Bizim Edebiyatımız,19.Asır sonuna kadar burcu burcu islam kokar..Yani hınca hınç düşünce,musikı,aşk ve sonsuza kanat çırpan rüya düşünceler.. Şimdi ,daha çok iğdişlik kokar,”Çağdaş”edebiyatımız..Biz ki,hazinelerimizden ve ışıklarımızdan habersiz,sırtımız güneşlere dönük yaşıyoruz.Yönümüzü kaybettiğimizin farkında değiliz..”sağcısı”,”solcusu”ve “islamcı”sıyla hepimiz..Babil Kulesi’ndeyiz..Biz bizi yok etmek isteyen düşmanın,düşüncelerimizi Babil Kulesi’ne çevirdiğinin farkında değiliz.Düşünmeyenlerin,düşünenlere tahammülü yok Türkiye’de..Şayet,hakikatin bir anlamı varsa, o zaman imkanında bir anlamı olmalı ..Türkiye’nin yani,müslüman Türk’ün varlığının bir anlamı varsa,o zaman uyanmanın,dirilişin,kurtuluşun anlamı olur.İmkansızlığın anlamı hakikattir..Uyanışın anlamı:Kurtuluştur.
“Biz, onların dillerini öğrendik. Ve biz, onlara bir kaç zanaatımızı öğrettik. Ama tabiat, onlara, bize karşı bir üstünlük verdi. Bizim, bütün avantajlarımızın fevkinde, bir üstünlük… Onların hıza ihtiyacı yoktu. Ama bizim onlara ihtiyacımız var…”
Voltaire
Revak
Her kitap; bir ön söz, yani bir revaktır. Rüya sarayının revakıdır her kitap. Her ön söz; rüyanın ışıktan, kelimeden merdivenidir. Onun İçin, uluların kitaplarında ön söz yoktur. Uluların her ön sözü; bir kitap, bir revaktır.
Mukaddime, İbn Haldun’un Tarih-i İber’inin revakıdır. “Metot Üzerine Risale”, Descartes’in eserlerinin bir revakı, yani ön sözüdür. Ruhun Fenomonolojisi, Hegel’in bir öd sözüdür. Bütün eserlerinin bir revakıdır Ruhun Fenomolojisi. Üstad C. Meriç’in, “Bu Ülke’si, kurmak istediği mabet sarayın revakıdır. “Bu Ülke” ve diğer eserleri, düşünce fatihlerine, dostça sunduğu bir davettir, bir rüyanın tohumudur. “Bu Ülke”, bir ön sözdür… Bu Ülke, on iki gezegeni kucaklayan bir revaktır.
Hegel için, Almanya bir devlet değildir. Türkiye ise, 20. yüzyıldan beri, bir devlet değil Türkiye! Daha doğrusu, bir DevIet-i Âli, bir Devlet-i Ebed Müddete inanan bir devlet değil; küçük Sezarların, Dahhakların ve bir avuç içimizdeki “Batının Yeniçeriler i “nin söz sahibi olduğu bir ülkedir Türkiye. Bir asırdır, Avrupa tarafından Türkiye’deki her hareket kanalize ediliyor. Kanalize edebilmek için de, maskeli Babil kulesinde: benim ülkem… Subaşlarım kendi Yeniçerilerine tutturuyor.
Ve Dahhak… Efsaneye göre, üç başlı bir canavar. Sadece, İnsan beyni yiyormuş, Dahhak. Ya bizim Dahhaklar… Düşünen insanların beynini yiyen, parçalayan, kendi gök kubbesindeki yıldızları söndüren, yok eden; zulmün, cehaletin, karanlığın taşlarıyla gök kubbemizi örenlerin söz sahibi olduğu bir ülkedir, benim ülkem…
Varlığı, irfanı, ruhu; toplar, tüfekler, sahte gözyaşları, zehirler ve ihanet dalgalarıyla kuşatılmıştır. Yıkım ve tahrip çığlıkları… Bu harabenin üstündeki baykuşların kahkahası… Bir fecir vakti, kıyam eden bir milletin yeniden inşası ve ardından gizli güçlerin oyunlarıyla, 20. yüzyıl Türkiye’si… İşte fikrî hareketler ve düşünceler… Hareket ve düşünce yumağıyla benim ülkem, benim rüyam, benim dünyam. Benim yeryüzü cennetim: benim ülkem…
Ecce homo. Ecce kelam. Ecce hece. Ecce hecenin taşları. Ecce edipler… işte ülkem… Sismograflar; yani dehanın ihtişamları… Işıktan revaklar olan sismograflar… Ecce Homoludens olan Türk aydını. Aydın, bir labirent; yalnızlığın değil ihanetin ve cehaletin labirenti…
Yıl 1987, yani son Sismograflardan, düşüncenin son başbuğlarından üstad C. Meriç’in vefat yılı… Türk düşüncesinin zayıflama zamanı ve ufkunda Örümceğin ağ ördüğü zaman, 1987’den sonraki zaman… Ne artık bir âlimler cumhuriyeti var, ne de bir edebiyatçılar cumhuriyeti. Çırak ustasını tanımıyor… Usta, çırağa yol gösterip korumuyor, aydınlatmıyor. İçimizdeki Ecinni “Batının Yeniçerilerini, Grafoman’ları sahneden kovacak ustalar yok! Ülke, günlük filozofların eline; yani gazetecilerin eline geçer.”
Benim milletim, benim tarihim, yani Türk’ün cihanşümul tarihi, hakikatte şu bir kaç Metafor’un daha doğrusu, bir kaç erişilmez, asil, kristali eşmiş karakterin tarihidir. Ahde vefa, civanmertlik, merhamet ve şair saflığının tarihidir, Türk’ün cihanşümul tarihi…
Türk milletinin tarihi bu dört kristal sütunun üstünde inşa edilmiş bir cihanşümul abidedir. Faziletin, hürriyetin öğretisi, ufku ve gönülleri fetheden bir kristal karakterin tarihidir. Şiiri fetheden bir milletin şair saflığında olması kadar tabii olan bir şey var mıdır? Öyle olmasaydık biz, içteki ve dıştaki ihanet dalgalarım tanır; tarih boyunca, düşmanımızı dost, dostlarımızı düşman bilmezdik. İçimizde halen var olan Boşoları, “Batının Yeniçerileri”ni tanırdık… Öyle olmasaydık, halen sağ – sol denilen deliliğin, şuursuzluğun, karanlığın, hürriyet ve faziletsizliğin birer karanlık yarımküreleri olarak ayrılmazdık…
Tarihimiz ve dilimiz; çalınmış, saklanmış, talan edilmiş makaslanıp atlanmış bir tarih… Tarihimiz, aklın kimyasının yaratacağı esir, karanlık ve cahil beyinlerin ürettikleri, en tehlikeli, en meşum, en harcıâlem yazılmış, en zehirli tarih, bizim tarihimiz… Yeryüzünde hiç bir millet, kendi elleriyle, tarihini ve dilini yakıp, kömürleştirmemiş…
Bir filozof, dil için “Varlığın evi” demiş… Doğru ama eksik… Dil, sadece “Varlığın evi” değil… Varlığın hem rüyası, hem de gök kubbesidir… Hafıza karşısında duran, bize soru soran: İnsan… Yani düşünen varlık… Diğer bir deyişle, bizi, biz yapan, bizatihi biz olan bir şuur: Hafıza… O’nda yeteri kadar, heyecan, elektrikli bilgi ve tedailerin gücü bulunmuyorsa, hafıza dumura uğramış, demektir… Sizi biz, bizi siz yapan: Diğeri… Diğeri, insanın bizatihi kendi oluşunun varlığı ve bir Şair’in tarih hakkında söyledikleri, bizim tarihçilerin yaptıklarına benzer… “Tarihçilerin geçmiş hakkında yaptıkları, falcının gelecek hakkında yaptıklarına benzer, ama falcının kehanetinin gerçekleşmesini insan kontrol edebilir; tarihçinin değil.” (P. Valery”). Bizde sadece hukuk değil, tarih de bir ara nağmedir… Güçlerin ara nağmesi… Işığın mahzene kapatılması, masalın, zehrin sahnede boy gösterip oynamasıdır tarih, bizde…
Bizde son büyük tarihçiler, A. Cevdet Paşa ve Mizancı Murat’tır. 20. yüzyılda usta Türk tarihçileri var mı? diye düşünürken; aklıma usla, su gibi uyanık ve kıvrak bir zekâ olan büyük tarihçi Lucien Febvre geldi… Onu düşündüm, daha doğrusu işgal altındaki Paris Üniversitesi’ndeki derslerini… Dersinin mevzuunu, üstad Michelet ve Rönesans’a ayırır, anlatır, aydınlatır; işgal altındaki ülkesinin üniversitesinde… Bir mit’ten, bir sismograftan bahseder… Bir Mit’i; Rönesans’ı sistematik ve bütün olarak, Fransız tarihini yazmak için, arşivlerdeki belgelere eğilir, tasnif eder ve belgelere kan verip; hayata, ışığa kavuşturan bir sismograftan bahseder, Lucien Febvre. Evraklara mürekkep değil kan verir, Michelet… Tarihçinin bir gözü, batan güneşe, bir gözü doğacak fecre bakar ve talebelerine belki, diğer sömestrde beraber olamayacağız, der L. Febvre. Anlattığı, bir mit, bir Sismograftır, işgal altındaki Paris’te…
Bizim tarihçileri düşünürken… Sahi, hangi tarihçi? Bizde düşünen tarihçi var mı? Bir an, Mükremin Halil’i, Fuat Köprülü ve talebelerini düşündüm… Yani, Osman Turan, Mustafa Akdağ, M. A. Köymen ve Halil İnalcık’ı düşündüm… Osman Turanı hocası gibi, siyaset bitirir, ama O. Turandan öğreneceğimiz; Sezar müsveddelerine karşı koyma faziletliği, cesareti ve iradesini… İyi ama bir siyasi partinin tüzüğüne imza atan, partiye iltihak eden bir yazar, bir bilim adamı, halen entelektüel sayılabilinir mi? Hayır… Değildir artık…
Yaşayan, başını biteviye arşivlere eğip, gömen; notlar alıp, yayımlayan Halil İnalcık Hoca ise, ne bir M. Weber, W Sombart, ne de kültür tarihçiliğinin kurucusu Kari Lamprecht’tir… ilk kez, ciddi olarak arşivlere eğilen, yayınlayan, öğreten bu tarihçimiz, belgelere kan vermez, mürekkep verir… Ne derin bir felsefi kültüre, ne de sosyal ilimlerin bütününü kucaklayacak bir bilgiye sahiptir… Zaten, üstadımız idealleştirmeye inanmıyor. Onunla yapılan uzun “söyleşi’yi (Halil İnalcık Kitabı) okurken aklıma Isalah Berlin’in çok sevdiği Turgenyev ve Tolstoy hakkında yazdığı “Kirpi ve Tilki” adlı nefis denemesi geldi. I. Berlin, Aşilos’un bir fablındaki şu sözü işler: “Tilki bir sürü şeyi bilir, ama kirpi büyük mevzuları bilir” deyişinin şerhini… Yani biri merkezci diğeri merkezkaçtır. Yani diğer bir deyişle, biri kesifledir, yoğunlaşır, diğeri genişler, yayılır,..
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İnceleme/Araştırma
- Kitap AdıBabil'deki Türkiye
- Sayfa Sayısı384
- YazarEkrem Tahir
- ISBN9757747607
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYağmur Yayınevi / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Otelde Bulunmuş Kitap – Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle ~ Hazırlayan: Murathan Mungan
Otelde Bulunmuş Kitap – Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle
Hazırlayan: Murathan Mungan
Otel dendiğinde edebiyat tutanaklarının kalın defterlerinden biri olanca haşmetiyle açılır önümüze… Bir mekân olarak doğrudan otelin kendisini konu alan, otelde geçen olaylar ekseninde gelişen...
- Yeryüzüne Ölümü İndirdik Gülüm! ~ Tayfun Atay
Yeryüzüne Ölümü İndirdik Gülüm!
Tayfun Atay
Homo Demonus Üzerine Antropolojik Serzenişler İnsan türünün 21. yüzyılda Homo sapiens olmaktan “Homo Deus”a dönüşerek tanrısallık mertebesine ulaşacağı öngörüsü çok ilgi çekmiş, çok ses...
- Sürmeli Türkçe ~ Şeref Yılmaz
Sürmeli Türkçe
Şeref Yılmaz
Bir dilin zengin ve işlek olmasının yanı sıra, etki gücüne de sahip olması, o dili konuşan bireylerin sayısıyla doğru orantılıdır. Bir dili ne kadar...