Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bütün Günlerin Akşamı
Bütün Günlerin Akşamı

Bütün Günlerin Akşamı

Jenny Erpenbeck

İnsan kaç kere ölebilir? Ölüm ânı gelip çattığında kimdir?Bütün Günlerin Akşamı bir yolculuk: Küçük tesadüflerle başka zamanlara, başka mekânlara sürüklenen, bir yanıyla hep aynı…

İnsan kaç kere ölebilir? Ölüm ânı gelip çattığında kimdir?Bütün Günlerin Akşamı bir yolculuk: Küçük tesadüflerle başka zamanlara, başka mekânlara sürüklenen, bir yanıyla hep aynı ama aslında farklı yaşanan tek bir hayatın yolculuğu. Bir ömür seyri. Çünkü bir kez başlayan bir hayat için günün sonu hep akşam ve orada ölüm var.Jenny Erpenbeck Bütün Günlerin Akşamı’nda bizi 20. yüzyıl boyunca Galiçya’dan Viyana’ya, Moskova’dan Berlin’e uzanan farklı kültürel coğrafyalarda, farklı siyasal iklimlerde, tek bir ömrün kucaklayabileceği olası hayatlarda dolaştırıyor. “Erpenbeck, çağımızın en iyi ve en kışkırtıcı yazarlarından biri.” Michel Faber, The Guardian

1

Tanrı verdi, Tanrı aldı, demişti kadına büyükannesi mezar çukurunun başında. Ama doğru değildi bu; çünkü Tanrı var olandan çok daha fazlasını almıştı – yaşasaydı çocuktan yana büyüyüp serpilecek ne varsa şu aşağıda yatıyordu şimdi ve toprağın altına girecekti. Üç avuç toprak ve sırtında okul çantasıyla evden koşarak çıkan küçük kız toprağın altındaydı işte; kız, gitgide uzaklaşırken okul çantası bir aşağı bir yukarı sallanıyordu; üç avuç toprak ve solgun parmaklarıyla piyano çalan on yaşındaki kız orada öylece yatıyordu; üç avuç dolusu ve saçları bakır kızılı parladığı için erkeklerin arkasından baktığı yeniyetme kızın üzeri örtülmüştü; üzerine üç kez toprak atılmıştı ve eğer onun da hareketleri ağırlaşmaya başlamış olsaydı, Aman anne, diyerek yaptığı işi elinden alacak olan yetişkin kadının da ağzına ağır ağır toprak dolmuştu. Şu mezarda, üç avuç toprak altında yatan yaşlı kadının da hareketleri ağırlaşmaya başlamıştı ve ona da başka bir genç bir kadın ya da oğlu bazen, Aman anne, derdi, şimdi o da çukur yeniden tamamen dolana kadar üzerine toprak atılmasını bekliyordu, çukur doludan biraz daha dolu olacaktı, çünkü, görülemeyecek kadar derinde yatıyor olsa da çukurun üstündeki tümseği oluşturandı beden. Aniden ölen bir bebeğin üzerinde neredeyse hiç tümsek oluşmazdı.

Aslında tümsek dediğin, tepe dediğin Alpler kadar muazzam olmalıydı. Bunları düşünüyor kadın, oysa Alpler’i kendi gözleriyle henüz hiç görmedi. Çocukluğunda büyükannesi ona öyküler anlatırken oturduğu alçak taburenin üzerinde oturuyor. Büyükannesinin eşyaları arasından kendi evine götürmek istediği tek parçaydı bu tabure. Holde bu alçak taburenin üzerine oturup sırtını duvara yaslamış, gözleri kapalı, bir arkadaşının önüne koyduğu yiyecek içeceğe elini sürmüyor. Yedi gün boyunca böylece oturacak. Kocası onu tutup kaldırmaya çalıştı, ama kadın direndiği için başaramadı. Adam çıkıp kapı arkasından kapandığında kadın rahatlıyor. Büyük büyükanne daha cuma günü uyuyan küçük kızın başını okşamış ve ona Maideleh demişti.

Kadın, bu çocuğu doğurarak büyükannesini büyük büyükanneye dönüştürmüştü, annesini de büyükanneye, ama şimdi bütün dönüşümler ortadan kalkmıştı. Annesi ona önceki gün ki o zaman büyükanneydi daha bir yün battaniye getirmiş, soğuk günlerde bebeğiyle parkta dolaşmaya çıktığında sırtına almasını öğütlemişti. Kocası ona gece vakti, Bir şey yap, diye bağırmıştı. Ama kadın böyle bir durumda ne yapılacağını bilmiyordu. Adamın bağırmasının ardından ve kadının ne yapacağını bilmediği birkaç dakikadan sonra, kocası da ne yapacağını bilmediği o bir andan sonra kadına artık tek söz etmemişti. Kadın çaresizlik içinde artık büyükanne olmayan annesine koşmuştu, annesi de ona eve dönmesini, onu orada beklemesini, birilerini yollayacağını söylemişti. Kocası salonda bir aşağı bir yukarı gidip gelirken kadın, çocuğa dokunmaya bir daha cesaret edememişti. İçi su dolu kovaları evden çıkarmış ve boşaltmış, holdeki aynanın önüne bir çarşaf asmıştı, çocuğun yattığı odanın pencerelerini geceye doğru açmış, sonra da beşiğin yanına oturmuştu. Bu hareketlerle yaşamın insanlarca şekillenen bölümünü anımsamıştı. Ama evinde yaşanalı henüz bir saat bile olmayan o olay insan elinin eseri değildi.

Bebeğin, üzerinden sekiz ayın bile geçmediği doğumunda da öyle olmuştu. Çocuğun bir türlü doğmak bilmediği bir gece, bir gün ve bir geceden sonra ölmek istemişti kadın. O saatlerde yaşamdan iyice uzaklaşmıştı: Dışarıda bekleyen kocasından, odanın bir köşesinde sandalyede oturan annesinden, su taslarıyla ve bezlerle uğraşan ebeden, hatta sözümona içinde ama görünmez olan şu bebekten bile çoktan uzaklaşmıştı.

Sonra doğumu izleyen sabah yapılması gerekenlerin herkesçe yapıldığını yatağından izlemişti: Büyükanneye dönüşmüş olan annesi, tebrik için gelen bir arkadaşını karşılamıştı; büyük büyükanneye dönüşmüş olan büyükanne, “21. Mezmur”un yer aldığı lohusa pusulasını getirmişti, kocası ise bebeğin şerefine içmek için meyhaneye gitmişti. Kadınsa bebeği kollarına almıştı ve bebeğin üzerinde onun, annesinin ve büyükannesinin doğumdan önceki aylarda ördükleri giysiler vardı. Şimdi olanlar için de kurallar vardı. İnsanlar tan vakti gelmiş, bebeği beşiğinden almış ve bir beze sarıp büyük bir sedyenin üzerine koymuştu. Yavrucak öylesine küçük ve hafifti ki merdivenlerden inerken yuvarlanıp gitmemesi için birinin onu tutması gerekmişti. Saj mojchl, un fal mir mejne trep nit arunter.1 Yalvarırım. Yoksa çocuğun aynı gün toprağın altına gireceğini biliyordu kadın.

Şimdi büyükannesinin düğün hediyesi olan o tahta alçak taburenin üzerinde oturuyor, gözleri kapalı, başka zamanlarda gördüğü yaslı insanlar gibi oturuyor. Yaslı insanlara bazen yemek götürürdü, şimdiyse bir arkadaşı yemeklerle dolu kâseleri onun ayaklarının dibine dizmiş. Nasıl önceki gece evdeki bütün suları boşalttıysa  çünkü ölüm meleği bu suların içinde kılıcını yıkarmış; nasıl aynanın önüne bir çarşaf asıp pencereyi açmışsa çünkü başkalarından böyle görmüştü, bir de çocuğun ruhu bir daha dönmemek üzere dışarı uçarmış; işte şimdi yedi gün boyunca orada oturacaktı  çünkü başkalarının da öyle oturduğunu görmüştü, ayrıca son gece çocuğun odası olan o acımasız yere bir daha girmek istemediğinden nereye gideceğini bilmiyordu. İnsanların âdetleri acımasızlığın içine patika gibi örülmüş, diye düşünüyor kadın, bir kazazedenin tutunup kendini yukarı çekebileceği somut nesneler gibiler, o da mümkün olabilirse tabii.

Yeryüzünü yöneten bir Tanrı değil rastlantılar olsaydı ne iyi olurdu, diye düşünüyor. Nedeni, yorganın kalınlığı olabilirdi belki. Çocuğun sırtüstü yatması. Genzine tükürüğünün kaçması. Hastalığı ve bunu kimsenin bilmemesi. Ağlamasının kapılar ardından neredeyse hiç duyulmaması. Kadın, annesinin ayak seslerini duyuyor ve o tarafa hiç bakmadan orada ne yaptığını biliyor: Annesi beşiğin içinden aldığı yorganların ve yastıkların kılıfını söküyor, beşiğin üzerini çatı gibi örten kumaşı ahşap iskeletten ayırıyor ve beşiği kenara itiyor. Şimdi bir kucak çamaşırla odadan çıkıyor, alçak taburede oturan ve gözlerini hâlâ kapalı tutan kızının yanından geçip çamaşırları çamaşır odasına indiriyor. Ne yapılması gerektiğini bilemeyecek kadar gençti.

Annesi bütün bu konuları konuşmamıştı onunla. Kocası da ne yapılması gerektiğini bilememişti. Kadın çocukla, hayatı korunması gereken bu canlıyla özünde hep yalnız kalmıştı. Yaşamın bir makine gibi işlemediğini ona önceden söyleyen olmamıştı. Annesi geri dönüyor. Holdeki aynayı örten çarşafı geçerken çekip alıyor, katlıyor ve çocuğun odasına götürüyor. Bu amaçla yanında getirdiği bavulun en altına yerleştiriyor, sonra çocuğun eşyalarını şifonyer çekmecesinden alıp, bavuldaki çarşafın üstüne koyuyor. Doğumdan önceki aylarda hamile bir kadın olarak o, annesi ve büyükannesi bu hırkaları, elbiseleri ve bereleri işlemiş ve örmüşlerdi. Annesi şimdi boşalan çekmeceyi yerine itiyor.

Şifonyerin üzerinde küçük gümüş çıngırakları olan oyuncak duruyor. Annesi oyuncağı oradan alınca ziller çıngırdıyor. Dün, kızı henüz anneyken ve bebeğiyle oynarken de çıngırdamışlardı. O andan beri geçen yirmi dört saat içinde çıngırdama sesi değişmemiş. Annesi şimdi oyuncağı bavulun içindeki eşyaların en üstüne bırakıyor, bavulu kapatıp eline alıyor, odadan çıkıyor, elinde bavulla holden geçip bodruma iniyor. Belki de çocuğun vaftizi henüz yapılmadığı ve anne babasının evliliği sadece Notzivilehe1 olduğu için böyleydi. Çocuğu o gün Yahudi geleneklerine göre gömmüşlerdi, kadın da şimdi Yahudi geleneklerine göre bir hafta taburede oturacaktı; ama kocası konuşmuyor onunla. Şimdi mutlaka kilisede çocuğunun ruhuna dua ediyordu. Çocuğun ruhu şimdi nerededir acaba? Arafta mı? Cennette ya da cehennemde mi? Yoksa kimilerinin dediği gibi bu çocuk, anne ve babasının bilmediği başka bir yaşama dair bir şeyi kısa sürede tamamlamak üzere gelen ve bu yüzden çok geçmeden geldikleri yere dönenlerden miydi yoksa?

Kadının annesi yeniden geliyor, çocuğun odasına giriyor ve pencereleri kapatıyor. Yaşamın öte tarafında hiçbir şey yok belki? Evin içinde çıt çıkmıyor şimdi. Aslında kadının en çok istediği bu. Hava kararınca kadının memeleri sertleşip acımaya başlıyor. Sütü var hâlâ, toprağın altında yatan bir çocuk için oluşan süt. Kendinde fazladan olan bu şey yüzünden gebermeyi öyle çok isterdi ki. Çocuk mosmor kesilip hâlâ soluk almaya uğraştığı sırada, kadın yaşamının tamamını düşüncelerinde çocuğuna armağan etmek istemişti, atalarının Tanrısıyla bir pazarlığa girip yaşamını kendi içinden çıkmış yaşam uğruna takas etmeyi dilemişti. Ama Tanrı varsa eğer armağanı kabul etmemişti.

Yaşıyordu o. Şimdi anımsamıştı, büyükannesi büyükbabasını ziyarete giderken düğününden bu yana onun da gelmesine asla izin vermemişti. Ama bebek doğup büyükanne bebeği büyükbabaya göstermek istediğinde öğrenmişti kadın: Büyükbaba, torununun o goy’la1 evlendiği gün bu yaşayan gelin için ölü nöbeti tutmuş ve bütün güçsüzlüğüne karşın yedi gün boyunca yatakta oturmuştu. Yukarıdan, büyükbabasının cennetinden bakıldığında artık kadın da öbür dünyaya geçmişti ve Tanrı’ya takas için sunabileceği hiçbir şeyi kalmamıştı. Gece olunca kadın yemek kâselerini kenara itiyor ve uyumak için alçak taburenin yanına uzanıyor. Annesinin ne zaman yattığını duymuyor. Kocasının dönüşünü de duymuyor. O gecenin bir saatinde; Galiçya’nın 50,08333 kuzey enlemi ve 25,15000 kuzey boylamında yer alan bir kasabasında bir bebeğin ani ölümünün üzerinden tam yirmi dört saat geçmiş oluyor.

2

Karanlık bir kulübenin içindeki yatakta yaşlı bir adam sessizce yatıyor. Uzun zamandır yatıyor öyle, günlerdir, insanların onun ölüm döşeğinde olduğunu anlattıklarını biliyor; ama ölüm bazılarının gözünde karşı tarafa ulaşmak için tek adımda, tek sıçrayışta geçilecek bir hol iken, yaşlı adam muazzam bir ölüme yatmış, holü geçmeyi başaramayacak, artık çok güçsüz kaldığı için yapamayacak bunu belki. Başucunda karısı oturuyor, uzun zamandır ağzını açmadan oturuyor; bu arada dışarıda hava karardı yine. Tanrı verdi, Tanrı aldı, diyor kadın sonunda.

Geçen bahar karısı sık sık başucunda oturup örgü örmüştü; adam, gözleri artık epeyce bozulduğu halde kadının elindeki parçaların çok küçük olduğunu görebilmişti. Kadın günün birinde, onları bir hafta idare edebilecek malzemelerden bir kek pişirip evden çıkmıştı. O hafta Şabat günü çorbalarına yumurta katılmamıştı. Adamın karısına bunun nedenini sormasına ve açıklama beklemesine gerek kalmamıştı. O sabah, tan yeri henüz ağarmadan yarı uykulu haldeyken karısının ve kızının odada fısır fısır konuştuklarını duymuştu, karısı öğleden sonra evden çıkmış ve hava karardıktan sonra dönmüştü. Kadın adamın yanına oturmuş, uzun bir sessizlikten sonra, Tanrı verdi, Tanrı aldı, demişti. Yaşlı karıkoca, torunlarının düğününe davet edilmemişti. Kız torunlarının goy’un biriyle evlendiği gün ihtiyar adam yatağında doğrulmuş ve aslında ölenin ardından tutulması gelenek olan ölü nöbetini canlı gelin için tutmak üzere yedi gün oturmuştu. Karısı şimdi yaşlı ve yatalak kocasının başucunda susuyor ve başını iki yana sallıyor. Bizim Maideleh ne akla hizmetle güzelim kızını bir goy’la evlendirdi acaba, diyor ihtiyar adam.

3

Kadın beşiğin içinden aldığı yorganların ve yastıkların kılıfını söküyor, beşiğin üzerini çatı gibi örten kumaşı ahşap iskeletten ayırıyor ve beşiği kenara itiyor. Talihsizlik yıllar önce, kızı henüz bebekken başlamıştı. Dışarıdaki gürültüyü duyduklarında, kocası bakıcıyı bebekle birlikte çocuk odasına yollamıştı hemen, kadına kapıyı kilitlemesini, çalan olursa asla açmamasını ve panjurları kapatmasını tembihlemişti. Sonra alt katta ne olup bittiğine bakmak için ikisi pencereden pencereye koşmuştu: Evin önündeki meydanda ve çevresindeki sokaklarda insanlar toplanmıştı, kimi koşuyor kimi bağırıyordu ama söyledikleri anlaşılmıyordu. Karıkoca, eve ilk taşlar isabet etmeden aşağıdaki panjurları kapatmaya zaman bulamamıştı.

Kocası, taşları kimin attığı anlamaya çalışırken Andrej’i fark etmişti. Andrej, diye seslenmişti dışarıya doğru, Andrej! Ama Andrej duymuyor ya da duymazdan geliyordu, muhtemelen ikinci olasılıktı, çünkü elbette taşladığı evde kimlerin oturduğunu biliyordu. Derken Andrej’in attığı bir taş camdan girip karıkocanın kafalarını teğet geçmiş, arkalarında duran kütüphanenin ön camını kırmış ve adama anne babası tarafından mezuniyette armağan edilmiş deri kaplı Goethe külliyatının 9. cildine isabet etmişti. Hava gelmiyor hiç / Ölüm sessizliği korkunç! / Uçsuz bucaksız enginlik boyunca/ Deniz kıpırtısız uzanmakta! Bunun üzerine kocası öfkeden kudurmuş halde dış kapıyı açmıştı, belli ki niyeti Andrej’i yakasından yakalayıp kendine getirmekti, ama kapıyı hızla kapatmıştı hemen, çünkü Andrej’in şimdi yanına aldığı üç ya da dört delikanlıyla birlikteki içlerinden birinin elinde balta vardı– koşar adım evlerine doğru geldiklerini görmüştü. Kapıyı derhal kilitlemiş ve acil durumlar için kapıya yakın bir yerde el altında bulundurdukları tahta parçalarını karısıyla birlikte kapının arkasına çivilemeye çalışmıştı. Ama artık çok geçti, çiviler nerede, çekiç nerede derken kapı balta darbeleriyle dağılmaya başlamıştı bile.

Andrej, Andrej. Kadınla kocası merdivenleri koşarak çıkmış, bakıcının ve çocuğun bulunduğu odanın kapısını yumruklamışlardı, ama bakıcı ya kimin içeri girmek istediğini anlamadığından ya da korkusunun büyüklüğünden kapıyı açmamıştı. Onlar da Andrej’in ve adamlarının evlerinin alt katına girmesi üzerine son dik merdiveni tırmanarak tavan arasına kaçmışlardı.

Zorbalar zemin katta sağlam kalmış camları da kırıyor, pencere çerçevelerini duvardan söküyor, kitaplığı deviriyor, yorganları boydan boya yarıyor, tabak çanağı ve konserve kavanozlarını yere fırlatıp kırıyor, erzakları sokağa döküyordu. Derken içlerinden biri, kadının ve kocasının tavan arası kapısını sürgülemeye çalıştığını duymuş olmalı ki adamlar birinci katta hiç oyalanmadan merdivenleri koşarak çıkıyor, yol boyunca duvar kâğıtlarını yırtıyor ve duvarlara baltayla rasgele delikler açıyordu. Kadın ve kocası çok ince olan tavan arası kapısının arkasında duruyordu, sürgüyü çekmişlerdi, ne var ki kapının arkasına dayayıp açılmasını önleyebilecekleri ağırlıkta bir eşya bulamamışlardı, şimdi de adamların ayak seslerini o son dik merdivende duyuyorlardı. Duamı işit Yarab, kulak ver yakarışıma, gözyaşlarıma kayıtsız kalma; çünkü ben bir garibim senin yanında, bir yabancı, atalarım gibi. Uzaklaştır üzerimden bakışlarını, göçüp yok olmadan mutlu olayım! Tanrım,

Tanrım. Aşağıdan bir çıkış yoksa o halde yukarıdan olmalıydı. Bir gedik yaratabilmek için çatı kiremitlerini elleriyle ittirmeye başlıyorlar. Ne var ki peşlerindeki adamları kısa bir süre için durduran arkalarındaki kapı ince, birkaç tahta parçasından ibaret. Kadının kendini yukarı doğru çekip gedikten çatıya çıkabilmesi için kocası yardım ediyor ona. Sonra kadın kocasını çekmek istiyor. Derken ince kapı, köpek sürüsünün yumruklarına ve tekmelerine daha fazla direnç gösteremiyor. Kadın, kocasını bir kolundan tutup yukarı çekerken aşağıdaki adamlar da diğer kolundan asılıyor. Lot, evine konuk olmuş melekleri kimseye teslim etmeye yanaşmıyor.

Lot, eşikte duruyor, güruh onu kolundan yakalamış çekmeye ve gösterdiği konukseverlikten ötürü cezalandırmaya çalışıyor; kötülük yapmak, eziyet etmek, üzerine kusmak, tekmelemek istiyor ama melekler onu melek elleriyle içeriden, diğer kolundan kavrıyorlar, güçlü onlar, dışarıdaki gözü dönmüş insanları yeniyor ve Lot’u yeniden evin içine çekip onunla adamlar arasındaki kapıyı kapatıyorlar; dışarıdaki adamlar ne birbirlerini ne de Lot’un evinin kapısını görebiliyor artık, duvarlara el yordamıyla tutunuyorlar, çekip gitmekten başka çareleri yok.

Tanrım, sakın geç kalma. Kadında meleklerin gücü yok, kocasını çekip yanına almayı başaramıyor, kocasını kolundan tutarken çocukluğundan beri tanıdığı Andrej’den merhamet dileniyor, tanımadığı, biri baltalı olan adamlardan da; ama o kocasının koluna sımsıkı yapışmışken, aşağıdaki tanımadığı adamlar ve çocukluğundan beri tanıdığı Andrej kocasına önce hakaret ediyor, sonra vuruyor merhamet edin! en sonunda da gözlerinin önünde parçalıyorlar adamı. Kadın bırakmıyor sarıldığı kolu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBütün Günlerin Akşamı
  • Sayfa Sayısı272
  • YazarJenny Erpenbeck
  • ISBN9789750747779
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kairos ~ Jenny ErpenbeckKairos

    Kairos

    Jenny Erpenbeck

        Aşkı ölümlülerin yüreğine kim düşürür – Eros mu, uğurlu anların tanrısı Kairos mu? Yıl: 1986, Kasım ayı başları. Yer: Doğu Berlin. Otobüste...

  2. Gidiyor, Gitti, Gitmiş ~ Jenny ErpenbeckGidiyor, Gitti, Gitmiş

    Gidiyor, Gitti, Gitmiş

    Jenny Erpenbeck

    “Ağustos sonunda bir perşembe günü on adam, Berlin’deki Kırmızı Belediye Binası’nın önünde toplanıyor. Açlık grevi yapacakları söyleniyor. Tenleri siyah. İngilizce, İtalyanca, Fransızca konuşuyorlar. Ve...

  3. Gölün Sırrı ~ Jenny ErpenbeckGölün Sırrı

    Gölün Sırrı

    Jenny Erpenbeck

    Brandenburg’da bir göl kıyısında genç bir mimar hayallerinin evini inşa eder. Ne var ki ev bireysel felaketler, siyasal çalkantılar ve ideolojik dönüşümlerle gölgelenen şiddet...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Köprünün Öte Yanı ~ Mary LawsonKöprünün Öte Yanı

    Köprünün Öte Yanı

    Mary Lawson

    “Büyük mutlulukları ve hüzünleri çağrıştırıyor.” Times Böyle bir kaybın acısından sonra artık hiçbir şeyin onun için önemli olmayacağını zannederdiniz ama besbelli ki işler hiç...

  2. Saklı Duygular ~ Sara SheridanSaklı Duygular

    Saklı Duygular

    Sara Sheridan

    Onuru Kırılmış Bir Kadın… Uzak Bir Diyar… Yasak Bir Aşk… Yaşadığı kaçamakla 1840’ların Londra’sında bir skandal yaratan Mary, kız kardeşi Jane ve eşi Robert...

  3. Büyük Yarış ~ Cary FaganBüyük Yarış

    Büyük Yarış

    Cary Fagan

    Yolculukların en zoru ve en özeli, kendi içine olandır. Cary Fagan’ın, yaşama bakışları farklı olsa da özünde aynı duyguları paylaşan iki delikanlıyı bilinmeyenlerin kıyısında...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur