Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Çavdar Tarlasında Çocuklar
Çavdar Tarlasında Çocuklar

Çavdar Tarlasında Çocuklar

J. D. Salinger

NewYork’lu bir burjuva ailesinin oğlu Holden Caulfield’in “büyümeye dair” keyifli ve hüzünlü öyküsü. Salinger’in en iyi eserlerinden biri. Türkçeye daha önce Gönülçelen adıyla çevrilen…

NewYork’lu bir burjuva ailesinin oğlu Holden Caulfield’in “büyümeye dair” keyifli ve hüzünlü öyküsü. Salinger’in en iyi eserlerinden biri. Türkçeye daha önce Gönülçelen adıyla çevrilen roman, bu kez İngilizce aslından Coşkun Yerli tarafından çevrildi.

Bölüm 1

Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum. Sonra, onlarla ilgili en ufak bir söz etsem, bizimkilere inmeler iner. Böyle konularda ikisi de çok alıngandır, özellikle de babam. Bizimkiler iyiliğine iyidirler ben onu demiyorum ama felaket alıngandırlar yani. Ayrıca, size o lanet özgeçmişimi olduğu gibi anlatacak filan da değilim. Ben size yalnızca, iyice yamulup buraya getirilmeden önce, geçen Noel’de başıma gelen manyaklıkları anlatacağım. Yani, D.B.’ye anlattığım şeyleri. D.B. ağabeyim olur. Kendisi Hollywood’da. Hollywood denen yer şimdi kaldığım bu çöplüğe pek uzak değil. D.B. her hafta sonu beni görmeye geliyor. Önümüzdeki ay taburcu olabilirsem, beni eve arabasıyla o götürecek. Daha geçenlerde bir Jaguar çekti altına. Hani şu, saatte iki yüz mil yapan İngiliz işi şeylerden. Yaklaşık dört bin kâğıda patladı ona. Bizimki bugünlerde iyi para kırıyor. Eskiden pek para kazanamazdı. Bizimle otururken kendi halinde bir yazardı. Kırmızı Balığın Esrarı diye müthiş bir öykü kitabı var ya, onu bizimki yazdı, belki yazarını bilmiyorsunuzdur diye söylüyorum. Kitaptaki öykülerden en iyisi de Kırmızı Balığın Esrarı’dır. Küçük bir oğlanın teki, kendi parasıyla satın aldığı için balığını kimselere göstermiyor. Bitmiştim buna. D.B.  Hollywood’da oturuyor şimdi, piyasaya düştü anlayacağınız. Hayatta nefret ettiğim bir şey varsa, o da filmlerdir. Sakın bana filmlerden söz etmeyin.

Anlatmaya Pencey Hazırlık’tan ayrıldığım günden başlamak istiyorum. Pencey Hazırlık, hani şu Agerstown, Pennsylvania’daki okul. Adını belki siz de duymuşsunuzdur. Hatta, ilanlarını bile görmüş olabilirsiniz. Yaklaşık bin küsür değişik dergide, atını çitten aşırtan kasıntı bir herifin resmini gösteren reklamı çıkıyor sürekli. Sanki, Pencey’de işiniz gücünüz durmadan polo oynamakmış gibi! Ben o okulun yakınında bile at filan görmedim. O atlı herifin resminin altında da şu yazılıdır hep: “1888’den beri nice çocuğu fevkalâde aydın adamlar haline getirdik.” Peh, külahıma anlatın siz onu. Öteki okullarda milleti ne haline getiriyorlarsa, Pencey’de de bundan fazla bir halt edildiği yok. Ben Pencey’de öyle fevkalâde aydın birilerine filan da hiç rastlamadım. Belki bir iki kişi. Eh, ancak o kadar. Ama herhalde onlar da Pencey’e geldiklerinde zaten öyleydiler.

Her neyse, o gün Saxon Hill ile futbol karşılaşmasının yapılacağı Cumartesiydi. Bu Saxon Hill maçı Pencey’de acayip önemseniyordu. Yılın son maçıydı ve eğer Pencey kazanamayacak olursa, canınıza kıymanız filan gerekiyordu. Hatırlıyorum, o gün öğleden sonra saat üç sularında o lanet Thomsen Tepesi’nin ta doruğuna çıkmış, İç Savaş’tan kalma o manyak topun yanı başında duruyordum. Oradan futbol alanını ve iki takımın birbirlerine yüklenmelerini olduğu gibi görebiliyordunuz. Tribünler pek seçilmiyordu, ama haykırmaları duyabiliyordunuz; benden başka tüm okul orada olduğu için Pencey tarafından derinden korkunç sesler, Saxon Hill tarafından da, yanlarına pek fazla adam getiremediklerinden herhalde, tek tük ama yırtman sesler geliyordu.

Futbol karşılaşmalarına pek fazla kız gelmezdi. Maçlara yalnızca son sınıftakiler kız getirebilirlerdi. Neresinden bakarsanız bakın, bu Pencey felaket bir okuldu. Bendeniz, çevrede en azından birkaç kız görebileceğim bir yerlerde takılmayı severim; kollarını kaşısınlar, sümkürsimler, hatta yalnızca kikirdeyip dursunlar, fark etmez. Bizim Selma Thurmer kendisi müdürün kızıydı maçlarda sık sık boy gösterirdi, ama pek Öyle aklınızı başınızdan alacak türden bir kız, değildi. Ama, iyi bir kızcağızdı. Bir kez, Agerstown’dan dönerken otobüste yanyana düştük, biraz konuştuk. Sevdim kızı. Kocaman burnu vardı, tırnaklarının hepsi kemirilmiş, kanlı görünüyorlardı, bir de, uçları ortalığa fırlayan içi takviyeli o lanet sutyenlerden giymişti, ama yine de kızcağız için üzülmeden edemiyordunuz. En beğendiğim yanı ise, babasını övüp tüy dikmelere pek kalkışmamasıydı. Babasının sahtekâr salağın teki olduğunu belki o da biliyordu.

Aşağıda maç seyredecek yerde, gelip Thomsen Tepesi’nde dikilip durmamın nedenine gelince; eskrim takımıyla birlikte New York’tan daha yeni dönmüştüm ve eskrim takımının lanet menajeri bendim. Büyük iş yani. O sabah McBurney Okulu ile eskrim karşılaşması yapmak üzere New York’a gitmiştik. Yalnız, karşılaşamadık. Kılıçlarla birlikte tüm takım taklavatı lanet metroda unutmuştum. Ama bu yalnızca benim hatam değildi. Durmadan kalkıp o kahrolası haritaya bakmak zorundaydım, nerede ineceğimizi anlamak için. Sonuçta, Pencey’e akşam yemeği saatinde dönecekken, iki otuzda dönmüş olduk. Dönerken takımdakiler trende beni aforoz ettiler. Çok gülünç bir durumdu, bir bakıma.

Maçta olmamamın bir başka nedeni de; bizim tarih öğretmeni Spencer’a veda etmeye gidiyor olmamdı. Grip filan olmuş, onu Noel tatili başlayana dek bir daha göremeyeceğimi düşündüm. Bir not yazıp bana göndermiş, eve gitmeden önce beni görmek istediğini bildirmişti. Benim artık Pencey’e dönmeyeceğimden haberi vardı.

Sahi, size söylemeyi unuttum; okuldan atılmıştım. Dört dersten çaktığım ve kendimi derslere filan vermediğim için, Noel tatilinden sonra artık okula dönemiyecektim. Çalışayım diye beni sık sık uyarmışlardı özellikle de, ara sınavlar sırasında, annemle babam bizim Thurmer’la görüşmeye geldiklerinde ama ben yine de boş verdim. Pcncey’de sık sık böyle adam atarlar. Pencey’in akademik düzeyi bayağı yüksektir. Gerçekten de yüksektir yani.

Her neyse İşte, Aralık ayı filandı, o rezil tepede hava, cadı karı memesi gibi soğuktu. Üstümde çift taraflı giyilebilen paltom vardı, eldiven filan da yoktu tabii. Bir hafta önce birileri odamdan devetüyü paltomu, cebindeki içi kürklü eldivenlerimle birlikte yürütmüştü. Pencey’de ortalık hırsızdan geçilmezdi. Milletin çoğu acayip zengin ailelerden geliyordu, ama okul yine de böyle arakçılarla doluydu. Bir okul ne kadar pahalıysa, orada o kadar çok hırsız olur şaka etmiyorum. Her neyse, o manyak topun yanında kıçım dona dona dikiliyor ve maça bakıyordum. Yalnız, maçı pek izlemiyordum. Orada öyle takılmamın nedeni; kendimce bir çeşit veda duygusu yaşamaya çalışmamdı. Birçok okuldan, birçok yerden ayrıldım, ayrıldığımı anlayamadım. Bundan nefret ediyorum. Ayrılışlarım acıklı, hatta kötü olabilir, ama bir yerden artık ayrılıyorsam bunu anlamak istiyorum. Bunu anlamadığınız zaman kendinizi daha kötü hissediyorsunuz.

Şansım varmış. Birden aklıma bir şey geldi, bunun, oradan defolup gittiğimi iyice anlamama epey faydası oldu. Birdenbire o günü hatırladım; ben, Robert Tichener ve Paul Campbell, hep birlikte idare binasının Önünde top koşturuyorduk. İyi çocuklardı, özellikle Tichener. Akşam yemeğine az kalmış ve dışarda hava iyice kararmıştı. Ortalık daha da karardı, artık topu bile zor görebiliyorduk, ama kimse oyunu bırakmak istemiyordu. Sonunda bırakmak zorunda kaldık. Bay Zambesi, şu biyoloji öğretmeni, idare binasının o penceresinden kafasını çıkarmış ve bize yatakhaneye gidip yemek için hazırlanmamızı söylemişti. Ama yine de, böyle saçmalıkları hatırlayarak, her İhtiyacım olduğunda veda duygusunu yaşayabilirdim en azından çoğu zaman. Ne yaşayacaksam yaşadıktan sonra, tepenin öte yanından aşağıya, bizim Spencer’ın evine doğru koşmaya başladım. Kampüste oturmuyordu. Evi Antony Wayne Caddesi’ndeydi.

Ana kapıya kadar tüm yolu koşarak geçtim, sonra soluklanmak için bir saniye durdum. Şişip kalırım böyle, doğrusunu isterseniz: her şeyden önce, çok sigara içiyorum; yani içiyordum. İçirtmiyorlar artık. Dahası, geçen yıl tam on altı buçuk santim birden boy attım. Tüberküloz filan kapmamın ve tüm bu lanet çekap zımbırtıları için buraya gelmemin nedeni de o zaten. Aslında oldukça sağlıklıyımdır.

Her neyse, soluklanır soluklanmaz koşup 204. Sokağa geçtim. Her yer rezalet buz tutmuştu, az kalsın yere kapaklanıyordum Neden koştuğumu şimdi bile bilmiyorum; sanırım canım öylesine koşmak istemişti. Karşıya geçerken kendimi yok duyurmuşum gibi hissettim. Felaket soğuk, güneşsiz, yoldan karşıya her geçişinizde kendinizi yok oluyormuşsunuz gibi hissettiğiniz o çılgın akşamüstlerinden biriydi.

Vay canına, bizim Spencer’ın evine vardığım an nasıl zile saldırdım! Soğuktan donmuştum. Kulaklarım sarıyor, parmaklarımı filan zor oynatabiliyordum. “Hadi, hadi,” diye söylendim, bağırmamaya çalışarak. “Açın şu kapıyı,” Sonunda bizim Bayan Spencer kapıyı açtı. Hizmetçileri filan yoktu, kapılarını kendileri açarlardı. Fazla paraları yoktu.

“Holden!” dedi Bayan Spencer. “Seni görmek ne güzel! İçeri girsene yavrum! Neredeyse donacakmışsın.” Sanırım, beni gördüğüne memnun olmuştu. Beni severdi. Yani, ben öyle sanıyorum.

Vay canına, apar topar nasıl da içeri daldım! “Nasılsınız Bayan Spencer?” dedim. “Bay Spencer nasıl?”

“Paltonu alayım yavrum,” dedi. Ona Bay Spencer’ı sorduğumu duymamıştı. Kulağı biraz ağır duyardı.

Paltomu holdeki dolaba astı. Elimle saçımı geriye doğru sıvazladım. Saçımı sık sık alabros kestiririm, böylece pek taramak zorunda kalmıyorum. “Nasılsınız Bayan Spencer?” dedim yine, yalnız bu kez duyurmak için biraz bağırdım.

“Ben mi?” dedi. “Ben iyiyim, Holden.” Dolabın kapağını örttü. “Sen nasılsın, bakalım?” Soruşundan, bizim Spencer’ın ona okuldan atıldığımı söylediğini hemen anladım.

“İyiyim,” dedim. “Bay Spencer nasıl? Rahatsızlığı geçti mi bari?”

“Holden, geçti, ama artık iyice şey gibi olmaya başladı. Ne gibi desem, bilemiyorum… İçerde odasında, girebilirsin.”

Bölüm 2

Her birinin ayrı odaları filan vardı. İkisi de yetmiş yaşlarındaydılar, belki de daha fazla. Acayip şeylerden keyif alırlardı; kuşkusuz, kıçıkırık şeylerden. Biliyorum, böyle söylemem kabalık, ama ben o anlamda söylemiyorum. Yani, bu bizim Spencer hakkında epey düşünmüşümdür; onun hakkında biraz fazlaca düşünseniz hâlâ ne halt etmeye yaşadığına siz de şaşardınız, Kamburu çıkmış, çökmüş bir haldeydi. Sınıfta, yere her tebeşir düşürüşünde, ön sıradan birinin kalkıp yerden tebeşiri alması ve eline tutuşturması gerekirdi. Felaket bir şeydi bu, bence. Ama Spencer hakkında pek derin değil de, şöyle bir düşündüğünüz zaman, adamın kendi çapında hiç de fena olmadığını anlardınız. Örneğin, bir Pazar günü birkaç arkadaşla onlara kakao içmeye gitmiştik. Bayan Spencer’la birlikte Yellowstone Park’tan satın aldıkları o eski püskü Navajo battaniyesini göstermişti bize. Battaniyeyi satın almakla duyduğu müthiş keyfi anlamamanız elde değildi. İşte, anlatmak istediğim şey bu benim. Bu bizim Spencer gibi felaket yaşlı herifler, bir battaniye satın aldık diye işte böyle keyiften dört köşe oluyorlar.

Kapısı açıktı, ama ben yine de tıklattım, nazik olmak için filan. Kapı aralığından onu zaten görebiliyordunuz. Geniş bir deri koltuğa oturmuş, o sözünü ettiğim battaniyeye sıkı sıkıya sarınmıştı. Kapıyı tıklattığımda bana doğru baktı. “Kim o?” diye haykırdı. “Carifield? Gel oğlum.” Sınıfın dışında hep böyle haykırırdı. Bazen adamı sinir ederdi yani. Odaya girdiğim an, buraya geldiğime geleceğime pişman olmuştum. dergisini okuyordu. Ortalık haplardan, ilaçlardan geçilmiyor ve her yer Vicks Burun Damlası kokuyordu. Ben hasta insanlardan pek hoşlanmam. İşin daha da moral bozucu yanı; bizim Spencer sırtına o hazin, o sefil eski sabahlığım giymişti. Bu sabahlığı herhalde doğduğundan beri giyiyordu. Ben ihtiyar herifleri böyle pijamalı, sabahlık görmeyi de pek sevmem. O porsumuş, zavallı bağırları, bacakları filan hep ortalıktadır. İhtiyar heriflerin bacakları, yani plajlarda filan, bembeyaz, tüysüz görünür hep. “Merhaba efendim,” dedim. “Notunuzu aldım. Sağ olun.” Bana o notu, bir daha okula dönmeyeceğimi düşünerek, kendisine uğramamı ve vedalaşmayı istediğini bildirmek için yollamıştı. “Not için zahmet etmeseydiniz. Ben zaten vedalaşmak için uğrayacaktım.

“Otur şuraya, oğlum,” dedi bizim Spencer. Yatağı gösteriyordu.

Oturdum. “Gribiniz nasıl oldu efendim?”

“Evladım, azıcık halim olsaydı, doktor çağırtacaktım.” Bunu söylemek onu perişan etmişti. Deliler gibi hışırdayarak öksürmeye başladı. Sonunda kendisini toparladı ve, “Sen niye maça gitmedin? Bugün o büyük maç var sanıyordum,” dedi.

“Maç var, oradaydım. Yalnız, eskrim takımıyla New York’tan daha yeni döndüm.” Vay canına, yatak taş gibiydi!

Suratı acayip ciddileşmeye haşladı. Böyle yapacağını biliyordum zaten. “Demek bizden ayrılıyorsunuz, ha?”

“Evet, efendim. Sanırım öyle.”

Bu kez de, o kafa sallama illeti tuttu. Bu bizim Spencer kadar kafa sallayan birini hayatta görmemişsinizdir. Kafasını böyle, bir şey düşündüğü için mi, yoksa başından kıçından habersiz kıyak bir ihtiyar olduğundan mı sallıyor, biç anlayamazdınız.

“Dr. Thurmer sana ne dedi, oğlum? Sanırım, görüştünüz.”

“Evet. Görüştük. Sanırım, iki saat kadar görüştük odasında.”

“E… şey… hayatın bir oyun filan olduğu gibi şeyler. Yani, küplere filan binmedi. Durmadan, hayatın bir oyun olduğunu söyledi. Biliyorsunuz,”

“Hayat, tabii ki bir oyundur, evladım. Hayat, kurallara göre oynanması gereken bir oyundur.”

“Evet, efendim. Öyledir, biliyorum.”

Oyunmuş, kıçımın kenarı. Oyun, öyle mi? Tüm asların bulunduğu takımdaysan, oyun o zaman, tamam; kabul ederim, Ya öteki takımdaysan, as oyuncu filan yoksa, oyunla ilgisi kalır mı bunun? Hiç yani. Yok oyun moyun.

“Dr. Thurmer ailene yazdı mı?” diye sordu bizim Spencer.

“Pazartesi günü yazacakmış.”

“Peki, sen ailene haber verdin mi?”

“Hayır, efendim. Henüz haber vermedim, çünkü Çarşamba gecesi eve gittiğimde onları zaten göreceğim.”

“Peki, duyunca ne yapacaklar dersin?”

“Şey… Epey rahatsız olacaklar, tabii,” dedim. “Gerçekten rahatsız olacaklar. Bu, herhalde gittiğim dördüncü okul olacak.” Kafamı salladım. Ben kafamı epey sık sallarım. “Vay canına!” dedim. Ben sık sık böyle, “vay canına!” da derim. Bu, biraz ağzımın bozuk oluşundan, biraz da, bazen yaşımdan küçük biri gibi davrandığımdan. O zaman on altı yaşındaydım, şimdi on yedi oldum, ama bazen on üç yaşındaymışım gibi davrandığım da oluyor. Çok gülünç bu, aslında. Çünkü boyum bir seksen dokuz ve saçımda aklar var. Gerçekten var. Başımın bir yanında sağ yanında milyonlarca ak saç var. Çocukluğumdan beri böyle. Ama yine de ben hâlâ on iki yaşındaymışım gibi davranmaktan hoşlanıyorum. Herkes söylüyor bunu. Özellikle de babam. Bu biraz doğru sayılır, ama tümüyle de doğru değil. İnsanlar bazen, bir şeyin tümüyle doğru olduğunu sanırlar. Ben böyle şeyleri pek sallamam, ama birileri bana yaşıma uygun davranmam gerektiğini söylediğinde canım sıkılır. Bazen yaşıma göre daha olgun davrandığım da olurciddi söylüyorum ama buna kimse dikkat etmez. İnsanlar hiçbir şeye dikkat etmiyorlar zaten.

Bizim Spencer yine kafayı sallamaya girişti. Bir yandan da burnunu kurcalıyordu. Bunu sanki yalnızca burnunun ucunu sıkıyormuş gibi yapıyordu, ama aslında o koskoca başparmağı olduğu gibi içerdeydi. Sanırını, bunu odada benden başka kimse olmadığından yapıyordu. Boş verdim, ama birinin karşınızda burun karıştırmasını seyretmek çok iğrençti.

Eklendi: Yayım tarihi

“Çavdar Tarlasında Çocuklar” için 2 yanıt

  1. Geri bildirim: İmza Yerine
  2. Geri bildirim: İmza Yerine

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Hikaye
  • Kitap AdıÇavdar Tarlasında Çocuklar
  • Sayfa Sayısı221
  • YazarJ. D. Salinger
  • ISBN9753636360
  • Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2010

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Deniz Gezmiş ve Kırmızı Pabuçlar ~ Tülin DursunDeniz Gezmiş ve Kırmızı Pabuçlar

    Deniz Gezmiş ve Kırmızı Pabuçlar

    Tülin Dursun

    “Tülin Dursun, tutumlu bir dille ne güzel de anlatıyor rüzgara tutunabilmeyi öğrenmekte olan çocuğun yediği tokadı, avuçlarında ateş yakan Hasanı, kırmızı fiyonklu pabuçlarını kaybeden,...

  2. Gül Ağacı Sokağı ~ Debbie MacomberGül Ağacı Sokağı

    Gül Ağacı Sokağı

    Debbie Macomber

    Her şeye rağmen hayatımızı anlamlı kılan insanlar varsa yaşamak için hâlâ bir sebebimiz var demektir… Sevgili Dostlarım, Cedar Cove’a hoş geldiniz! Olivia, Grace, Charlotte,...

  3. Yalnızsam Düzelt ~ Ceyhun YılmazYalnızsam Düzelt

    Yalnızsam Düzelt

    Ceyhun Yılmaz

    Yalnızsam Düzelt’de Ceyhun Yılmaz’ın twetter’da 1 Milyon takipçiye ulaşmasını sağlayan tweet’lerinden bir seçme bulacaksınız. Ekim 2009’da “Hayatı anlamama sebep olanlara ve tüm anlamaya çalışanlara...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur