Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Camdaki Kız
Camdaki Kız

Camdaki Kız

Gülseren Budayıcıoğlu

“Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız boyunca üstümüzde taşıyoruz.” Aşk yakıyor Ayrılık kavuruyor Aldatılmaksa hep çok acıtıyor… Bize çocukluk…

“Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız boyunca üstümüzde taşıyoruz.”

Aşk yakıyor
Ayrılık kavuruyor
Aldatılmaksa hep çok acıtıyor…

Bize çocukluk acılarını tekrar yaşatacak kişileri gözünden tanır, başkasına değil, ona âşık oluruz. Hayat onu kendi ellerimizle buldurur bize.
Kaderimiz aslında doğduğumuz evlerde yazılır. Yine o evlerde yaralanır, o yaralarla büyür, sonunda o yaraların bizi götürdüğü yere gideriz. Ancak mutluluk her zaman o yolda değildir…

“Bu kitapta her zamanki gibi gerçek bir yaşam hikâyesi anlatacağım sizlere. Hep lüks içinde yaşamış ama kaderi daha baştan kötü yazılmış Camdaki Kız ile bir varoş çocuğunun aşk hikâyesi bu.” Dr. Gülseren Budayıcıoğlu

İşini tutkuyla yapan bir psikiyatrist. Kitaplarını da tutkuyla yazıyor. Bu his de okuyucularına geçiyor. O yüzden bir kitabını okuyunca hepsini okumak istiyorsunuz. Ayşe Arman

Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, insan ruhunun büyük arkeologlarından biri. Yeni romanında yaptığı kazıyı nefesimi tutarak okudum ben. Hem bir okur hem de bir psikoloji yüksek lisans öğrencisi olarak. “Camdaki Kız”, doğru okunduğunda sadece kadınların değil erkeklerin de hayatını değiştirebilecek kudrette.
Milliyet
Filiz Aygündüz

Sayısız insanın hayatına, ruhuna dokunabilmeyi başaran, terapileri, kitapları ve dizilerindeki derin mesajlarıyla adeta evlerimize giren Psikiyatr Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, insana yönelik bilgi ve sevgisiyle yüz binlerce kişiye yardım etmeye çalışıyor.
Şalom
Elda Sasun

Giriş

Sevgili okurlarım, Bu kitapları yazmaya başladığım ilk zamanlarda, acaba bunlar okunacak mı, okuyanlar beni anlayacak mı, vermek istediğim mesajları alacak mı diye çok endişe etmiştim. Şimdi ise ben nasıl onları anladımsa, onlar da beni okudular ve anladılar diyorum. Televizyonda yayınlanan ve benim yazdığım ve Hayata Dön adlı kitaptan uyarlanan İstanbullu Gelin dizisinden aldığınız huzuru ve terapi sahnelerine gösterdiğiniz ilgiyi gördükçe, daha çok yazmam gerektiğini düşünüyorum. Anlaşılmak, herkes gibi benim için de işte bu kadar güzel, bu kadar önemli ve değerli.

Belki de bu yüzden siz sevgili okurlarımla bir araya gelince kendimi en yakın dostlarımın arasındaymış gibi hissediyorum. Aramızda tarifi zor bir bağ oluştu. O enerjiyi siz benden alıyorsunuz, ben de sizden. Çok güzel, çok pozitif bir enerji bu… İki tarafa da çok iyi geliyor. Özellikle KADER MOTİFİ kavramı, her birinizin çok ilgisini çekti. İnsanın kendi kaderi ve geleceğiyle ilgili bir şeyleri merak etmesi tabii ki çok doğal. Buna psikolojik fal da diyebiliriz. Özellikle biz kadınlar fala meraklıyızdır. Sevgili annem ben her kahve içtiğimde kahve falıma bakar ve çok güzel şeyler söylerdi bana.

Falda hep güzel şeyler çıkmaz, dediğinizi duyar gibiyim ama ben o güzel olmayan şeyleri de nasıl güzel yapacağımızın peşine düştüm. Ancak size bunları öyle iyi anlatmalıyım ki, sizler de hayatınızı daha da güzelleştirebilin. İşte bu son romandaki kahramanlarımız Nalan, Hayri, Türkân ve Laz kızının aşklarını, hayatlarını, başlarına gelenleri, daha doğrusu kader motiflerini okudukça, anladıkça, onların fallarında neler çıktığını, bunları değiştirip değiştiremediklerini gördükçe belki sizler de dönüp kendinize, kendi kader motifinize bakacak, o motifte beğenmediklerinizi değiştirmeye çalışacaksınız.

Bizim toplumumuz, çok farklı sosyokültürel seviyelerdeki insanlardan oluşuyor ve biz hep birlikte yaşıyoruz. İşçisi köylüsü, zengini fakiri, okumuşu okumamışı… Aynı ülkenin birbirine hem çok benzeyen, hem de birbirinden çok farklı doğruları, farklı alışkanlıkları, farklı dünya görüşleri olan insanlar bunlar… ve bu insanlar da bazen birbirine âşık olabiliyor. Bir varoş çocuğu ile konaklarda, köşklerde yaşamış prenses gibi bir kadın birbirine âşık olursa ne olur? Bu aşk o insanlara daha sonra hangi bedelleri ödetir? Hiç düşündünüz mü? Benim kitaplarım hüzün yüklüdür. Bunu biliyorsunuz artık ama ne yapalım, hüzün zaten hayatın her yerinde var ve aslında hepimizin iyi tanıdığı ama aşk gibi, kelimelerle anlatılması zor bir duygudur. Bu ölümlü dünyada biraz da hüzün olsun artık, değil mi? Bu kitapta muhteşem bir aşkı anlatacağım size. İnsanın yüreğini yakıp kavuran, hem sevgiliyi, hem kendini kor ateşe çeviren aşkı ve bu aşkın bedelini anlatacağım. Ayrılığı anlatacağım, şairlerin ölümle eş tuttuğu ayrılığı. “Ölüm mü yoksa ayrılık mı daha acı?” sorusunun cevabını arayacağız birlikte. İnsanın ayrılık kadar canını yakan bir başka şey daha var; aldatılmak… Aldatılmayı, aldatılmanın insan ruhunda açtığı yaraları da anlatacağım bu romanda.

Biliyorsunuz, benim kitaplarımda sizlere hep gerçek, yaşanmış hikâyeler anlatıyorum, yani aslında hayatın, kaderin yazdığı hikâyeler bunlar. Doğal olarak da hayal gücünden çıkan hikâyelerden çok farklılar ve onların sonunu da doğal olarak ben değil, hayat belirliyor. Ben her gün klinikte akşama kadar birbirinden çok farklı insanların hayat hikâyelerini dinlerken gördüm ki, hayatın kendine göre bir adaleti var. İlahi adalet… Bunu hayatın içinde yaşarken, oradan oraya koştururken göremiyoruz. Adaleti hemen, o anda görmek istiyoruz ama hayat bizim kadar aceleci değil.

O, neyi, ne zaman yapacağını çok daha iyi biliyor. Ödül de ceza da duygularımız aracılılığıyla geliyor bize. Zaten insanoğlu hayatı duyguları üzerinden yaşıyor. Sevinç de mutluluk da, acı da, hüzün de, aşk da hep bu duygular aracılığıyla ulaşıyor bize. Her ne kadar tüm kararlarımızı düşüne taşına, aklımızı kullanarak aldığımızı sansak da, bu kararları bile çoğu zaman duygularımız aldırıyor bize. Aslında bizim kaderimiz biz daha dünyaya gelmeden yazılmaya başlıyor. Bizi kucağına almaya hazırlanan ya da hazırlanmayan, bizi dört gözle bekleyen ya da beklemeyen evlerde açıyoruz gözlerimizi. O evde büyüyor, şekilleniyor ve bize doğru diye tanıtılan şeylere inanıyoruz. Sonradan bir türlü değiştiremediğimiz, kaderimize yön veren katı çocukluk inançlarımız, yine o evlerde kazınıyor zihinlerimize.

Duygularımız ise doğduğumuz evlerde şekilleniyor, güçleniyor ve yaralanıyor. Ah bu yaralar… Kaderimizi de o evlerde aldığımız bu yaralar yazmıyor mu? Bizi diktatör, lider, kahraman yapan da; kâşif, mucit, dünyaca ünlü edebiyatçı, besteci, ressam yapan da; bir cani, bir katile dönüştüren de; ezilen, reddedilen, sevilmeyen, dışlanan, hep terk edilen, ayaklar altında çiğnenen yapan da; merhametli, şefkatli yapan da işte bu yaralar…

Kaderimiz işte o evlerde yazılıyor. Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız boyunca üstümüzde taşıyoruz. O ilk çocukluk yıllarında üzerimize yapışan olumlu ya da olumsuz enerjiyi, daha sonra biz etrafımıza yaymaya başlıyoruz. Duygularımız tıpkı bir virüs gibi salgın yapar. Eğer çevreye yaydığımız duygu şiddetse, o dönem şiddet kol gezer dünyada, sevgiyse yumuşacık sarar her birimizi. Bir bebek istenmediği, sevilmediği, değer verilmediği, güvenebileceği bir sahibinin olmadığı bir dünyaya gözlerini açarsa, sonradan bu dünyaya güvenmesi, huzurla, keyifle, mutlu mesut yaşaması zordur.

O zavallı çocuğun bu işte hiç suçu yoksa da hayat daha ilk günden ona açılan güzel yolların önünü keser. O çocuklar da sonradan ortaya çıkan duygusal açlıklarını bazen gerekli gereksiz alışverişler yaparak, bazen durmadan yemek yiyerek, bazen de madde kullanarak doyurmaya çalışırlar. Mutluluk bir karardır sevgili dostlarım. Eğer bir insan mutsuzsa, onu bu dünyada hiçbir şeyle mutlu edemeyiz. “Kim ister ki mutsuz olmayı?” dediğinizi duyar gibiyim. Kimse istemez tabii ama ona zamanında mutlu olmayı kimse öğretmediyse, ruhu hep bir şeylere isyan ediyorsa, adalet duygusu incinmişse artık onu başkaları mutlu edemez ki… İnsanları huysuz ve geçimsiz yapan da sevgisizliktir zaten. O mutsuzluğuyla, huysuzluğuyla barışıktır. Ancak bunu kendisi çok ister ve çok gayret ederse değiştirebilir.

Her birimiz bu hayatın içinde pek çok kez yıkıla yıkıla yaşarken hayatın bizi yıkamadığı günlerimiz de olduğunu nasıl da çabuk unutuyoruz değil mi? Doğduğumuz günden itibaren milyonlarca birbirinden farklı duygu biriktiririz içimizde. Bu duygular, her ne yaşadıysak, onlardan tüten dumanlar gibidir ve her birinin başka bir rengi, farklı bir kokusu vardır. O duyguları koca bir kavanoza doldursak, sonra da iyice çalkalasak, ortaya hangi renk çıkarsa, kaderimizin rengi de odur işte. Sonra da ömrümüzün sonuna kadar kendimize, geçmişte en sık yaşadığımız duygularla örülü bir hayat yaşatmanın yollarını arar ve buluruz. Yani çocukluk acılarımızı kendimize tekrar tekrar yaşatırız. Olaylar, kişiler farklı da olsa, duygular hep aynıdır.

Bize çocukluk acılarımızın bir benzerini yaşatacak kişileri gözünden tanır, bir de üstelik ona âşık oluruz. Sanki bir şey bizi ona doğru mıknatıs gibi çeker. Sonradan bir şeyleri anlar gibi olur, buna şans deriz, tesadüf deriz. Oysa tesadüf deyip geçtiğimiz pek çok şey aslında tesadüf değildir. Hayat onu kendi ellerimizle buldurur bize. Eğer insan parayla mutlu olabilseydi, bu dünyada sadece zenginler mutlu olurdu. Para insanı rahat ettirir, konfor sağlar ama duygularımız konforu başka yerlerde arar. Gerçi yoksulluk kendi başına bir mutsuzluk kaynağıdır ama zengin olmasanız da şöyle böyle idare edebiliyorsanız, mutlu olmaya en yakın kişiler arasındasınız demektir. Aslında hepimizin içinde bir aslan yatar, yani hep olmak istediğimiz ama bir türlü olamadığımız bir ideal insandır o.

