gülümsüyordu.

“Adam senden etkilenmişe benziyor.”

Burnumdan soluyordum. “Her neyse. Sıradan bir adam işte.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Rosa ~ Knut HamsunRosa

    Rosa

    Knut Hamsun

    Knut Hamsun, benzersiz üslubuyla, yolu Nor-veç’in liman kentlerinden birine düşen gezgin öğrenci Parelius’un yanında kendi dünyasına götürüyor bizi. Güzel, çekingen tavırlı Rosa’ya gönlünü kaptıran...

  2. Saplantı ~ Laura LippmanSaplantı

    Saplantı

    Laura Lippman

    Senin fotoğrafındı… Bir dergide gördüm… Tabii ki olgunlaşmışsın. Yine de, seni nerede görsem tanırım. Sakin bir hayat yaşayan Eliza Benedict’in dünyası Walter Bowman’dan gelen...

  3. Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater ~ Kurt VonnegutAllah Senden Razı Olsun Bay Rosewater

    Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater

    Kurt Vonnegut

    “Rosewater Vakfı. Size Nasıl Yardımcı Olabiliriz?” Eliot Rosewater’la tanışın: müthiş varlıklı Rosewater Vakfı’nın vârisi ve başkanı, gönüllü itfaiyeci, bilimkurgu hayranı. Kendisi milyon dolarları elinin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur