Kalabalık bir çarşıda, kızgın güneşin altında kalmış bir kedi yavrusu kadar çaresizim. Geçmişi silinmiş birini anlatmak zorundayım. Yeni çaresizliğim ondan. Ertelenmiş bir ceza olsa seve seve çekerdim. Değil ki. Yaşandığı sırada çok güzel geçmiş ama artık anıları bile silikleşmiş bir tatilin, bir turizm şirketinin ayarladığı eski bir yaz tatilinin, kış ortasında önüme gelen son taksiti, son faturası gibi duruyor karşımda.
Tomris Uyar, “Otuzların Kadını”nın 1936 Mart’ında yapılmış yağlıboya portresinin iç çizgilerini okumayı deniyor. Onun yaşadığı dönemdeki toplumun dış çizgilerini saptamakla başlıyor bulmacaya: Nesnel ve kişisel tarihin dökümünü yapıyor. Yine de bu tür bilgilerin özgün bireyleri açıklamakta fazla işe yarayamayacağı inancıyla kendi yaşamı süresince tanıdığı, kimi zaman fiziksel özellikleriyle kimi zaman davranışlarıyla onu andıran otuzların öbür kadınlarının öykülerinden yararlanıyor. Onun, odaktaki portrenin katı çerçevesinden kurtulup özgürlüğüne, eski canlılığına kavuşması, günümüzde de –sayıları her ülkede gitgide azalan– türdeşleri arasına karışması için.
PENTİMENTO
I
Olmuyor! Yine! Demin yazdığım satırı, bari bir değişiklik olsun diye tükenmezle değil daktilonun X’leriyle karaladım boydan boya. Sabahtan beri kim bilir kaç kâğıdı böyle yarısını bile doldurmadan makineden çıkardım, üstlerine kırmızı tükenmezle çarpı çektim, hepsini buruşturup attım yere. Çarpıdan sonra elyazımla OLMUYOR yazdım özenle, peşine üç ünlem takarak yazgıyı belirledim. Belki de kırmızı tükenmez, bir uyarı, bir gözdağı niteliğini taşıyordu. Çünkü kendime tanıdığım kaçış süresi dolmak üzereydi. Bilmediğim bir duygu olsa neyse.
Ne zaman makinenin başına geçsem, sözcüklerle boğuşmaktan, onları benceleştirmekten inanılmaz bir yorgunluk duyarım: ense çekilmesi, mide yanması, ağız kuruması, göz kapanması: yani kaçış. Günlerdir evde boş boş dolaştım. Kapalı muslukları bir daha, bir daha sıkıştırdım; saksı çiçeklerinin sararmış yapraklarını kestim, budadım; perdelerin kıvrımlarını eşit öbeklere böldüm; durup dururken mutfağa koşup su içtim, içinde tek sigara izmariti olan bir kül tablasını da götürüp çöpe döktüm, dahası yıkadım.
Tam artık kaçış özrü bulamayacağımı sandığım sırada, eski bir etekliğin sökülmüş çıtçıtı, yazlık bir pantolonun bozuk fermuarı, yüklüğe, toz bezlerinin arasına attığım bir giysinin sedef düğmeleri koştu yardımıma. Kendime verdiğim bu anlamsız dikiş görevini yerine getirirken – çünkü eski gri-mavi giysinin sedef düğmelerini, yıllardır diktirmeyi düşlediğim, yakası krem rengi dantelle çevrili, düğmeleri bele pıt pıt pıt inen dar siyah giyside asla göremeyeceğimi yani terziye gitmeyeceğimi biliyordum. Olsun! Dikişe duyduğum nefret, katı bir özen gerektiriyor, iş de uzun sürüyor.
Ben pencere yanındaki kırmızı koltukta dikişle cebelleşirken tam karşıma düşen siyah koltuğun üstündeki duvar diliminde “Otuzların Kadını” hâlâ anlatılmayı bekliyordu. Onun yağlıboya portresinin altında hırçın, boz, yağlıboya bir lodos denizi uzanıyor. Alt çerçevesi boyunca dizilmiş küçük portrelerde Colette, bıçkın kız tavrıyla, erkek giysileriyle bir iskemleye yan ilişmiş, sigara tüttürüyor. Anna Pavlova, Yusufçuk bale giysisiyle parmaklarının ucunda yükselmiş. İkisi de Otuzların Kadını gibi sola çevirmişler başlarını ve bakışlarını. Virginia Woolf ile Sarah Bernhardt’sa omuzlarının üstünden, hüzünlü gözlerle sağ köşeye dalıp gitmişler. Altlarındaki sarı dalgalarla yarılmış çırpıntılı deniz, tetikte. Başımı dikişten her kaldırdığımda Otuzların Kadını’ nın, “Anlatsana beni,” diyen bakışlarıyla karşılaştım. Konukların, önünde bir süre durakladıktan sonra, “Ne hoş, ne zarif bir kadın!” dedikleri bir portre. Bugüne kadar taşındığım bütün evlerde benzer kuytu duvarlara asıldığı, başköşeyi tutmadığı için hep “dışarıdan” biri sanıldı, belki de öbür portreler gibi ecnebi bir akraba. Zamanla bu konumunu kanıksadı.
Taşındığı evlere onu peşi sıra sürükleyen kızının, konukların, “Annen mi yoksa? Bir benzerlik var aranızda ama ne?” gibi sezgiye, “Ressam ona âşık olmuş herhalde, başındaki şu haleye, şu ışığa bak,” gibi bilgiye dayalı sorularına, her keresinde, “Evet, annem ama onun resmini duvara asmamın nedeni, bence ötekiler gibi öncesiz-sonrasız, tarihsiz, her çağda Otuzların Kadını olması, annem olması değil…” gibi yalan sayılmayacak ama tam tamına doğru da denilemeyecek açıklamalar getirmesi sonucu kanıksandı belki. Şu andaysa, kahverengi gözleri, düz, kısa kirpikleri, ağır gözkapaklarıyla süzüyor beni. Buz gibi bir mart ayında yazlık pantolonunu onarmaya kalkışan dikiş-sevmez kızına hınzır, yine de sevecen bir bakış atıyor. En iyisi masanın başına geçmek. Ama ayaklarımın dibinde buruşturulmuş kâğıtlardan oluşan, pencereden rüzgâr vurdukça hışırdayan öbeği atmamak, kül tablasını dökmemek.
Dağınıklığa teslim olmak. O zaman, biliyorum, çaresizliğin verdiği yorgunluk katlanılmazlaşacak, kendine bir kurtuluş yolu arayacak nasılsa. Sözgelimi, OLMUYOR’u X’lerle karalamam iyi gelmiş, bakıyorum da. Bir araya geldiklerinde olumsuzluk belirten bu harfler, üstleri tek tek X’le karalandığında, sözcüğün başındaki ve sonundaki boşluklar da hesaba katıldığında, yedi harflik ve dokuz vuruşluk bir dinlenme, bir yoğunlaşma süresi tanımışlar bana. Kâğıdı değiştirmemin de yararı olur mu? Hayır. Dosya ya da teksir kâğıdı, pelür bile olabilir pekâlâ. Harfler italik olsa? Hayır. Takıldığım nokta onlar değil: Sözcükler. Yıllar yılı renklerini, kokularını, tınılarını değişik bileşimlerde denediğim sözcükler. Otuzların Kadını’yla onun özgünlük alanında bire bir karşı karşıya gelemeyecek kadar aşınmışlar artık.
Gerçek bir kişilikten çok bir yazarın iç dünyasını yansıtmaya yatkınlar. Üstelik kurmacada elimin altında bulmaya alıştığım yöntemler, yordamlar da kayıp gitmiş; çünkü Otuzların Kadını, kurgulanmayı değil, anlatılmayı bekliyor. Yazarının en ufak sürçmesinde, kendi biricikliğinden sıyrılıp onun geçmişte kullandığı sözcük ve imge öbeklerinin arasına karışabilir, sıradanlaşabilir, gerçekliğini yitirebilir. İstanbul’da büyüyüp ölmüş, yabancı dil bilen, eldivenlere ve şapkalara tutkun, Markiz’e, Lebon’a, Park Pastanesi’ne, Belediye Gazinosu’na giden herhangi bir Otuzların Beyoğlulusu, bir nostalji nesnesi olup çıkar, hiç yaşamamış gibi. Tıpkı çok yazıldığı, çok okunduğu ve çok bilindiği için bir zamanlar gerçekten “iliklere işleyen yağmur”un ya da “bulutların arasından sıyrılan güneş”in artık yazana da, okuyana da hatta görene de bir şey dememesi gibi.
Sonuncu yetkin yorumu ancak yıllar öncede kalmış ilk acemi yorumunu anımsattığından, gülünesi/acınılası hale gelen bildik bir şarkı gibi ya da. Çokyazılandan, çok-özlenenden, herhangi bir çok’tan ayırıp nasıl kendi yerine oturtabilirim bu portreyi? Yağmurun iliklerine ilk işlediği günü, güneşin bulutlardan ilk sıyrılışını gören birinin taze izlenimlerini keşfetmem gerek. Ki bu çerçeveden kurtulsun. Freud’cu ya da Bilmemkimci görüşler yüzünden tez elden yazarının geçmişiyle açıklanmasın. Yağmur bir kere daha, gerçekten işleyebilsin iliklere, güneş bir kere daha gerçekten bulutlardan sıyrılsın. “Bir ormanda ilerliyor gibiyim,” desem portreye. “Ormanı sık kullandığını kestirebiliyorum,” diyecektir. “Evet ama bu bambaşka bir orman. Somut bir ikindi ormanı ve sakız kokuyor,” desem… “Senin öykü yazdığın döneme yetişmedim ben. Çevirilerini biliyorum. Zaten ben aslında şiir severim,” diyecektir.
(Babama “siz” derdim, ona “sen”. Babam son yıllarında kendisine de “sen” dememde direttiyse de beceremedim.) “Şiiri bıraksana bir an. İşte o ormanda ilerliyorum varsay. Yanlamasına vuran güneşin, ağaçların kalın yapraklarındaki yansısı gözlerimi alıyor. Güneş, o orman yolunda, karşıdan gelenlerin yüzlerini silikleştiriyor. O kadar ki yanıma yaklaşanı tanıyamıyorum ilk bakışta. Böyle anlarda, ‘Az kalsın…’ deriz; sesimiz usullaşır ve kırılır. ‘Az kalsın tanıyamayacaktım seni, görüşmeyeli ne kadar oldu sahi?’” desem. “Bir örnek daha verirsen belki anlarım ne demek istediğini,” diyecektir şaşmaz mantığıyla. “Peki, orman olmasın. Bir kış akşamı. Saati, mevsimi, yeri değiştirmeyi deniyorum. Diyelim, bir otobüs durağındayım. Kar demin başladı. Kuyruğun başında duran biri, cebindeki bileti ararken, eldiveninin tekini düşürüyor. Arkadan baktığım için yüzünü ve cinsiyetini seçemiyorum. Ama yerde duran eldivene uzanan biçimli, uzun, soğuktan morarmış parmakları tanıdık geliyor bana.
Tam sırayı bozup ona doğru koşacakken, birdenbire onun bu hattaki bir otobüse binmeyeceğini, cebinde kalan son parayla bile bir taksiye atlayacağını, üstelik çoktan ölmüş olduğunu kavrıyorum. Az kalsın…” “Çocukken de sözcüklerini seçmede, sevgini belirtmede tutumlu davranırdın. Harçlığını bir günde harcardın da hiç değilse borç verme keyfini esirgerdin benden. Ödünsüzlüğün işine yaradı mı bari?” “Belki. Ama seni çok özledim anne.”
Mart 1991
Bir gece öncenin günlüğünden
Demin, beş gün boyunca kesik olan su geldi. Birikmiş bulaşıkları yıkadım, plastik şişelerle bidonları doldurdum. Ne kadar çabalarsam çabalayayım, gecekondu düzeninden kurtaramadığım evime baktım. Çaydanlıkta kaynattığım içme suyunun kabarcıklanmasını beklerken zincirleme sigara içtim. Yıkanacak her şeyi yıkadıktan sonra –elbezleri, küçük mutfak havluları, iç çamaşırları– kendimi de yıkadım. Yıkandım demiyorum, çünkü Körfez Savaşı’nın bir ay öncesinden bu yana kendimi de yıkanması gereken bir nesne olarak görüyorum. Bir elli sekiz boyunda ve kırk altı kilo ağırlığındaki bedenimi yıkamak için ne kadar az su gerektiğine şaşıp kalıyorum. Belki de yazma eylemi, şu ufak tefek insan bedeninin koskoca bir dünyaya açılmasını sağlıyordur. Duşun altında kollarımı iki yana açtım.
II
Bugün, Otuzların Kadını’nı, hem kendisinin yakındığı nesnelliğim çerçevesinde değerlendirmeye hem de onu resimdeki nesnel çerçevesinden çıkartmaya çalışırken pencereden eğildim. Ne de olsa genç yaşayıp genç öldüğü bu mahallede birçok ipucu olabilirdi: Karşı kaldırımda manav Çakır, dükkânın önüne çıkartılmış iskemlesinde, yüzünü arada bir gösteren mart güneşinin, oğlunun ve torununun hoşgörüsüne sığınmış, uyukluyor. Mavi gözleri yumulu ama belli ki kırk yıl önce bu mahallede, kulaklarının arkasına kabakçiçeği iliştirdiği atıyla sebze sattığı günleri görüyor düşünde. Gülümsediğine göre. 1946 yılında. “Dereotu ister misin hanım kızım? Baklam mis gibi,” diyor Otuzların Kadını’na. “Kızına bir avuç çağla vereyim. O, benden.” Daha geçen gün, “Hoş geldin kızcağızım,” dedi. “Bir an seni rahmetli annen sandım. İhtiyarlık işte. Oğlun nasıl? Kardeşin? Ortalıkta görünmüyorlar. Güner evladım, bir kilo bakla tart. Çağlamız var mıydı? O, benden.” 1991’de, 1946’nın sözcüklerini kullanıyor, duygularını yaşıyor. “Annen pazarlık etmeyi sevmezdi, büyükhanıma bırakırdı pazarlığı. Karpuzları taşıyıp sizin kata çıkardığımda çay ikram ederdi bana. Beyoğlu’na çıktığında da çantasında bir pazar filesi olurdu hep – eve dönerken benim dükkânı çiğnemezdi. Bu dükkânı tuttuğuma çok sevinmişti, artık merdiven tırmanmayacaktım ya. Söylemesi ayıp, iyi ki bunların beni bunak saydığı günleri görmedi.”
Oğluyla torunu onun artık bunadığını düşünüyorlar. “Beş” dediklerinde “beş bin lira” anlıyormuş, oysa onlar beş milyon diyorlarmış. Hesabı doğru dürüst yapamıyormuş bu yüzden, toplamalar aksıyormuş. Ama Çakır’ın ve sokağın esintili köşesini tutmuş balıkçının dışında tanıdık bir yüz yok. Her öğlen aynı saatte gelen kokoreççinin tezgâhından ağır bir koku yayılıyor. Kaset satıcısı, içli ve ağdalı şarkılarla yedek parçacıların gönlünü alıyor. Hep bu saatte: 12.00. Lokantaların komileri, eskiden kalabalık ailelerin oturduğu, şimdilerde üst katlarını iki doktorun, bodrumlarıyla ilk katlarınıysa yedek parçacıların paylaştığı işyerlerine kebap-köfte koşuşturuyorlar.
Ellerinde tepsiler. Üniformalı olmaları kara bir mizah katıyor sokaktaki gösteriye. Lokantalar, yalnızca öğlenleri çalışıyor. Akşamsa tur otobüsleriyle sökün eden yaygaracı, alt orta sınıftan Avrupalı müşterileriyle kendi içlerine kapanan otellerin gerçekdışı, yapay ışıklandırmasından başka tek kıpırtı yok. Mahallenin eski balıkçısı, artık yalnızca o lokantalara ve otellere siparişle balık getirdiğinden, saat üçte tezgâhını boşaltmış oluyor, çekip gidiyor. Tartısını Çakır’ın dükkânına bıraktıktan sonra. Zaten artık üst katlara tırmanamayacak kadar yaşlandı. Otuzların Kadını’nın otuz yaşlarında ikinci evliliğini yaşadığı, boşandığı, çocuklarını büyüttüğü ve öldüğü bu mahallenin başlangıçta tasarlanan mimarisi, alt çizgileri, bugün de seçilebilecek belki. Ne var ki mahalle göğünü yaran çok katlı oteller, gün ışığını kesiyor. Tam karşımdaki gri ayna-camlardan, bu kaldırımdaki terk edilmiş katların çatlak, badana yüzü görmemiş cephelerini; süpürgelerin, tenekelerin, kovaların, kurumuş sardunya saksılarının yığıldığı küçük balkonlarını izliyorum ancak.
Üç yaşımdan başlayarak Otuzların Kadını’yla uzun süre birlikte yaşadığım bu mahallede eskiden kimlerin oturduğunu düşünmeye çalışıyorum. Ama ne yararı var? Arka balkona gitsem… Orası oldukça geniş de yalnızca oturulan birimi gösterişli kılma, gerisine boş verme eğilimindeki Anadolu kökenli şirketlerin acımadan kestiği güzelim asmanın kırık dallarından başka bir şey yok görünürde. Yanımda yöremde yine kutular, boşaltılmış koliler, kırık tahta sandıklar. Ön cephedeki otellerin ayna-camları ıssızlığı çoğaltıyor, kalabalıklaştırıyor en azından. Kalabalık bir çarşıda, kızgın güneşin altında kalmış bir kedi yavrusu kadar çaresizim. Geçmişi silinmiş birini anlatmak zorundayım. Yeni çaresizliğim ondan. Ertelenmiş bir ceza olsa seve seve çekerdim. Değil ki. Yaşandığı sırada çok güzel geçmiş ama artık anıları bile silikleşmiş bir tatilin, bir turizm şirketinin ayarladığı eski bir yaz tatilinin, kış ortasında önüme gelen son taksiti, son faturası gibi duruyor karşımda.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOtuzların Kadını
- Sayfa Sayısı128
- YazarTomris Uyar
- ISBN9789750763441
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Genç Werther’in Acıları ~ Johann Wolfgang Goethe
Genç Werther’in Acıları
Johann Wolfgang Goethe
4 Mayıs 1771 İyi ki orada değilim! İnsan kalbi ne anlaşılmaz, ne acayip bir şeymiş meğer, sevgili dostum. Seni böylesine severken, hep senin yanındayken...
- Soğuk Kan ~ Robert Bryndza
Soğuk Kan
Robert Bryndza
Bir katile âşık oldum Şimdi benim de ellerimde kan var Dedektif Erika Foster, polislik kariyeri boyunca her türden cinayetle karşılaştığını düşünüyordu, ta ki Thames...
- Burma Günleri ~ George Orwell
Burma Günleri
George Orwell
“Bizim bu ülkede bulunmamızın hırsızlık yapmaktan başka bir amacının olmadığını nasıl anlayabilirsiniz? Çok basit. Memurlar Burmalıları ezerken işadamları da onların ceplerine dalıyorlar. Eğer bu...