Menekşe Toprak’ın önsözü, Serdar Soydan’ın titizlikle hazırladığı kronolojik biyografisiyle Bir dokuma fabrikasında sömürülen, bütün hakları gasp edilmiş bir avuç insanın hayatının anlatıldığı roman toplumcu gerçekçi çizgide yayımlanan ilk kitaplardan.
Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır, Tan gazetesinde 1937 yılında tefrika edilmeye başlandığında toplumcu gerçekçi roman popüler bir tür değildi. Hatta köy ve taşranın dışına çıkıp şehir hayatını, kenar mahalleleri, fabrikaları anlatan roman yok denecek kadar azdı. Suat Derviş’i çalıştığı gazete muhabir olarak Sovyetlere gönderdiğinde romanı yarım bir şekilde, taslaklarıyla Kemal Tahir’e bırakmış, son kısmını Kemal Tahir tamamlamıştır. Tren yolculuğu sırasında iki kalın defter yazıp yolladıysa da gazete tefrikanın yeterince ilgi görmediğini söyleyerek Kemal Tahir’in sonu yazmasını istemiştir.
Bu koşullar altında yazılan ve okurla buluşan roman seksen bir sene sonra ilk kez Suat Derviş adıyla kitaplaşıyor. Dünden bugüne koşullarda ve sömürülen bir avuç insanın hayatında bir şey değişmediğini gözler önüne seren Derviş, zamanı aşan öngörüsü ve tahlilleriyle büyük bir yazar olduğunu gösteriyor.
“Derviş, 1930’ların yoksulluğunu, İstanbul’un işçi mahallesi olan Edirnekapı civarını öyle sahici anlatır, öyle çarpıcı resmeder ki yer yer Emile Zola’nın Germinal romanındaki maden işçilerini, bazen de John Steinbeck’in bu romandan iki yıl sonra yayımlanan Gazap Üzümleri’ndeki mevsimlik işçileri görür gibi olursunuz.” –MENEKŞE TOPRAK
*
1.
Saat on bir buçuk… Şafakla beraber işlemeye başlamış olan motor… Kocaman devlere benzeyen çarkları yağlı geniş kayışların boyunduruğuna geçirmişler… Makineler alt edilmiş birer düşman gibi diş gıcırdatarak dönüyor.
Atölyenin havasında, içinde pis bir yag kavrulan kocaman bir kazanın mide bulandıran kokusu ve nefes tıkayan sıcaklığı var.
Günün bazen on, bazen on iki, hatta on dört saatinde durup dinlenmeden muayyen beş on hareket yapmak için kiralanmış olan bu insanlar makineden adamlara ne kadar benziyorlar. Onları makinelerden, makineleri onlardan fark etmenin imkanı yok. Bu insanlar kendilerini tik nefes göğüs- ler gibi, hırlaya hırlaya çalışan makinelerin ahengine o kadar uydurmuşlar ki, her şeyi, hatta insan olduklarını unutmuşlar gibi.
Büyük atölyenin içinde, tezgahlar arasında dolaşan iş başı- lar var. Bunlar işçileri kolluyorlar.
“Hey Nazlı! Yine kendini dalgaya verdin. İplik koptu.” Alnında biriken terleri, sıvanmış kolunun uzun tüyleriyle silen düşük bıyıklı, kırklık bir erkek kenardaki tezgâha doğru ilerliyor.
“Aman Süleyman Ağabey, iplik bu! Zincir değil ya! Elbette kopar.”
Kıvrak bir kadın kahkahası, genç bir kısrağın erkeğini gö- runce kişnemesine benzeyen tuhaf bir kahkaha, makinelerin gürültüsü arasında yükseliyor.
Biraz dikkatli olsan ne olur?”
Kopan ipliği yerine takmadan, ince bir kamış gibi sert ve fakat kıvrak belini bir İspanyol dansözü gibi çevikliğiyle arkaya doğru atıyor, siyah gömleğinin altından incecik vücudu- nun güzelliklerini gösteren bir gerinişle iki kolunu başının arkasında, ensesinde çaprazlayan genç kız, iri gözlerinin ucu ile ustasına bakıyor.
“Ooof… Allah kahretsin! Ne bitmez, tükenmez gün bu- gün. Ne zaman paydos düdüğü çalacak bilmiyorum ki… Sıcaktan gönlüm bulanıyor.”
