Mark Nelson genç bir polis memurudur. Oldukça yüksek rütbeli ve başarılı bir dedektif olan John Mercer’ın ekibine yeni katılmıştır. Mercer polis kuvvetlerinde bir efsanedir ve kız arkadaşının ölümünün ardından tüm hayatını işine adayan Mark için Mercer’la çalışmak büyük bir fırsattır.
Kendi evinde yakılarak öldürülmüş bir adamın bulunmasıyla, Mercer’ın ekibi her adımda giderek karanlığa gömülen ve karmaşıklaşan bir davanın ortasına düşer. Deliller 50/50 Katil olarak bilinen bir adama işaret ediyordur. Katilin hedef aldığı kurbanlar genç çiftlerdir. Kurbanlarını uzun süre takip ettikten sonra onları bir gece boyunca süren işkencelere ve akıl oyunlarına maruz bırakır. Çiftlerin birbirlerine olan aşklarını sınavdan geçirerek aşklarını yok eder. Şafak söktüğünde içlerinden yalnızca biri hayatta kalacaktır.
Kısa bir süre sonra genç bir adam, işkence görmüş ve hafızası zedelenmiş bir halde polis merkezine adım atar. Bildiği tek şey, kendisinin kaçmayı başardığı ormanda kız arkadaşının hâlâ tutsak kaldığıdır. Ancak ekip bu genç adamın, kız arkadaşının kaderini çoktan belirlediğini içten içe bilmektedir. Eğer adamın hatırlayabildiği parçaları şafak sökene kadar bir araya getirmeyi başaramazlarsa kız ölecektir.
Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildir…
***
GİRİŞ
“İstemiyorsan gitmek zorunda değiliz,” dedi Eileen.
John Mercer aynaya baktı ve cevap vermedi. Karısının, arkasından ellerini uzatıp kravatını bağlamasını izliyordu. Eileen her zamanki gibi onunla ilgileniyordu. Kravata düğüm atmasına yardım etmek için John çenesini hafifçe yukarı kaldırdı, ilk önce gevşek bağladı, sonra da nazikçe sıktı.
“Herkes anlayış gösterecektir,” diye devam etti Eileen.
Keşke doğru olsaydı, diye düşündü John Mercer. Cenazeye katılmamasını anlayışla karşılıyor gibi davranabilirlerdi belki ama içten içe bunun ne demek olduğunu biliyor olacaklardı: görevi ihmal etmek. Kantinde nasıl konuşacaklarını tahmin edebiliyordu. Gelmediğinden bahsedip yaşadıklarının ona zor gelmiş olabileceğinden söz edeceklerdi. Ama aslında, ne hissederse hissetsin, her şeye rağmen cenazeye gelmeliydi, diye düşüneceklerdi: Acısını sineye çekip sorumluluğunu yerine getirmeliydi… Bu kadarını en azından, yapmak zorundaydı. Böyle düşünmekte de haklı olacaklardı. Gitmemek affedilmez bir davranış olurdu ama bir de bununla nasıl başa çıkacağını bilseydi keşke…
Eileen kravatın kısa ucunu gömlek düğmelerinin arkasına sıkıştırdı. Sonra eliyle iyice düzeltti.
“Gitmek zorunda değiliz,” dedi.
“Eileen, anlamıyorsun,“ dedi John.
Sabahın erken saatleriydi. Odaya vuran çelik mavisi ışıkta aynada kendine baktı. Rengi soluktu ve yüzü sarkmış görünüyordu, ölü gibiydi. Ever, hâlâ yapılıydı, karısı kravatı bağlamak için parmaklarının ucunda uzanmak zorunda kalıyordu ama eskisi kadar güçlü hissetmiyordu kendini. Omuzlarındaki yük, olması gerektiğinden çok daha ağırdı sanki. Artık daha çabuk yoruluyordu. Yüzünde üzüntü ve boşluk hissi arasında kalmış bir ifade vardı. Kolları öylece aşağı sarkmıştı. Ne zaman olduğunu tam olarak bilmiyordu ama yaşlanmıştı ve bu kısa bir süre önce olmuştu.
“Kendini iyi hissetmediğini anlıyorum,” dedi Eileen.
“Ben iyiyim,” dedi John.
Ama aslında değildi. Cenazedeki kalabalığın karşısında durduğunu hayal edince kalbi sıkışmaya başlıyordu. Biraz daha düşünürse eğer, nefes almakta güçlük çekecekti.
Eileen kocasının arkasında derin derin iç çekti ve sonra, yanağını ona yaslayıp kollarını omuzlarına sardı.
John biraz olsun rahatladı. Karısı ona böyle sarddığında, sadece o anda ve orada olan bir erkek olmayı tekrar başarabiliyordu. İşini, sorumluluklarını, omuzlarında taşıdığı yükü biraz olsun unutabiliyordu. Elini yavaşça yukarı kaldırdı ve karısının elini avucuna aldı. Küçük, sıcak ellerdi bunlar.
Bir süre öylece durdular. Yalnızca birbirlerine sarılan bir karı ve koca olarak… John aynada tekrar kendine baktı. Karısının varlığı ona huzur verse de hâlâ cansız bir heykel gibi görünüyordu; boşlukta sallanıyordu sanki. Ara sıra gözlerinde bir duygunun parıltısını görebiliyordu elbette, fakat uçaktan aşağı bakarken bulutlann arasından görünüp kaybolan kara parçaları kadar uzak ve geçici oluyordu. Ruhuna huzur verecek hiçbir toprak parçası yoktu. Buna rağmen sonsuza dek havada da kalamayacaktı.
Eileen’in elini son bir kez Hafifçe sıktı ve kendini geri çekti.
“Cenazede yapacağım konuşmaya bir daha bakacağım,” dedi.
Cenazelerin herkes için acı bir olay olmasının yüzlerce sebebi vardır. John için ise cenazelerin en acı tarafı, o kadar çok insanı bir arada görmekti. Ölüler, ne kadar sevildiklerini, farkında olmadan belki de, ne kadar çok insanın hayatında iz bıraktıklarını görseler, mutlaka şaşırırlardı. Cenazeler, merhumu tanıyan herkesi bir araya getirir. Hatta bu tanıdıklar aslında çok uzak kişiler olsa bile… Kimse, yakından veya uzaktan hiçbir tanıdık, ölen birinin cenazesine gitmemezlik etmez.
Polis cenazelerindeyse bu etki çok daha büyük olur. Mercer etrafına bakındı. Andrew’la herhangi bir görevde çalışmamış ve belki onu şahsen hiç tanımamış olan polis memurları da dâhil olmak üzere, teşkilatın çoğu buradaydı. Hepsi burada bir sorumluluk duygusuyla toplanmıştı. Büyük bir aile olduklarının farkındaydılar. Her biri önce Andrew’un ailesine başsağlığı dileyerek şapele giriyor, sonra, Andrew’un meslektaşları için ayrılan sağ taraftaki sıralarda yerlerini alıyorlardı. Çoğunun üzerinde üniforma vardı.
Mercer sağ tarafta, en ön sırada oturuyordu. Ekibinin diğer üyeleri yanındaydı. Eileen’in yeri arkada, sol taraftaydı. Mercer ara sıra onu görebilmek için arkasına bakıyordu. Karısını görünce tedirginliği geçiyor, tekrar arkasına yaslanıyordu. Yanına gidip onunla oturmak istese de, meslektaşı Pete, Simon ve Greg’le birlikte şapelin bu tarafına aitti.
Dördü de konuşmadan, sessizce oturuyordu. Biraz ilerideki tabutta ekiplerinin beşinci üyesi yatıyordu. Mercer tabuta bakıyordu. Bunca yıl onun için çalışan, onunla beraber çalışan o koca adam için şüphesiz çok küçük bir tabuttu bu. Ölümün insanları ufaltması cenazelerin diğer bir acı tarafıydı. Ne kadar dinî olursa olsun, derinlerde bir yerde, insan bu törenlerin tanrısız olduğunu hissediyordu.
Mercer başını hafifçe yana eğdi. Kısık kısık konuşma sesleri, yerleşmeye çalışanların çıkardığı hışırtıları dinledi. Çatının kirişinde sıkışmış bir kuşun ötüşü gibi, birbirini takip eden, boğuk öksürük sesleri geliyordu.
Biraz zaman geçtikten sonra, görevli, cenaze törenini başlatmak üzere öne çıkıp kürsüdeki yerini aldı. Salon yavaş yavaş sessizleşti. Mikrofona doğru konuşmaya başladı ancak mikrofon sesini çok fazla yükseltmiyordu.
“Bugün burada, 15 Aralık günü, görev başındayken kaybettiğimiz memur Andrew Dyson’a, hayatına ve bize bıraktığı anılara veda etmek üzere toplandık. Andrew dinî bir inanca bağlı değildi. Bu nedenle dinî bir cenaze töreninin uygun olmayacağına karar verildi. Hümanist Birliği tarafından bana verilen görevle töreni başlatmak istiyorum.”
Sözlerine başlamadan önce başını kaldırdı ve arka sıralara doğru baktı. Yüzüne kehribar rengi bir ışık vuruyordu.
“Dünya kocaman bir topluluktur ve Andrew da bizimle birlikte bu topluluğun bir parçası olmuştur,” dedi. “Yaşam mücadelemizi sürdürürken her birimizin aslında kocaman bir topluluğun parçaları olduğunu unutabiliriz. Gündelik koşuşturmalar arasında sürükleniyoruzdur. Ama aslında, hayatlarımız ve ölümlerimiz birbirini yakından ilgilendirir, üzerimizde bir iz bırakır.”
Mercer başını sola çevirdi ve Andrew’un karısına baktı. Kızlarının ortasına oturmuştu. Ellerini sıkı sıkı tutuyor, onlar için güçlü olmaya çalışıyordu. Mercer, kocasının ölüm haberini vermeye gittiğinde, kadın uzunca bir süre acı acı ağlamış fakat aynı zamanda kendine hâkim olmayı ve mantığını kaybetmemeyi de başarmıştı. Mercer o akşam boyunca onunla beraber oturmuştu. Kadın ondan cenazede konuşma yapmasını o akşam istemişti. Mercer bu isteği reddedememiş fakat daha o anda paniğe kapılmaya başlamıştı. Tıpkı kadının diğer tarafın başında olması gibi o da şapelin sağ tarafının başındaydı, ama hiç de kadın gibi kararlı değildi.
“Değerli bir arkadaşa veya değerli bir meslektaşa sahip olmanın ayrıcalığı bazen insanın elinden alınabilir belki ama bu ayrıcalığa sahip olunduğu gerçeğini hiçbir ölüm değiştiremez. Sahip olduğumuz çok değerli bir şeyi kaybettik ve şüphesiz bu bizim için büyük önem taşıyor. Ancak sadece onu kaybettiğimizi düşünmek yerine, bir zamanlar ona sahip olduğumuz için müteşekkir olmayı unutmamalıyız.”
Tören görevlisi başını eğip elindeki notlara baktı ve devam etti, “ölüm gerçeğini ne yok edebilir ne de tersine çevirebiliriz. Fakat bizden ayrılanlar ve birbirimiz için duyduğumuz sevgi sonsuzdur ve bu sevgi sayesinde güçlü oluruz.”
İşte bu noktada Mercer bir terslik hissetmeye başladı. Önce kulakları çınlamaya başladı. Sonra başını kaldırıp cenaze görevlisine baktı. Sanki parlak bir ışık gözünü alıyor ve adam olduğundan daha uzaktaymış gibi görünüyordu. Ensesinde bir ürperme hissetti. Kalp atışları hızlanmaya başlıyordu.
Kesinlikle bir terslik vardı.
“Ölümle gelen nihai ayrılık, elbette beraberinde büyük bir acı ve sarsma getirecektir,” diyordu adam. “Bu acıyı derinden hissedenler ister istemez derinden yas tutacaktır. Hiçbir inanç veya düşünsel çaba, bu doğal tepkinin onaya çıkmasını engelleyemez.”
Mercer arkasına döndü ve gerideki insanlara baktı. Arka taraf, kafalardan oluşan bir insan seliydi. Şapelin kapıları açıktı ve dışarıda daha da çok insan toplanmıştı.
“Fakat ölüm bizden kimi ayırırsa ayırsın ve inançlarımız ne olursa olsun, bir tek şeyden emin olabiliriz: Kaybettiğimiz kişi artık huzura kavuşmuştur.”
Mercer tanıdık birkaç yüz görmeye çalıştı. Onca insanın arasında tanıdığı bir kişiyi bile göremiyordu. Sadece birkaç kişi merak içinde başını ona doğru çeviriyordu.
İnsanların gözleri yavaş yavaş ona doğru kaymaya başladı.
Cenaze görevlisi susmuştu. Mercer başını tekrar kürsüye çevirdiğinde adamın kenara çekildiğini ve sabırsızca kendisine baktığını fark etti.
Kürsüye çıkması gereken zamanı kaçırmıştı. Onu kibarca uyarırken yankılanan öksürük seslerinin eşliğinde Mercer ayağa kalkıp kürsüye doğru yürüdü. Hazırladığı konuşma kâğıtları kürsüde duruyordu. Elleri titreyerek kâğıtları aldı ve mikrofona doğru hafifçe eğildi.
“Adım John Mercer,” dedi. “Bu konuşmayı yapmak benim için üzücü olduğu kadar büyük bir şereftir. Andrew Dyson’ı hem bir dost hem de bir meslektaş olarak tanıma şansına erişmiş olmaktan onur duyuyorum.”
Mercer sözcüklerin kendi ağzından çıktığını duyuyor ama sanki hepsini bir başkası söylüyormuş gibi hissediyoıdu. Sırtından soğuk terler boşanıyordu. Bir anda bir ihtiyar kadar yorgun ve güçsüz düşmüştü. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki sanki göğsünü delip fırlayacaktı.
“Andrew’la on sene birlikte çalıştım — çalışma şerefine sahip oldum,” dedi.
Yutkundu.
Ekibinin geri kalanı, aşağıda oturdukları yerden endişeli gözlerle ona bakıyordu. Yardımcısı Pete kaşlarını çatmıştı. Göğsünde kavuşturduğu kollarını iki yana açtı ve sanki ayağa kalkıp Mercer’ın yanına gidecekmiş gibi yerinde kıpırdandı. Mercer başını salladı: Ben iyiyim.
Ama aslında iyi değildi. Kilisenin bunaltıcı derecede sıcak olmasına rağmen o titriyordu. Bacakları…
“Birlikte geçirdiğimiz yıllar içinde…”
Eileen. Şapelin arka tarafına doğru baktı ve gözleriyle Eileen’i aradı. Ne tarafta olduğunu aşağı yukarı biliyordu ama şimdi, tam da ona ihtiyacı varken, oturduğu yeri bir türlü bulamıyordu.
Bakışlarını insanların suratlarında gezdiriyor ve Eileen’e ait olmayan her yeni yüzle daha çok paniğe kapılıyor ama konuşmaya devam etmeye çalışıyordu.
“Andrew’la birlikte geçirdiğimiz yıllar içinde tanıdığım en profesyonel polislerden biriydi,” dedi.
Fakat o sırada, biraz ileride bir şey gözüne takıldı ve hemen kayboluverdi. Mercer onu aramaya başladı.
“Andrew’un sevgili eşine ve çocuklarına biraz da olsa…”
O sırada o şeyi bir daha gördü ve kelimeler aklından uçuverdi. Kendisine merakla bakan suratlar arasında dikkatini çeken tek bir surat vardı.
Robert Parker’dı bu, öyle değil mi? Güneydeki bir şehirde beş genç çocuğu öldüren katil, Parker. Mercer onu son gördüğünde parlak ışıklarla aydınlatılmış bir odadaydılar. Parker, turuncu bir üniformayla oturmuş, kelepçeli elleriyle sigarasını yakmaya çalışıyordu. Bundan birkaç ay sonra başka bir mahkûm tarafından öldürülmüştü.
“Biraz da olsa teselli verebileceksem…”
Duraksadı.
Hayır, Parker burada olamazdı. Fakat hemen sonra iki sıra aıkasında oturan diğer adamı gördü. Yuvarlak, çocuksu bir surat ve arkaya doğru taranmış siyah saçlar…
Sam Phillips. Bu adamla ilgili verilecek karar için Mercer’a danışılmıştı. Mercer onu sadece fotoğraflarından tanıyordu. Fakat Phillips’in, evin bodrumunda inşa ettiği, paslanmış, demirden işkence aletini çok yakından incelemişti. Phillips de burada olamazdı. Hapishanede, kilometrelerce uzaktaydı.
Parker ve Phillips ayağa kalktılar.
“Hayır,” dedi Mercer.
Telaşla etrafına bakındı. Oraya, buraya döndü ve daha fâzla adamın, oturdukları yerden yavaş yavaş ayağa kalktıklarını gördü. Bakışlarını bir ona bir buna çeviriyor ve gördüğü her tanıdık yüzle nefesi daha çok daralıyordu.
Charlies Yi: Üç kadının oturduğu bir eve girmiş ve onları radyatöre zincirlenmiş bir şekilde bırakmıştı.
Jacob Barrett: Taşocağı katili.
“Hayır, hayır…”
Harris Dales: Aileleri katletmiş, her birini teker teker öldürmüştü.
Ve şapelin en gerisinde tek başına ayakta duran son bir insan. Mercer onu net göremiyordu. Anlam veremediği bir sebeple etrafına gölge düşmüştü. Fakat adamın kafasının şeklinde bir tuhaflık vardı ve tepesinden iki boynuz yükseliyordu…
Adamlar tek bir vücutmuş gibi, aynı anda yürümeye başladılar. Sağ taraftan, sol taraftan, insanların bacaklarının önünden itiş kakış geçerek, şapelin tam ortasına gelip iki sıranın arasında toplandılar. Hepsi gözlerini Mercer’a dikmişti.
Mercer’ın kalbi sanki durmuştu. Artık şaşkınlığı geçmiş, her şey donmuştu. Sanki yok oluyordu ve geriye kalan tek şey yaşadığı panik duygusuydu.
“Hayır.”
Pete yanına gelmiş, Mercer’ın kolunu tutmuştu.
“Geçti artık, John.”
Mercer, Pete’in kolunu itti ve şaşkın bakışlarla Pete’e döndü.
“Onları göremiyor musun? dedi ve koridoru işaret etti.
Pete her zaman biraz çekingen ve ürkek biriydi, ancak bu kez yüzünde, Mercer’ın daha önce hiç görmediği kadar derin bir üzüntü vardı. Patronunun gözlerine bakamıyordu bile. Başını yere eğdi. Çenesi kaskatı kesilmişti.
“John,” dedi, sessizce, “lütfen, benimle gel ve otur.”
“Hayır, anlamıyorsun…”
Mercer başını tekrar şapele çevirdi. Üzerlerine doğra yürüyen suçlular öyle yavaş adımlarla ilerliyorlardı ki birer ölü gibi görünüyorlardı. Boş gözlerini Mercer’a dikmişlerdi.
Pete elini tekrar Mcrcer’ın koluna koydu.
“John, benim. Pete.”
“Anlamıyorsun,” dedi Mercer.
“Evet, anlıyorum,” dedi Pete ve kolunu Mercer’a doladı. “Anlıyorum.”
Mercer bir an için ne yapacağını bilemeden öylece kalakaldı. Sonra ağlamaya başladı ve Pete’e sarıldı.
“Her şey yolunda. Hadi, gidelim.”
Pete onu yavaşça sıraların arasına indirdi. Mercer gözlerini kapalı tutmaya çalışıyordu. Bir saniyeliğine bile olsa gözlerini açtığı zaman, aralarından geçip gitmesini izleyen kireç gibi bembeyaz suratlar görüyordu. Kendini tamamen Pete’in kontrolüne bırakıp onu oradan götürmesine izin verdi. Greg ve Simon da peşlerindeydi. Şapelin ortasına geldiklerinde Eileen’in elini, kolunun üzerinde hissetti. İnsanlar yol vermek için kenara çekiliyordu.
Hep birlikte, Mercer’ı güvende hissettirmek için iyice birbirlerine sokuldular ve gün ışığına doğru çıktılar.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adı50 / 50 Katil
- Sayfa Sayısı432
- YazarSteve Mosby
- ÇevirmenSeçil Sönmez
- ISBN9786055289874
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Seçilmiş Şampiyon – Girdap Günlükleri İkinci Kitap ~ Elise Kova
Seçilmiş Şampiyon – Girdap Günlükleri İkinci Kitap
Elise Kova
Kaderine Koşan Bir Prenses Herkesi Tehdit Eden Bir Karanlık Zamanını Bekleyen Düşmanlar Vi Solaris, hayatı boyunca hasretini çektiği ne varsa elde etmek üzereydi. Ailesine,...
- Cennet’teki Âdem ~ Carlos Fuentes
Cennet’teki Âdem
Carlos Fuentes
Yeni suçlu sınıfı kötülerden, sapıklardan ve kana susamışlardan oluşuyor, bunlar iktidarı yavaş yavaş ele geçiriyorlar, sınırdan başlayıp taşraya, cahil polislerden siyasetçilere, araya hiç kimseleri...
- Ripley’nin Oyunu ~ Patricia Highsmith
Ripley’nin Oyunu
Patricia Highsmith
“Bianca’yı ancak o zaman gördü Jonathan. Adam, Fritz’den çok ona yakındı. Kahverengi deri düğmeli, gri renkte şık bir palto giyen, ablak yüzlü, esmer bir...