Ona benzemediğimiz sürece horgörür, aşağılarız kendimizi. Bu, bizi sürekli ısıran, dürtükleyen, huzursuz eden huysuz aslan sadece âşık olduğumuz zaman bir süreliğine bizimle uğraşmaktan vazgeçer. Çünkü aşk o kadar büyüktür ki, aslanın yattığı yeri bile alır elinden ama o da genelde vefasızdır, çabuk tüketir kendini. Düşünüyorum da, ailelerinin gururu, umudu olabilen, duygusal destekten mahrum edilmeyen şanslı çocukların sayısı artsa, bu ülke bambaşka bir yer olurdu. Umarım bizden sonraki kuşaklar, çocuklarını bu bilinçle yetiştirir. Hayatı iyi yaşamak, mutlu ve başarılı olmak, her zaman bir umut, bir ışık arar kendine. İnsanların kendine olan güvenini artırmak, onlara umut vermek ise dünyanın en kolay işidir. Biz insanlar birbirimize bunları her an yapabiliriz. Sıcak bir gülümseme, sevgi dolu bir dokunuş, onu beğendiğimizi, ona değer verdiğimizi gösteren ufak tefek jestler bile, karşımızdaki insana kendini iyi hissettirir. Bir insanın kendini iyi hissetmesi bütün güzelliklerin başlangıcıdır. Huzur da, mutluluk da, sağlık da, başarı da işte bu küçük, küçücük şeylerle yaşanır.

Sevgi ise her derdin dermanıdır. Son yapılan araştırmalar ölümcül hastalıkların çoğunun sevgisizlikten kaynaklandığını gösteriyor. Sevgi, bazen ölüme bile dur diyebiliyor demek ki… Bizim insanlarımız yeryüzünde yaşayan diğer insanlara pek benzemez. Bizler, duyguyu dibine kadar yaşamaya meraklı bir milletiz. Ben de tam olarak öyle biriyim zaten ve bundan çok memnunum çünkü insan hissettiği sürece vardır, yaşıyordur. Arada kara günler, bazen de pırıl pırıl ak günlerde… Sevgili dostlarım, Bu kitabı tamamen gerçeklerden yola çıkarak yazdım ve kişilerin tanınmaması için gerekli özeni gösterdim. Eğer bu kitaplar, ömrünüzün tek bir anını bile daha mutlu, daha sevgi dolu yaşamanıza vesile olabiliyorsa, ne mutlu bana. Her birinize ayrı ayrı sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.

Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, Psikiyatrist
Ankara, 2019

Kliniğe girdiğimde hafif bir müzik sesi geliyor kulağıma.

Çok eskilerden, bizim gençlik zamanlarımızdan kalma ama insanların hâlâ çok severek dinlediği bir müzik bu.
“You mean every thing to me…”

Hüzünle karışık bir heyecan kaplıyor içimi. Kendimi tıpkı o zamanlardaki gibi hissediyorum. Yani genç, diri ve enerji dolu. Sonra asansörün aynasında şöyle bir kendime bakıyorum. Genç değilim ama hâlâ yüksek bir enerjim var. İşte bu enerjiyi bana bu klinik ve biraz sonra odama girip çıkmaya başlayacak olan hastalarım veriyor.

Bana genelde çoğu hüzünlü hikâyeler anlatsalar da, benim odamdan çıkarken onların gözlerinde gördüğüm pırıltı, yorgunluk filan bırakmıyor bende. Masalarında oturan ve beni görünce gülümseyerek hafifçe ayağa kalkan sekreterlere ben de gülümseyerek odama geçiyorum. Bakalım bugün odama kimler girip kimler çıkacak, kimlerin kaderlerinin onlara ne tür cilveler yaptığını görecek, kimlerin dertlerini, acılarını paylaşacağım.

Masama oturunca yeni bir dosya açmak üzere sol yanımdaki dolaba doğru uzanırken Tuna fırtına gibi giriyor içeri. Sürekli okurlarım bilir, Tuna benim ofisteki yardımcım, elim kolum, neredeyse her şeyimdir. Elinde, soğuğundan camı terlemiş kocaman bir bardak su var. Bu kadar kiloyla insan nasıl bu kadar çevik olabiliyor acaba? Ben hiçbir zaman böyle çevik, bu kadar hareketli olamadım. Kolejde beden eğitimi derslerinde öğretmenimiz bize sırayla uzun, üzeri deri kaplı bir masanın üzerinden takla attırırdı. Ne kadar zor gelirdi böyle şeyler bana. Tuna’ya şimdi şu halının üzerinde takla at desem, saniyede atar. Hem de bu yaşta ve bu kiloyla… Kafamı kaldırsam Tuna hemen başlayacak konuşmaya ama kaldırmıyorum. Elinden bardağı alıp yaz kış hep buz gibi içtiğim suyu bir dikişte bitiriyorum. Bardağı masama koyarken Tuna karşımda heyecanla bekliyor. Yerinde duramıyor, bana anlatacağı heyecanlı bir şeyler var demek ki. Kafamı kaldırmadan soruyorum.

“Tuna, şu halının üzerinde bir takla atsana!”
Çok kısa bir sessizlikten sonra ikimiz birden gülmeye başlıyoruz.
“Sizin canınız sıkıldı galiba, benimle uğraşmaya başladığınıza göre!”
“İstersen bunu hemen yaparsın değil mi?”
“Yaparım tabii, ne var bunda!”
“Tamam, tamam. Şimdi söyle bakalım söyleyeceklerini.”

“Şimdi içeri girecek olan hanımın adı Nalan. Ayol çok değişik bir kadın! Gençliğimizin sinema artistlerine benziyor. En çok da Filiz Akın’a… Ama çok garip giyinmiş. Yeni moda böyle de bizim mi haberimiz yok. Yerlere kadar inen siyah, dantelli bir etek, üzerinde de kat kat yine siyah bir şeyler var. Bir elinde koca bir yelpaze, öbür elinde çanta. Saçları bile eski model. Tahtından inmiş de biri onu zorla buraya getirmiş gibi… Arkasında nedimeleri eksik.” “Neler söylüyorsun sen Tuna? Masal filan mı yazacaksın? Nereden uydurdun bunları?”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıCamdaki Kız
  • Sayfa Sayısı352
  • YazarGülseren Budayıcıoğlu
  • ISBN9786050982725
  • Boyutlar, Kapak13.6x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kral Kaybederse ~ Gülseren BudayıcıoğluKral Kaybederse

    Kral Kaybederse

    Gülseren Budayıcıoğlu

    İnsanoğlu ilk çocukluk yıllarında yaşadıklarından çok etkilenir. Henüz tam ortaya çıkmamış bir heykel gibidir o; hayat da onu ince ince şekillendirmeye çalışan usta bir heykeltıraş… Alır eline keskiyi, usul usul oyar. Ama bazen keskiyi öyle bir savurur ki, bir parça kopuverir ve o parçayı bir daha kimse yerine koyamaz.

  2. Günahın Üç Rengi ~ Gülseren BudayıcıoğluGünahın Üç Rengi

    Günahın Üç Rengi

    Gülseren Budayıcıoğlu

    Hüzün, insana has bir duygudur ve bizim ülkenin insanları hep biraz hüzünlüdür. Gülene değil, ağlayana, üzülene daha yakın hissederiz kendimizi, çünkü bizim de geçmişimizde...

  3. Hayata Dön ~ Gülseren BudayıcıoğluHayata Dön

    Hayata Dön

    Gülseren Budayıcıoğlu

    Herkesin kaderi güzel olmuyor. Marifet, kader yolları kapatsa bile o kapıya yeni bir anahtar uydurabilmekte. Kimsenin hayatı dıştan göründüğü gibi değil. İmrendiğimiz, özendiğimiz hayatlar hiç de sandığımız gibi acısız...

Beriahome Harf Kupa

Aynı Kategoriden

  1. Ahşap Tren ~ Enes Muhammed Ahşap Tren

    Ahşap Tren

    Enes Muhammed

    Yusuf boyutlar arası geçiş kapılarını anlatan eski bir kitap bulmuştu. Kapıların kaç yılda bir açıldığını, kapıları birbirine bağlayan solucan yolunu, hatta galaksileri, yıldızları açık...

  2. Kavuşursak Aşk Olur ~ Lale TaraKavuşursak Aşk Olur

    Kavuşursak Aşk Olur

    Lale Tara

    İspanya’dan Tören Günü için gelecek haberi beklerken yazmaya başladığım novellanın karakterleri arasında dolaşıp duruyordum. Neden Onlar? Biraz tersine egzotik, biraz geçmişe özlem, biraz şimdi,...

  3. Kocan Kadar Konuş ~ Şebnem BurcuoğluKocan Kadar Konuş

    Kocan Kadar Konuş

    Şebnem Burcuoğlu

    “Türkiye’de kadınların DNA’larına kodlanmış olan evlenme saplantısı, ne yazık ki bizim ailede daha yoğun. Millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize bu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur