Pusuda bekleyen sivri dişler kanınıza susamış olabilir!
Efsane yazar Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Carpe Jugulum, günü “gırtlağından” yakalamayı kendilerine şiar edinmiş vampirleri sahneye süren, edebî atıflarıyla güldüren, karanlık ve kan dolu bir macera!
Dünya çapında 100 milyonun üzerinde satan külliyatın yirmi üçüncü halkası olan kitap, “Cadılar” alt serisinin de altıncı ve son serüveni.
Kana susamış sivri dişlilerin ve vampir görünümlü nice kişilerin yaşamımıza nasıl da çaktırmadan sızabileceklerini gözler önüne seren bu sarımsak kokulu roman, edebiyat ve sinemanın en kanlı üyelerini parodileştiren satırlarıyla, mitolojiden günümüze vampir kültürünü yeniden anlatıyor.
En iyi hendekleri siz kazarsanız, elinize daha büyük bir kürek tutuştururlar. Sonunda size de bu çıplak duvarlar, bu çıplak yer, bu soğuk kulübe kalır…
Lancre Krallığı’nı tatlı bir telaş sarıyor, zira kraliyet ailesi ilk çocuklarına kavuşuyor. Her şey yolunda akıp giderken, çocuğun isim günü yaklaşıyor. Tabii bu günün en önemli konuğu, hayatını seçimler yaparak geçiren bir cadı: Esmerelda Havamumu. Oysa basit bir yanlış anlaşılma, egosu kaya kadar sert Havamumu Nine’yi küstürmeye de yetebiliyor. Üstelik şimdi, Uberwaldliler de onun zihninin dehlizlerine iniyor…
Vampirler hakkında herkesin bildiği pek çok şey vardır. Fakat hiç kimse, bunları artık vampirlerin de öğrenmiş olabileceği gerçeğini hesaba katmaz.
Diskdünya’nın tüm diğer sakinleri gibi vampirleri de nevi şahsına münhasır yaratıklar. Öğreniyorlar. Değişiyorlar. Ve değişirken fazlasıyla da gelişiyorlar. Lâkin karşılarındaki gücü görmezden gelerek, kendileriyle çelişiyorlar…
Niran Elçi’nin pürüzsüz dili ve Delidolu’nun özenli baskısıyla Türkçede ilk kez yayımlanan Carpe Jugulum (Gırtlağı Yakala), günü ve çağı yakalama heveslisi vampirleri ve erdemlikle yüklenmiş cadıları eşsiz bir kurguda birleştirerek yine kahkahalarla okunacak bir anlatı sunuyor.
Bizim başımıza asla bir şey gelmez. Bunu sakın unutma. Biz, başkalarının başına geliriz.
Tel tel yayılan kara bulutlar arasında bir ateş, ölmeye yüz tutmuş bir yıldız gibi kayarak, Diskdünya adlı dünyaya düşüyordu. Başka hiçbir yıldızın yapamadığı bir şekilde bazen yön değiştiriyor, bazen yükseliyor, bazen kıvrılıyordu bu ateş. Fakat kaçınılmaz olarak, düşmeye devam ediyordu. Çıtırdayarak geçerken, dağ yamaçlarında birikmiş kardan yansıdı parıltısı. Altındaki arazi düzleşmeye başlayınca ateş de bu düzlüğe uydu ve yavaşça alçalarak bir kanyona girdi. Kıvrıla kıvrıla uzanan boğazda gürleyerek uçtu, ışığı mavi buz kaplı duvarlardan yansıdı. Sonra, ışığı aniden söndü; ama ay ışığıyla aydınlanmış kanyonun kaya duvarlarının arasında, süzülerek alçalmaya devam etti. Uçan şey kanyondan fırladı ve kendini bu kez bir uçurumun en yüksek noktasında buldu. Burada, buzullardan sızan sular uçurumdan aşağı, çok derindeki bir su çukuruna dökülüyordu. Her tür mantığa aykırı şekilde burada bir vadi vardı; hatta aslında, dağların ovalara doğru yavaş yavaş alçalmaya başladığı yere gelmeden, dik yamaçların kenarına tutunmuş bir vadiler ağı. Hava burada görece ılıktı, ortada bir yerde küçük bir göl parıldıyordu. Ormanlar vardı. Kayalara serilmiş bir yama yorganı andıran minik tarlalar vardı.
Rüzgâr dinmişti. Hava ılıktı. Uçarak gelen gölge, halkalar çizmeye başladı. Bu sırada, çok aşağıda, kimselere görünmeden ve kimselere aldırmadan, başka bir şey giriyordu bu küçük vadiler ağına. Tam olarak ne olduğunu görmek zordu; şey oraya girerken yerdeki katırtırnakları dalgalanıyor, süpürgeotları hışırdıyordu. Sanki çok küçük yaratıklardan oluşmuş çok büyük bir ordu, amaçlılıkla aralarından geçiyordu. Gölge, tarlaları ve ormanları tabak gibi gören yassı bir kayaya ulaştı ve o sırada ordu, tam da orada, köklerin arasında açığa çıktı. Çok küçük, mavi adamlardan oluşmuştu bu ordu; bazıları sivri tepeli mavi külahlar takmıştı ama büyük kısmının kızıl saçları açıktaydı. Kılıçları vardı. Ve boyları en fazla on beş santimdi. Küçük adamlar dizildiler ve bu yeni diyara baktılar. Sonra, silahlarını kaldırarak savaş naraları attılar. Gerçi tek bir nara üzerinde daha önceden anlaşmış olsalar çok daha etkileyici bir manzara olabilirdi, ama… mevcut hâliyle, her küçük savaşçının kendi ayrı savaş narası varmış ve onu ondan alabilecek herkese kafa tutabilirmiş gibi bir şamata yükseldi:
“Nac mac Feegle!”
“Aah, ellfine sokam!”
“Hepinize bi tekme!”
“Kocatipler!”
“Binden fazla olamazlar!”
“Mac mac Feegle obarey!”
“Asıl sana obarey, lağam faresi seni!”
Akşamın son ışıklarında parıldayan küçük küçük vadiler, Lancre Krallığı’ydı. Bu krallığın en yüksek noktasından bakarsanız, derdi insanlar, ta kenarına kadar dünyanın her yerini görebilirsiniz.
Aynı zamanda şöyle de denirdi, gerçi bunu diyenler Lancrelılar değildi: Denizlerin gürleyerek kenardan aşağı aktığı yerin altında, yeryüzünü uzayda taşıyan dört fil vardır ve onlar da dünya kadar büyük bir kaplumbağanın sırtında durmaktadır. Lancrelılar bunu duymuştu. Doğru olabileceğini düşünüyorlardı. Dünyanın düz olduğu zaten aşikârdı (gerçi Lancre Krallığı’nda gerçekten düz olan şeyler yalnızca masalar ve bazı insanların kafalarıydı) ve kaplumbağaların epey yük taşıyabildiği de bir gerçekti. Fil denen şeylerin ise çok güçlü olduğu söyleniyordu. Yani bu tezde ciddi bir kusur göremiyorlardı ve bu yüzden Lancrelılar, konuyu burada bırakıyorlardı. Etraflarındaki dünyayla ilgilenmediklerinden değildi tabii ki. Tam tersine hatta, dünyaya derin, kişisel ve tutkulu bir ilgi besliyorlardı.
Lancrelıların diğer insanlardan tek farkı, “Neden varız?” yerine “Hasattan önce yağmur yağar mı acaba?” sorusunu sormalarıydı. Bir filozof, bu düşünsel hırs eksikliğini kınayabilirdi elbette, ama ancak, bir sonraki öğününün nereden geleceğinden kesinlikle eminse. Lancre, konumu ve iklimi sayesinde, ayakları yere sağlamca basan açık sözlü insanlar üretirdi ve bu insanlar, aşağıdaki dünyada çok başarılı olurlardı. Ovaların en büyük cadılarını ve sihirbazlarını onlar yollamıştı mesela. Hatta, mesela o filozof, böylesine realist bir halkın dünyaya bu kadar çok ve bu kadar başarılı büyü kullanıcısı kazandırabilmesine hayret edebilirdi; oysa filozofun bilmediği gerçek şu olurdu: Ancak ve ancak, ayaklarını yere sağlamca basabilenler gökyüzünde şatolar inşa edebilir. Yani Lancre’ın evlatları dünyaya açılır, kariyer basamaklarını tırmanır, başarı üstüne başarı kazanırlardı ve memlekete para yollamayı da asla unutmazlardı.
Memlekette kalanlar ise, para zarfındaki gönderici adresine bir göz atmak dışında dış dünyayla fazla ilgilenmezlerdi. Ama dış dünya onlarla ilgilenirdi. O büyük, yassı kayanın üstü şimdi boştu. Fakat aşağıdaki çayırda çimenler, ovalara doğru ilerleyen V şeklinde bir dalgayla sallanıyordu…
“Karı da afetti ama!”
“Nac mac Feegle!”
Pek çok farklı vampir türü vardır. Hatta ne kadar hastalık türü varsa o kadar da vampir türü olduğu söylenir.* Vampirler yalnızca insan değillerdir; tabii aslında insanlarsa. Koçbaşı Dağları’ndaki yaygın bir inanca göre, üç seneden daha uzun süre kullanılmayan, çekiçten testereye her alet, kan arar. Ghat’taki insanlar “vampir karpuzlara” inanırlar. (Gerçi vampir karpuzların nesine inandıkları konusunda sessizdirler. Muhtemelen, siz karpuzları ısırırken karpuzların da sizi ısırdığı gibi bir şeydir.) Vampir araştırmacılarının öteden beri bir türlü çözemediği iki şey bulunmaktadır. Biri, vampirlerin neden bu kadar güçlü olduğu sorusudur. Araştırmacılar vampirleri öldürmenin çok kolay olduğuna işaret ederler. Onlardan kurtulmanın bir sürü yöntemi vardır, ki kalplerine kazık çakmak bunlardan yalnızca biridir. (Aslında bu yöntem normal insanlar üzerinde de işe yaradığından, yörenizdeki bütün vampirlerin kalplerine kazık çaktıktan sonra geriye hâlâ kazık kalmışsa, onları da kullanmanın bir yolunu bulabilirsiniz.) Ortalama bir vampir, günlerini bir yerlerdeki tabutunda geçirir ve onu yalnızca yaşlı, hantal bir kambur korur. Yani küçücük bir saldırgan güruh bile bir vampiri alt edebilir.
Buna karşılık, tek bir vampir bile, koskoca bir topluluğu sorgusuz itaat hâlinde tutabilir. Vampirlere dair bir diğer gizem, neden bu kadar aptal olduklarıdır. Mesela, sürekli gece elbiseleri giymek onları yeterince ele vermiyormuş gibi, neden bir de tutup eski şatolarda yaşarlar? Üstelik de bir şatoda bir vampiri yenmek için kullanılabilecek tonla araç, örneğin kolaylıkla yırtılıp gün ışığını içeri alan perdeler veya hemencecik bükülüp dinî simgelere dönüştürülebilen duvar süsleri varken? İsimlerini sondan başa yazmanın kimseyi kandırdığına gerçekten de inanmıyorlardır herhâlde, değil mi?* Lancre’dan kilometrelerce uzakta, kırlarda bir araba, takırdaya takırdaya yol alıyordu. Yoldaki çukurlarda nasıl sıçradığına bakılırsa yükü hafifi. Ama arabayla birlikte, karanlık da geliyordu. Atlar siyahtı. Kapılarındaki armaları saymazsak araba da öyle. Atların kulaklarının arasında birer siyah tüy vardı; arabanın köşelerinde de siyah tüyler vardı. Belki tüm bunlar yüzünden, araba yerde süzülen bir gölge izlenimi bırakıyordu. Geceyi sanki, peşinden sürüklüyordu. Çayırın sonunda, yıkılmış bir binanın kalıntılarının arasından tek tük ağaçların yükseldiği yerde, gıcırdayarak durdu. Atlar, zaman zaman ayaklarını yere vurarak ve başlarını sallayarak bekliyordu. Arabacı, dizginler elinde, kamburunu çıkararak oturuyordu. Bulutların üzerinde, gümüşi ay ışığında, dört şekil uçuyordu. Sohbetlerinin tınısından, içlerinden birinin sinirli olduğu anlaşılıyordu. Gerçi o sesteki keskin, nahoş tını, “canı sıkkın” tabirinin daha uygun olacağını düşündürüyordu…
“Kaçmasına izin verdin!” Bu seste ise bir mızıltı vardı; sürekli yakınan birinin sesi gibi. “Yaralıydı, Lacci.” Bu ses, uzlaşmacıydı; bir ebeveynin sesi gibi. Ama bir yandan da, ilk sesin sahibine elinin tersiyle bir tane çarpma arzusu taşıyormuş gibiydi. “O şeylerden gerçekten nefret ediyorum. O kadar… anlamsızlar ki!”
“Evet tatlım. Batıl bir geçmişin işareti.” “Ben öyle yanabilsem, sırf güzel görünerek ortalıklarda süzülmem. Bunu neden yapıyorlar?” “Eskiden işe yarıyordu herhâlde.” “O zaman, onlar… Nasıl tarif etmiştin?” “Evrimsel çıkmaz, Lacci. İlerleme denizlerinde, ıssız adada mahsur kalmış biri gibi.”
“O zaman… onları öldürerek onlara iyilik yapmış oluyorum, değil mi?” “Evet, amaç da bu zaten. Şimdi, acaba…” “Ne de olsa tavuklar yanmaz,” dedi Lacci’nin sesi. “En azından, kolay kolay yanmaz.” “Bazı deneyler yaptığını duyduk, evet. Onları ilk önce öldürmek, iyi bir fikir olabilir ama.” Bu, üçüncü bir sesti; kadın olandan bıkmış, genç bir erkek sesi. Her hecesinden “ağabeylik” akıyordu. “Ne faydası olacak ki?”
“Eh, tatlım… o kadar gürültü çıkmayabilir mesela.” “Babanın sözünü dinle tatlım.” Bu dördüncü ses de ancak bir annenin sesi olabilirdi: ne yaparlarsa yapsınlar, diğer seslerin sahiplerini hep sevecek biri. “Ama bu haksızlık!” “Bak, o gnomların üstüne kaya atmana da izin verdik tatlım. Fakat hayat, sırf eğlenceden ibaret değildir.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCarpe Jugulum
- Sayfa Sayısı392
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786052349861
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çizgili Pijamalı Çocuk ~ John Boyne
Çizgili Pijamalı Çocuk
John Boyne
Dünyaca ünlü İrlandalı yazar John Boyne’un kaleminden, 46 farklı dile çevrilen, bol ödüllü bir klasik. Çizgili Pijamalı Çocuk, II. Dünya Savaşı sırasında yolları kesişen...
- Tavan Arasındaki Buda ~ Julie Otsuka
Tavan Arasındaki Buda
Julie Otsuka
“Kocalarımızı ilk gördüğümüzde onları kesinlikle tanıyamayacağımızı bilmiyorduk. Bize gönderilen fotoğrafların yirmi yıl önce çekildiğini bilmiyorduk. Bize yazılan mektupların kocalarımız değil, mesleği yalan söyleyip gönül...
- Çat Kapı ~ Andreas Steinhöfel
Çat Kapı
Andreas Steinhöfel
“Burada herkesin Schröder’lerden korkmasının nedenini biliyor musun? Onlar bize, bakarsak korkudan öleceğimiz için hiç bakmadığımız bir aynayı tutuyorlar.” Kendi halinde insanların “sıradan” bir yaşam...