Süleyman Usta tıpkı yaltaklanan bir kedi gibi tezgâhının başında kıvranan bu genç kızın ta yanına yaklaşıyor. Fakat onun yanına istemeye istemeye sokulduğu için, içinden bu- yük bir hiddet de duyuyor. Ve işte şimdi onu azarlıyor.
“İki, üç gündür senin elinden iş çıkmıyor Nazlı. Sahihten, sen de ismin gibi nazlı oldun.”
Küçük azardan müteessir olmuşa hiç benzemiyor. Kızıl dudaklarını geren arsız bir sırıtışla bembeyaz dişlerini göstere göstere ustasına bakıyor. Sonra hâlâ bir mahalle çocuğu şivesiyle konuşan, akordu bozuk kalın sesiyle bu sözü de cevapsız bırakmıyor.
“Elbette nazlı olurum ağabey! Biz de ana baba evladıyız. Alman mühendisin karısını bugün görmedin mi? Atölyeden bir geçecek oldu, az kaldı patlayacaktı. Hem Almanca bir şeyler söylüyor, hem de şöyle yapıyordu.”
Nazlı makinenin başından ayrılarak cebinden çıkardığı küçücük mendili burnunun önünde sallaya sallaya mühendisin şişman karısının atölyeden geçişinin taklidini yapıyor ve onu gören arkadaşları kahkahalarla gülüyorlar.
“Yaman kırılıyorsun be Nazlı!”
“Sen bana öbür süsleri giydir, o ayakkabıları; vallahi ben ondan iyi çarliston olurum. Benim fiyakam yok mu zannediyorsun? Ama ayakta partallar, üstte bu siyah önlük oldu mu ne gençlik, ne güzellik bir para ediyor.”
Süleyman’ın sesi daima sert “Haydi, gevezelik yeter,” diyor.
“Ah Süleyman Ağabey, vallahi sen insanı taş zannediyorsun. Biz de insanız yahu! Bir dakika dinlenelim. Hem taş bile olsak bu hava taştan bile ter sızdıracak. Baksana sıcağa… İnsanların kemiklerini, iliklerini eritiyor. Muhallebi gibiyim. Sıcaktan sabahtan beri anam ağladı.”
İçini çekiyor.
“Ah! Ah! Kim bilir şimdi nice talihli insanlar bu saatte denizde keyif ediyorlardır. Onlar deniz banyosu yaparlarken biz burada ter banyosundayız. Onlar buzlu biralar içerlerken, biz burada tuzlu terlerimizi yutuyoruz.”
Yere tükürür gibi yapıyor.
“Tüküreyim ben böyle bir hayatın içine.” Süleyman Usta kaşlarını daha fazla çatıyor.
“Haydi… Haydi, çok gevezelik ediyorsun. Bak saat on iki- ye geliyor. Lakırdıya yekün tut.”
“Korkma Süleyman ağabey, saat on ikiye kolay kolay gelmez. Burada makineler elektrikle dönüyorlar ama mübarek saat öküz arabasıyla geçiyor.”
Nazlı’nın tezgahının solundaki tezgahta sarı saçlı, kısa boylu, şişman bir kız çalışıyor. Yusyuvarlak vücutlu bu kızın, yusyuvarlak yüzünde ayın on beşini hatırlatan ahmak bir gülümseme var.
“Nazlı Abla… Nazlı Abla!” diyor. “Galiba senin canın monşerini koluna takip beraber denize gitmek, biralar yutmak istiyor.”
Nazlı, omuzlarını silkip, henüz kızarmaya başlayan körpe kiraz gibi katı hissini veren dudaklarını büzerek “Senin, benim bulacağımız monşerler senin benim gibi kopuk alayındandır Onlarla beraber deniz kenarına değil, Kasımpaşa’nın Bülbül Deresi’ne gidilemez. Nerede bizde o talih ki, bizi şanila şöhretiyle deniz kenarına götürecek kalantor bir vurgun yapalım.
Bu şakayı pek zarif bulanlar kahkaha ile gülerlerken ilerde bir tezgah başında çalışan yaşlı bir kadın “O nasıl şaka,” diye bağırıyor. “erkeklerin arasında söyleyecek söz bulamıyor musunuz? Edep, haya yok mu sizde yumurcaklar? Namus kalmadı mı?”
Ve Nazlı’nın sağındaki tezgahta çalışan esmer bir delikanlı da.
Eğer canın denize gitmek istiyorsa, emret Nazlı Abla,” diyor. Biz de bu pazar seni denize götürürüz. Evet, emret, senin için can fener, muşamba olsa yanar degil mi?”
Nazlı, güzel yüzünün inceliğine, kurt dişleri gibi uçları sivri, sivri bembeyaz dişlerini gösteren kalın dudaklı ağzının asıl çizgilerine hiç uymayan bir neşe ile kaba kaba gülüyor ve sonra ince kaşlarından birinin ucu gururla yukarı doğru kalkarak “Haydi, hoşt köpek.” diyor, “eğer kırk yılın birinde aklıma esip de bir erkekle denize gitmeye kalkışsam seninle mi giderim?”
Esmer işçi bir anda içine kin dolan kırmızı gözlerle Nazli ya bakarak “Bize tenezzül buyurmuyorsan bari bekle de seni işletme müdürü götürsün,” diyor.
Nazlı, muhakkak ona da bir cevap yetiştirirdi ama bu defa Süleyman Usta’nın sesi itaat isteyen bir ahenkle bağırıyor. “Haydi, iş başına… Burasını Çifit havrasına döndürdünüz.”
Makinelerin sesini, homurtusunu aşsın diye adeta avaz, avaz bağırarak yapılan bu konuşma çarkların gıcırtısına, motorun uğultusuna karışarak yarısı anlaşılır, yarısı anlaşılmaz bir gürültü yaratıyordu.
Süleyman Usta’nın emri bütün bu seslere bir an hakim oldu. Şimdi konuşanların hepsi birden sustular ve çarklar konuşulan şeylerin en son cümlesini dişlerine takıp devirlerine aldılar ve onlar döndükçe bu sözleri tekrarlayıp duruyorlar.
Bekle de seni işletme müdürü götürsün, bekle de seni işletme müdürü götürsün. Bekle de seni işletme müdürü götürsün.
Nazlı hışımla makinesine doğru eğilirken çarkların bu istihzasına içinden cevap veriyor. Neden götürmeyecekmiş? Neden beni beğenmeyecekmiş? Ben mahallemin en güzel kızıyım. En güzeli benim o mahallenin. Arabacının Seher’den, kunduracının Hanife’den bile daha güzelim. Acaba işletme müdürünün karısı, kızı benden daha mi güzeldir?
Güneşin altında yediğini hazmetmeye çalışan bir yılan gövdesi gibi uzanmış olan ince ve uzun fabrika binası bacasını bir yılanbaşı gibi dik tutmuş. Ve işte bu baştan birdenbire bir yılan ıslığını hatırlatan tiz bir düdük sesi yükseliyor. “Paydos!”
Fabrikanın motoru birdenbire durdu ve bütün makineler sektei kalpten ölmüş bir vücudun uzuvları gibi o anda kat’i ve kansız bir atalete düşüverdiler.
İşçilerin her biri birer hapishane kaçağı gibi bir an evvel atölyenin kapısına varmak ve dışarı gitmek için arkadaşının önüne geçmeye gayret ediyor.
Bunların en önünde incecik vücudunun bir bahar rüzgârı gibi hafif koşusuyla Nazlı var!
O daha paydos düdüğü çalarken işini bıraktı. Ve çılgın bir koğuşla, tıpkı havasız kalmış bir adam, havaya kavuşmak için nasıl tehalük [çok isteme] gösterirse aynı tehalükle kapıya fırladı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBu Roman Olan Şeylerin Romanıdır
- Sayfa Sayısı272
- YazarSuat Derviş
- ISBN9786053758624
- Boyutlar, Kapak13*19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Rahmi Bey ~ Naşide Gökbudak
Rahmi Bey
Naşide Gökbudak
…Tevhide pembe gelinliğinin içinde, başında altın liralarla gelin odasına girdi. Bir müddet çevresine bakındı. “Gerdek gecem böyle mi olmalıydı?” diyerek gelinliğini çıkartıp sedirin üstüne...
- Kurtuluş-Halas ~ Mehmet Rauf
Kurtuluş-Halas
Mehmet Rauf
Bir İstiklal Harbi romanı olan Kurtuluş (Halâs), Mehmet Raufun savaş sonrasında, aralarında Halide Edipin de bulunduğu, birkaç arkadaşıyla beraber çıktığı İzmir yolculuğunda tanıklık ettiği...
- Osmancık ~ Tarık Buğra
Osmancık
Tarık Buğra
Osmancık, “Tarihin en uzun ömürlü, en büyük devletini kuran irade, şuur ve karakter”in Tarık Buğra’nın yorumuyla romanlaştırılmasıdır. “Ben, yola, bir görüşü veya yorumu savunmak...