Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Havana’da Türk Tutkusu 1898
Havana’da Türk Tutkusu 1898

Havana’da Türk Tutkusu 1898

Ernesto Gomez Abascal

II. Abdülhamit 1897 yılı sonbaharında yaverlerinden, Ordu-yu Humayun’un İstihbarat birimine mensup Ahmet Paşa’yı (gerçek hayatta Hasan Enver Paşa) Küba’ya yollamaya karar verdi. Romanda böyle…

II. Abdülhamit 1897 yılı sonbaharında yaverlerinden, Ordu-yu Humayun’un İstihbarat birimine mensup Ahmet Paşa’yı (gerçek hayatta Hasan Enver Paşa) Küba’ya yollamaya karar verdi. Romanda böyle başlayan öykü gerçek hayattan alınmadır. Olayların kahramanı, Nazım Hikmet ve Oktay Rıfat’ın dedeleri olan Hasan Enver Paşa’nın babası Polonya asıllı olup, Prusya’ya karşı ayaklanma sonrasında Osmanlı’ya kaçmıştır. Paris’te eğitim gören ve çeşitli diller bilen Hasan Enver Paşa bu görev için özellikle bu nedenle tercih edilmiştir. Görevi hassas ve tehlikeliydi: Kübalıların İspanyollardan bağımsızlıklarını kazanmak için yıllardır yürüttükleri savaş hakkında bilgi toplayacak ve sorunun çözümü için ortaya konmaya çalışılan çabalardan herhangi birinin yakında yer alan Girit’teki isyanda uygulanmasının yararlı olup olmayacağını öğrenecekti.

Avrupalı güçler ve daha o zamandan anlaşmazlığa müdahale etme niyetini açığa vuran ABD de o sıralarda adada istihbarat görevlileri bulundurmaktaydılar. Winston Churchill de aynı dönemde Birleşik Krallık adına askerî gözlemci olarak bu görevi yerine getiriyordu.

Hikâyenin geçtiği 1897-98’de, bağımsızlık mücadelesini 1868 yılında başlatan Kübalı yurtseverler İspanyol sömürge kuvvetlerini öylesine zayıflatmışlardı ki, var olan düzenin yıkılmasının yakın olduğu görülmekteydi. Bizzat İspanyollar Porto Riko ile birlikte Amerika’da kalan son toprakları olan Küba’yı elde tutabilmek için “ellerindeki son peseta’yı da, son adamı da” harcadıklarını ifade ediyorlardı.

Burada anlatılanlar kurmaca olmasına karşın, hikaye bir “Osmanlı özel temsilcisinin” varlığı da dâhil olmak üzere büyük ölçüde tarihsel gerçeklere dayanmaktadır.

Bu kitap tarihî ya da siyasal bir roman mı, yoksa bir entrika ya da casusluk romanı mı? İçinde bunların tümü mevcut, hatta tutkulu bir aşk ve dini unsurlar da var.

Kitabın yazarı E.G.Abascal ise Domuzlar Körfezi çıkartmasından bu yana Küba’nın ileri gelen politik şahsiyetlerinden birisi ve yakın zamana kadar Küba’nın Türkiye Büyükelçisiydi. Her iki ülkeyi birden iyi tanıyan Abascal’ın politik duyarlılıklarını kattığı bu tarihsel roman egemenlerin çok eski dönemlerden bu yana birbirlerinin yöntemlerinden nasıl yararlandığını da ortaya koyuyor.

 

Bölüm I
Yüce Hakan – Kızıl Sultan

Yıldız Sarayı, İstanbul
1897 yılı, Eylül ayı sonları

“Küba ile Girit mi? Karayiplerde yer alan bu uzak adadaki durumla, hemen yanıbaşımızda, Girit’te yaşanan Yunan isyanının ne ilgisi olabilirdi ki?” Sultan II. Abdülhamit, 1897 Sonbaharı’nın bu serin gecesinde, birinin beklenmedik bir şekilde ifade ettiği, batıl inançlarının etkisiyle aklına takılan bu karşılaştırmayı düşünmüş ve gece boyunca gözüne uyku girmemişti. Kabalistik bir formüldü bu: İhtilaflar iki kıtanın karşısında yer alan iki adada meydana geliyordu ve her ikisinin adı da iki heceden oluşuyordu.
XIX. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına şahit oluyor ve bu durum kanlı iktidar mücadelelerine yansıyordu. Entrikalar, cinayetler gündelik olaylar haline geliyor ve bunlara yalnızca taht üzerinde beklentisi olanlar değil, aralarında vezirlerin, hanım sultanların, odalıkların, İmparatorluk haremi mensuplarının ve değişik düzeyde devlet görevlilerinin de bulunduğu birçok kişi katılıyordu. Bu kişiler rakiplerine üstünlük sağlamak için mücadele ederken, efendilerinin iltifatına da mazhar olmaya çalışıyorlardı.
II. Abdülhamit’in Hz. Osman’ın kılıcını kuşanması da 1876 yılında bu oldukça karmaşık ortamda gerçekleşti. Anılan merasim o zamanların Türkiyesi’nde batılı kralların taç giyme törenine denk gelmekteydi. Sultan, akıl sağlığı zayıf olduğu öne sürülerek tahttan indirilen kardeşi V. Murat’ın yerine Padişah olmuş, sabık hükümdar ise Boğaza nazır büyük Çırağan Sarayı’nın odalarına hapsedilmişti. Son derece iyi piyano çalan eski padişah, burada bestekârlıkla uğraşmaktaydı. Gerçekte batı kültürüne son derece vakıf, alışılmadık bir padişah olmuş, tüm Müslümanların Halifesi sıfatıyla çelişmesine karşın Londra’ya gerçekleştirdiği bir ziyaret sırasında masonluğa intisab etmişti. Bu durum hiç şüphesiz bazı saray çevrelerini rahatsız etmiş ve muhtemelen başına gelen bahtsızlıkta da etkili olmuştu.
Yine Abdülmecit’in oğlu olan yeni sultan, son derece iyi bir eğitim ve öğrenim görmüştü. Henüz 34 yaşında tahta çıktığında, Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. Müzik, tarih ve din dersleri almıştı, siyaset sanatına vakıf olduğuna dair ipuçları veriyor, zeki duruyor, istekli ve enerjik görünüyordu. Orta boyluydu, teni son derece beyazdı ve çok sık olmayan sakal ve bıyıklarını geleneksel usulde bırakıyordu. Daha ziyade küçük denebilecek canlı gözleriyle etrafı kimi zaman anlamsız, kimi zaman ise derin ve keskin bakışlarla süzerdi.
Abdülhamit daha tahta çıkmadan önce kendisinin, inanmış bir liberal olduğuna ve İmparatorluğa çağdaş fikirler getireceğine dair bir kanı oluşturmuştu. Buna uygun olarak, derhal bir anayasa hazırlattı ve ilk kez 1877 yılında toplanan iki meclisli bir parlamento oluşturdu. Buna karşın, bir süre sonra gerçek kişiliğini ve niyetini ortaya koydu ve bir yıl sonra, 1878’de her iki meclisi de kapattı. Bazı seleflerinin yaptıkları gibi yenileşme fikirlerini ya da çağdaş yönetim sistemlerini uygulamaya geçirmeye çalışmak yerine, tüm Müslümanların Halifesi sıfatını kullanarak Doğu’nun tek hâkimi olmak için Pan-İslamizm fikrini öne çıkarmaya çalıştı.
Tabii onunla ilgili herşey de kötü değildi, birçokları onun idaresine yöneltilen eleştirilerin haklı olmadığını savunuyorlardı. Gerçekte, onun hükümranlığında ekonomi bir miktar düzelmiş, kararlılığı ve sabrı sayesinde birçok okul ve sanayi tesisi açılmış, Arap yarımadasının Medine kentine dek uzanan demiryolu tamamlanmıştı. Onu batılı anlamda çağdaşlaşmayı hakir gören biri olmakla itham edenlere, Avrupa’nın özellikle de Katolik inancının yaygın olduğu kısımların bu medeniyeti birçok kez yıkmaya çalıştığını, halen de çalışmakta olduğunu, kendisinin öz değerlerini ve doğuya has İslam medeniyetini savunduğunu ileri sürüyordu. Gerçek anlamda dağılma belirtileri gösteren İmparatorluğun siyasi durumu ona fayda sağlamıyor, bu durum, padişahın düzeni sağlayabilmek için sert bir baskı rejimi uygulamasına neden oluyordu. Bu da toplumsal patlamaların zaman zaman daha da istenmeyen durumlara yol açmasına neden oluyordu. Bu tutum Hükümdarın Kızıl Sultan lakabını edinmesine neden oldu ve böyle tanındı. Özellikle ülkenin doğu vilayetlerinde Van gölü ve Kars dolaylarında yaşayan ancak öte yandan şehirlerde özellikle de İstanbul’da ticari yaşamın önemli aktörlerinden olan ve ülkenin önemli bir Hıristiyan azınlık grubunu teşkil eden Ermenilerle olan çatışmalar arttı. Kanlı karışıklıklar meydana geldi. Bunlardan çoğu, ülkenin Hıristiyan azınlıklarının milli ve dini duygularını kışkırtarak, İmparatorluğu zayıflatmayı ve yıkmayı hedefleyen çarlık Rusyası tarafından gerçekleştirildi. Başkentin merkezinde bulunan Osmanlı Bankası binasında meydana gelen bir suikastte bizzat kendi canına bile kastedilmesi karşısında Sultan telaşa kapıldı ve burada da ibret nitelikli cezalara başvurmak zorunda kalındı. Girit Adası’nda da şiddetle bastırılmak zorunda kalınan kanlı karışıklıklar meydana geldi.
Abdülhamit o dönemlerde hayatı konusunda son derece endişeliydi, neredeyse dehşet içinde yaşıyordu. Ecdadından bazılarının başına geldiği gibi, kendisi de öldürülmekten korkuyordu. Boğazın etkileyici manzarasına hâkim bir tepede yer alan ve yüksek duvarlarla korunan Yıldız Sarayı’ndan çok az çıkıyordu. Burasını, Topkapı Sarayı ile birlikte önceki padişahların ikametgâhı olan, Dolmabahçe Sarayı’na göre daha güvenli buluyordu. İkametgâhından ayrılışları, özel bir gün olan Cuma günleri, namaz farizasını yerine getirmek üzere yakınlardaki bir camiye gidişleriyle sınırlıydı. Bu kısa yol boyunca konuşlanan rengârenk üniformalı kalabalık birlikler bile kendini tam olarak güvende hissetmesi için yeterli olmuyor, bu yüzden saltanat arabasının son sürat yol almasını istiyor, vezirler, yaverler, subaylar, uşaklar ve saraya mensup diğer zevat da geride kalmamak için koşturuyorlardı.
Bu sıkıntılı duruma karşın, eskilerin Bizans’ı, Konstantinopolis’i olan İstanbul, tüm ihtişamını muhafaza ediyor ve dünyanın diğer ünlü başkentleriyle rekabeti sürdürüyor hatta birçoklarına göre o kentleri geride bırakıyordu. Şehrin kurulduğu yer itibarıyla coğrafi konumu ona son derece istisnai özellikler sağlıyordu. Boğaziçi’nin ikiye ayırdığı Avrupa ve Asya yakaları üzerinde kurulu bu şehir, dünyada iki kıtaya yayılan tek şehirdi ve aynı zamanda Karadenizle Akdeniz arasındaki deniz trafiğini de kontrol ediyordu. Bu özellikler şehre yalnızca ayrıcalıklı bir stratejik konum bahşetmekle kalmıyor ve ona sahip olma uğrunda birçok savaşa da neden oluyordu. Bu itibarlı şehirle ilgili çalışmaları bulunan Petrus Gyllus’un daha XVI. yüzyılda kaydettiği “Bazı şehirler ölümlüdür ama İstanbul, dünya üzerinde bir tek insan kaldığı sürece yaşayacaktır” sözleri ya da Fatih Sultan Mehmet’in kendi adını taşıyan camiin girişine yazdırdığı kitabede yar alan, “Ne mutlu o kumandana ki Konstantin’in şehrini fethedecek ve ne mutlu onun erlerine” ifadeleri son derece isabetli yargılar içermekteydi.
Abdülhamit sarayının üst katlarında, yalnız kalmayı tercih ettiği zamanlarda kullandığı lüks tarzda döşenmiş rahat odasından, boğazdan geçen gemileri, kıyılardan yükselen yemyeşil koruları, ağır ve yavaş takaları ve yolcularını bir kıyıdan diğerine taşıyan daha hafif ve süratli kayıkları seyredebiliyordu. Boğaz’ın en güzel manzaralarından birine hâkim olan Yıldız Sarayı gerçekte padişahın lüks ve ihtişam yönünden dört başı mamur hale getirmeye çalıştığı bir binalar topluluğuydu. Özellikle de kendinin meraklı olduğu ahşap mobilyalara önem veriyordu. Saray, dünyanın dört bir yanından getirilmiş ağaçlarla oluşturulmuş devasa bir parkın ortasındaydı ve arazi, Boğaz’ın Rumeli tarafında kıyıya kadar uzanıyordu, bittiği yerde ise diğer büyük bir saray olan Çırağan yükseliyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı) Tarihi Roman
  • Kitap AdıHavana'da Türk Tutkusu 1898
  • Sayfa Sayısı280
  • YazarErnesto Gomez Abascal
  • ÇevirmenM. Necati Kutlu, Ceren Karaca
  • ISBN9786055513269
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviNotaBene Yayınları / 2012

Yazarın Diğer Kitapları

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Kızıl Darı Tarlaları ~ Mo YanKızıl Darı Tarlaları

    Kızıl Darı Tarlaları

    Mo Yan

    Çin’in Nobel ödüllü yazarı Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları, Shandong ailesinden üç kuşağın, 1923-1976 yılları arasındaki öyküsünü aktaran bir roman. Yazar, bir mücevher güzelliğindeki...

  2. Gördüğüne Asla İnanma ~ Mario MazzantiGördüğüne Asla İnanma

    Gördüğüne Asla İnanma

    Mario Mazzanti

    “Ben saf aşkın, Tanrı korkusunun, bilginin ve kutsal umudun anasıyım.” “Öldürüp hayat verenim ben ve hiç kimse bensiz kurtuluşa eremez.” Ünlü bir psikiyatrist merakı...

  3. Şikago Mezbahaları ~ Upton SinclairŞikago Mezbahaları

    Şikago Mezbahaları

    Upton Sinclair

    Şikago Mezbahaları, yazıldığı dönemden bugüne bütün dünyadaki emekçi sınıfların vahşi kapitalizme karşı durumunu gözler önüne seren, toplumcu gerçekçi akımın en çarpıcı eserlerinden biridir. Şikago’daki devasa...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur