Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Cenaze Oyunları / Büyük İskender 3. Kitap
Cenaze Oyunları / Büyük İskender 3. Kitap

Cenaze Oyunları / Büyük İskender 3. Kitap

Mary Renault

“Onca büyük adam… İskender hayattayken savaş arabasını çeken adamlar gibi hep birden asılmışlar ellerindekine. İskender ölünce de sürücüsü düşüveren at arabasının askerleri gibi dört…

“Onca büyük adam… İskender hayattayken savaş arabasını çeken adamlar gibi hep birden asılmışlar ellerindekine. İskender ölünce de sürücüsü düşüveren at arabasının askerleri gibi dört bir yana saçılmışlar. Üstelik atlar gibi harap olmuşlar.”

Cenaze Oyunları, Büyük İskender’in ölümüyle açılıyor; ardında tahta vâris iki doğmamış çocuk ve bir ucube kardeş kalınca bilinen dünyanın en büyük imparatorluğu, büyük muktedirin arkasından saraylıları, eşleri ve iktidar talibi komutanlarının hırsla girişecekleri muazzam bir iktidar mücadelesinin eşiğine geliyor. Bu yeni iktidar oyunları duygusallığa yer bırakmayan, aklını ve entrikanın maharetini en iyi kullananın ayakta kalacağı, kalanların perişan ve yok olacağı bir tarihe açılıyor. Otuz üç yaşında öldüğünde, arkasında tarihin en büyük imparatorluğunu bırakan bir antik kahramanın, ölümün Büyük İskender’inin yok olan hayallerini her yönüyle gözler önüne seriyor.

Büyük İskender Üçlemesi, ünlü tarihi roman yazarı Mary Renault’nun, çarpıcı yeteneğiyle antik dünyanın gerçek kahramanlarını canlandırdığı, kanları ve terleriyle, tüm tutkuları ve vahşetleriyle, gizli yönleri ve dünyevi hırslarıyla kurguladığı başyapıtı.

“Renault’nun şimdiye kadarki en iyi tarihi romanı… Her ayrıntı çok sağlam tarihi kanıtlara dayanıyor.” –New York Review of Books

“Mary Renault hem tarihi romancılara hem de okurlarına yol gösteren bir ışıktır. Geçmiş şimdiymiş gibi yapmaz ya da antik Yunanların bizim insanlarımıza benzediğini iddia etmez. Bize garipliklerini gösterir; anlayışla, sağlam basarak, değerlerimizi tartıya vurarak, merakımızı uyandırarak bizi etkileyen ve büyüleyen yabancı bir diyardan geçirir.” –Hilary Mantel

*

Cenaze oyunlarımda büyük çekişmelerin yaşanacağını seziyorum.

Büyük İskender’in ölüm döşeğinde
söylediği bildirilen sözler

MÖ 323

Bel-Marduk Zigguratı bir buçuk asırdır, Kserkses asi Babil tanrılarına hadlerini bildirdiğinden beri, yıkıntılar içindeydi. Katran ve fırınlanmış tuğlalar kaydıkça teraslarının köşeleri un ufak olmuş, bir zamanlar tanrının altından yatak odasına ve mukaddes altın yatağındaki cariyesine ev sahipliği yapan girintili çıkıntılı tepesine leylekler yuva yapmıştı. Ancak yalnızca görüntüde bir bozulmaydı bu; zigguratın devasa cüssesi yıkıma meydan okumuştu. İç şehrin Marduk Kapısı tarafında bulunan duvarlarının uzunluğu bir zamanlar doksan metreyi aşıyordu ama ziggurat bu duvarlardan da yüksekti.

Tanrının mabedi yakınlardaydı, Kserkses’in askerleri burayı neredeyse tamamen yıkmışlardı. Çatıdan geriye kalan kısımlar samanla yamanmış, kabaca yontulmuş kerestelerle desteklenmişti. Tapınağın içindeki sütunların, bir zamanlar muhteşem olan ama şimdi dökülmüş minelerinde hürmet uyandıran bir kasvet hissediliyor, tütsünün ve yanık adakların kokusu hâlâ duyuluyordu. Porfiritten bir sunağın üstünde ve gökyüzüne açılan bir duman oluğunun altında kutsal ateş, bronz sepetin içinde yanıyordu. Cansızdı, yakacak koyulan yer boştu. Tanrının başı tıraşlı hizmetlisi ateşin yanından rahibe bakıyordu. Rahip ne kadar dalgın olsa da ateşi fark etti.

“Git, yakacak getir. Ne dolanıp duruyorsun? Kral, sen ne zaman uyuşukluğunu üstünden atıp da münasip görürsen o zaman ölsün istersen. Yürü! Anan uykuda horlarken düşmüşsün sen rahme.” Hizmetli yalandan hürmet gösterir gibi yaptı; tapınakta disiplin pek sıkı değildi. Rahip onun arkasından “Daha zamanı değil. Belki bugün bile olmaz. Dağ aslanı kadar kuvvetli, zor ölür,” dedi. Tapınağın açıklık tarafına iki gölge düştü. İçeri giren rahipler Keldanilerin uzun, keçeden mitrelerini takmışlardı. Törensel jestlerle sunağa yaklaştılar, elleri ağızlarında eğiliyorlardı. Marduk rahibi “Daha bir şey yok mu?” dedi. “Yok,” dedi Keldanilerin ilki. “Ama yakında olacak. Konuşamıyormuş, hatta zor nefes alıyormuş. Ama memleketlisi askerler kapıda yaygara koparıp onu görmeyi talep ettiklerinde hepsini içeri aldırmış. Komutanları demiyorum, onlar zaten içerdelermiş. Mızrakçılar, alelade piyadeler. Yatak odasını bir uçtan bir uca geçmeleri neredeyse öğleni bulmuş, o da eliyle işaretler yaparak selamlamış hepsini. Ondan sonra da bitap düşmüş zaten, şimdi de ölüm uykusundaymış.” Sunağın arkasındaki kapı açıldı, içeri iki Marduk rahibi girdi. Kapının ardındaki zengin iç mekânın nakışlı duvar halıları, altın parıltısı şöyle bir görünüp kayboldu. Pişmekte olan baharatlı etlerin kokusu duyuldu. Kapı kapanınca koku içeride kaldı. Eski bir rezaleti anımsayan Keldaniler bakıştılar. İçlerinden biri “Onu şehirden geri döndürmek için elimizden geleni yaptık. Ama tapınağın onarılmadığını haber almıştı ve bizim ondan korktuğumuzu sandı,” dedi. Marduk rahiplerinden biri “Bu sene büyük işler bakımından hayırlı olmadı. Nebukadnezar yüzünden hayırsız bir sene geçirdik. Yabancı köleler ayaklandı, ırk ırka düşman oldu, birbirlerini kulelerden attılar. Sikandar’a gelince, tanrıya kafa tutmasaydı talihi hâlâ yerinde olur, Susa’da sağ salim oturuyor olurdu,” dedi sertçe.

Bir Keldani “Bana kalırsa adına Herakles dese de tanrının gözüne yeterince girdi,” dedi. Başını çevirip doğrudan yarı yıkık hâldeki yapıya baktı. “Kralın size burayı yeniden inşa edesiniz diye verdiği altınlar nerede, hepsiyle yiyip içtiniz mi?” demiş kadar oldu. Hasmane bir sessizlik başladı. Marduk rahiplerinin başı, ortamı yumuşatmak isteyen bir ağırbaşlılıkla “Onunla ilgili doğru bir tahminde bulunduğun kesin. Ne zamandan beri gökleri okursun?” dedi. Uzun mitreler onaylar gibi ağır ağır eğilip birleştiler. Sakalı kara yüzünün ve mor cüppesinin üstünde gümüşî bir ışıkla parlayan en yaşlı Keldani, Marduk rahibine bir işaret yapıp onu tapınağın kırık dökük ucuna doğru çağırdı. “İşte,” dedi, “Babil için bulunulan kehanet budur.” Altın yaldızlı asasını şöyle bir sallayıp ufalanan duvarları, yerle yeksan olmuş çatıyı, yamulmuş kereste payandaları ve ateşin lekelediği taş döşemeyi gösterdi. “Bir süre böyle gidecek… Sonra Babil’in sonu gelecek.” Girişe doğru yürüdü ve kulak kabarttı ama gecenin seslerinde değişen bir şey yoktu. “Gökler diyor ki, her şey kralın ölümüyle başlayacakmış.” Rahip sekiz sene önce hazine ve Arap tütsüsü sunmaya gelen pırıl pırıl genci ve bu sene örselenmiş ve yaralanmış hâlde dönen, bakır sarısı saçları güneşte açılmış ve aralarına aklar düşmüş ama mânâlı gözleri hâlâ alev alev yanan, çok sevilen bir adamın hesapsız kitapsız, kendiliğinden gelen cazibesiyle hep hazır bekleyen, hep öfkeli o adamı anımsadı. Tütsünün kokusu havada uzun süre, altın ise hazinede daha da uzun süre kalmıştı; iyi yaşamayı seven adamlara rağmen altının yarısı halen hazine odasındaydı. Ama Bel-Marduk rahibi için bu altının artık keyif veren bir yanı kalmamıştı. Ona artık alev ve kandan başka bir şey ifade etmiyordu. Sunak ateşi, yakacak azaldığında nasıl sönüyorsa ruhunun ateşi de öyle sönüvermişti.

“Yeni bir Kserkses gelecek mi diye bakalım mı?” Keldani başını iki yana salladı. “Cinayet değil ki, ölüm. Başka bir şehir yükselecek, bizimki yok olup gidecek. Kralın alametinin altında görüyorum.”

“Ne? Yaşayacak mı yani?” “Söylediğim gibi, ölüyor. Ama alameti takımyıldızların arasında, yıllar geçse de hesap edemeyeceğimiz kadar uzaklarda yürümeye devam ediyor. Sen yaşarken o alametin artık görülmez olduğuna tanıklık edemeyeceksin.” “Öyle mi? Eh, hayattayken bize bir zararı dokunmadı. Belki öldüğünde de canımızı bağışlar.” Astrolog, bir çocuğa laf anlatmaya çalışan bir yetişkin gibi kendi kendine somurttu. “Geçen sene gökyüzünden düşen ateşi unutma. Nereye düştüğünü öğrenmiş, bir hafta yol tepip oraya gitmiştik. Dolunaydan daha parlak aydınlatıyordu şehri. Ama düştüğü yerde etrafındaki toprağı küle çeviren, için için yanan korlara ayrıldığını görmüştük. Çiftçinin biri, karısı o gün ikiz oğlan doğurdu diye koru alıp evinde ateş yakmıştı. Ama komşusu ateşin gücüne sahip olmak istediği için ateşi çalmıştı, dövüşmüşlerdi ve ikisi de ölmüştü. Parçalardan bir diğeri alık bir çocuğun ayaklarının dibine düşmüş, çocuk tekrar konuşmaya başlamıştı. Üçüncüsü, bir ormanı yakıp kül eden ateşi körüklemişti. Ama oranın Magusu, en büyük parçayı almış ve gökyüzündeyken yaydığı muhteşem ışık yüzünden onu ateş sunağına yedirmişti. Bunların hepsi tek bir yıldız sayesinde olmuştu. Yine öyle olacak.” Rahip başını eğdi. Mabedin mutfağından bir koku süzülüp burnuna çalındı. Eti bekletip rezil etmektense Keldanileri yemeğe davet etmek daha iyiydi. Yıldızlar ne söylerse söylesin, iyi yemek iyi yemekti. İhtiyar Keldani gölgelere bakarak “Bizim şimdi durduğumuz yerde leopar, yavrusunu büyütecek,” dedi. Rahip terbiyeli bir tavır takınarak duraksadı. Saraydan ses yoktu. Şansları yaver giderse feryatları duymadan önce bir şeyler yiyebilirlerdi.

***

Nebukadnezar’ın sarayının duvarları bir metreden kalındı ve serinlik versin diye mavi mineli çinilerle kaplanmıştı ama yaz ortasının sıcağı her şeye sızıyordu. Eumenes’in bileğinden akan ter, papirüsündeki mürekkebi dağıtıyordu. Balmumu temize çektiği tabletin üstünde nemli nemli ışıldıyordu; yüzey kıvamını yitirmesin diye diğer taslaklarla birlikte tableti kâtibinin bıraktığı soğuk su banyosuna tekrar daldırdı. Buranın kâtipleri ıslak kil kullanıyorlardı ama ıslak kil düzeltme yapmaya fırsat bulamadan kuruyordu. Üçüncü defa kapıya gidip asma yelpazenin kordonunu çekecek bir köle arandı. Zor duyulan boğuk sesler –usul adımlar; suçlu, hayranlık içinde veya yaslı alçak sesle konuşmalar– onu bir kez daha çekilmiş kapı perdesinin ardındaki sıkıcı görevine döndürdü. Ellerini çırpması, seslenmesi, yüksek sesle emir vermesi… Bunların hepsi tahayyül dahi edilemez şeylerdi.

Geveze bir adam olan kâtibini aramıyordu; sessiz sakin bir köle ve asma yelpazenin yapacağı esinti ona yeterdi. Yazma tahtasına tutturulmuş yarım parşömene baktı. Çok gizli olmayan bir mektubu kendi elyazısıyla kaleme almayalı yirmi sene oluyordu; şimdi bir mucize olmadığı sürece asla yerine ulaşamayacak bir mektubu neden yazıyordu ki? Pek çok mucize gerçekleşmişti gerçekleşmesine ama şimdi bir mucizenin olacağı yoktu elbette. Kendisini oyalayacak bir şeydi bu onun için, bilinmez gerçeği kapının dışında bırakacak bir şey. Tekrar oturup tableti yeniden eline aldı, hizaladı, elini kâtibin bıraktığı havluya kuruladı ve kalemini aldı.

Ve Nearkhos’un komutasındaki gemiler; Perdikkas, Babil’den yeni orduyu getirirken benim onları teftiş edeceğim nehir ağzında toplanacaklar. Gerekli tanrılara kurbanlar verilecek. Ardından, kara kuvvetlerinin komutasını devralacak ve batıya yürüyüşü başlatacağım. İlk aşama…

***

Beş yaşındayken, henüz yazma öğretilmemişken kralın işlerini gördüğü odada gelmişti yanıma. “Nedir o, Eumenes?” “Mektup.” “Büyük yazdığın o ilk kelime nedir?” “Babanın adı. PHİLİPPOS, Makedonların kralı. İşim var şimdi, koş git oyna sen.” “Benim adımı da yaz. Yaz ne olur, canım Eumenes, lütfen.” Çöpe gidecek bir mesajın arkasına yazıp vermiştim adını. Ertesi gün adını nasıl yazacağını öğrenmiş ve Trakyalı Kersobleptes’e gönderilecek bir resmi mektup için hazırlanan balmumunun her yerine kazımıştı. Cetvelimi avucunun içine yemişti.

Eumenes kocaman kapıyı sıcak yüzünden açık bırakmıştı. Diğer bütün sesler gibi yarı boğuk duyulan sert ve hızlı adımlar kapıya yaklaştı. Ptolemaios perdeyi yana sıyırıp çekti, önüne geçti. Savaşın yıprattığı sert hatlı yüzü yorgunluktan kırış kırış olmuştu, çarpışma olmasa da bütün gece uyumamıştı. Kırk üç yaşındaydı ama daha yaşlı gösteriyordu. Eumenes hiç konuşmadan bekledi. “Yüzüğünü Perdikkas’a verdi,” dedi Ptolemaios. Bir sessizlik oldu. Eumenes’in tetikteki Yunan yüzü –okuyup yazmaktan başka bir şey bilmeyen birinin yüzü değildi bu, savaşmaktan payına düşeni almıştı o da– ifadesiz Makedon’un yüzünde bir şeyler arandı. “Niçin? Vekil olarak mı? Yoksa kral naibi olarak mı?” “Konuşamadığı için,” dedi Ptolemaios kupkuru bir sesle, “hiçbir zaman bilemeyeceğiz.” “Ölümü kabullendiğine göre,” diye akıl yürüttü Eumenes, “ikincisi olduğunu varsayabiliriz. Peki, ya yanılıyorsak?” “Artık bir önemi yok. Ne görüyor ne duyuyor. Ölüm uykusunda.” “O kadar emin olma. Öldü zannedilip sonradan her şeyi işittiğini söyleyen adamlar olduğunu duymuştum.” Ptolemaios sabrının taştığını belli edecek bir hareketi son anda bastırdı. Şu dilbaz Yunanlar yok mu… Yoksa korktuğu bir şey mi vardı bu adamın? “Sen ve ben, onu doğduğundan beri tanıdığımız için geldim. Orada olmak istemez misin?”

“Makedonlar orada olmamı isterler mi ki?” Eumenes’in dudakları eskilerden kalma bir yakıcılıkla bir anlığına büzüştü. “Aman, yapma canım. Herkes sana güveniyor. Yakında ihtiyacımız olacak sana.” Nazır yavaşça masasını düzeltmeye koyuldu. Kalemini silerken “En iyi olana. Hoti to kratisto,”1 dedi. Ölüm döşeğindekilerin kehanette bulunabileceğini söylerler, diye düşündü Eumenes. Ürperdi. “Ya da,” dedi Ptolemaios, “Perdikkas bize öyle söyledi. İskender’in üzerine eğilmişti. Başka kimse bir şey duyamıyordu.” Eumenes kalemi bırakıp keskin bir bakış attı. “Ya da Krateros, dedi. Fısıldadı diyorsun, nefesi yetmemiştir.” Birbirlerine baktılar. İskender’in bütün askerlerinin en yüksek rütbelisi Krateros, kral naipliğini Antipatros’tan almak üzere Makedonya’ya yürüyordu. “Eğer o da odada olsaydı…” Ptolemaios omuzlarını silkti. “Kim bilir?” Hephaistion da odada olsaydı, diye düşündü kendi kendine. Ama o hayatta olsaydı bunların hiçbiri yaşanmazdı. Sonunu getiren o çılgınca şeylerin hiçbirini yapmazdı İskender. Yazın ortasında Babil’e gelmek, nehrin aşağısındaki pis bataklıklarda kürek çekmek… Ama Eumenes’le Hephaistion hakkında konuşulmazdı. “Bu kapı fil kadar ağır. Kapatayım mı?” Eşikte duraksayan Eumenes “Roksana ve çocuktan hiç haber yok mu?” dedi. “Daha dört ayı var. Ya kız olursa?” Boylu boslu, kalın kemikli Makedon ve ince uzun Yunan, gölgeler içindeki koridora geçtiler. Genç bir Makedon subay yalpalaya yalpalaya onlara doğru geldi, az kalsın Ptolemaios’a çarpacaktı, kekeleyerek özür diledi. “Değişiklik var mı?” dedi Ptolemaios. “Hayır, efendim, yok galiba.” Bastıra bastıra yutkundu, ağladığını gördüler.

Subay gidince Ptolemaios “Çocuk inanıyor. Ben henüz inanamıyorum,” dedi. “Evet, gidelim.” “Bekle.” Ptolemaios, Eumenes’i kolundan tutup odaya geri soktu ve menteşeleri gıcırdayan kocaman abanoz kapıya sürükledi. “Bunu sana vaktimiz varken söylemek en iyisi. Gerçi önceden haberin olsaydı daha iyiydi ama…” “Evet, evet?” dedi Eumenes sabırsızlıkla. Ölümünden kısa süre önce Hephaistion’la tartışmış, İskender o zamandan beri ona hiç iyi davranmamıştı. “Stateira da hamile,” dedi Ptolemaios. Gitmek için kıpırdanıp durmakta olan Eumenes birden taş kesildi. “Darius’un kızını mı diyorsun?” “Başka kim olacak? O da İskender’in karısı.” “Ama bu her şeyi değiştirir. Ne zaman…?” “Hatırlamıyor musun? Yok, tabii, Babil’deydin sen. Hephaistion öldükten sonra kendine geldiğinde,” (insan bu isimden sonsuza dek kaçınamıyordu) “Kossaealılarla savaşmaya gitmişti. Benim marifetimdi bu; Kossaealıların geçiş haracı talep ettiklerini söyleyip İskender’i kızdırmıştım. Bir şeylerle meşgul olması gerekiyordu. Ona iyi geldi. Kossaealıların işini bitirdikten sonra buraya geliyordu. Sisygambis’i ziyaret etmek için Susa’da bir haftalığına durdu.” “O ihtiyar cadı yok mu,” dedi Eumenes acı acı. O olmasaydı, diye düşündü, kralın dostlarının başında Pers eşler derdi olmazdı. Susa’daki toplu düğün insanüstü bir muhteşemlik draması gibi geçip gitmiş, sürdüğü kremler midesini bulandıran ve “Selam olsun, efendim”den başka Yunanca bilmeyen soylu bir Pers kadınla kokulu bir otağın içinde kendisini baş başa bulmuştu sonra. “Muazzam bir hanımefendi,” dedi Ptolemaios. “Kendi annesinin onun gibi olmaması çok yazık. O olsaydı Makedonya’dan ayrılmadan önce İskender’i evlendirir, mutlaka bir oğlu olmasını sağlardı. Şimdi on dört yaşında veliahtı olabilirdi İskender’in. Sisygambis daha çocukken evlilikten soğutmazdı onu. Baktrialıyla tanışana kadar bir kadın için hazır olmayışı kimin suçuydu?”

Makedonların çoğu Roksana’dan kendi aralarında böyle bahsederdi. “Olan oldu. Ama Stateira… Perdikkas’ın haberi var mı?” “Bu yüzden veliahtının kim olacağını söylemesini ondan istedi ya.” “Ama o yine de söylemedi, öyle mi?” “En iyi olan, dedi. Erişkinliğe ulaştıklarında aralarında seçim yapmayı biz Makedonlara bıraktı. Evet, ömrünün son demlerinde bile sapına kadar Makedondu o.” “Erkek olurlarsa,” diye hatırlattı Eumenes. Kendisini düşüncelere kaptırmış olan Ptolemaios “Ve eğer erişkinliğe ulaşabilirlerse,” dedi. Eumenes bir şey söylemedi. Duvarları mavi çinilerle kaplı loş koridordan geçip ölüm odasına yöneldiler. Nebukadnezar’ın bir zamanlar her şeyiyle Asurlu olan odası, Kyros’tan itibaren birbirini takip eden krallar tarafından Persleştirilmişti. Kambyses odanın duvarlarına fethettiği Mısır’dan getirdiği zafer nişaneleri asmış, Büyük Darius sütunlarını altın ve malakitle kaplatmış, Kserkses ise bir köşeye Athena’nın Parthenon’dan yağmalanan cüppesini boylu boyunca tutturmuştu. Artakserkses’lerin ikincisi, şimdi İskender’in ölmekte olduğu muazzam yatağı yapmaları için Persepolis’ten zanaatkârlar getirtmişti. Yatağın üstünde yükseldiği platform, altın püsküller işlenmiş kan kırmızısı örtülerle kaplanmıştı. Yatak üç metreye iki metreydi; boyu iki metreden uzun olan III. Darius, zamanında burada rahat rahat yatabilmişti. Yüksek sayvanını, gümüş kanatlı ve mücevher gözlü altından dört ateş daimon’u2 tutuyordu. Biraz daha rahat nefes alsın diye yastık yığınlarının üstüne yerleştirilmiş ve bütün bu ihtişamın içinde ufacık gözüken ve ölmekte olan adam çıplak yatıyordu. Debelenip üstünden atmayı bırakınca ince keten çarşafı vücudunun yarısına sermişlerdi. Terden ıslanan çarşaf sanki yontulmuş gibi üzerine yapışmıştı. Aldığı sığ nefesler tekdüze bir döngüde gitgide daha yüksek duyuluyor, sonra kesiliyordu. Tıklım tıklım odada başka tek bir soluğun dahi alınmadığı bir aranın ardından nefesler, aynı kreşendoda yavaş yavaş tekrar başlıyordu.

Yakın zamana kadar odada başka hiçbir ses yoktu. İskender artık sese veya temasa tepki vermeyi kestiğinden, yeri tespit edilemeyecek kadar ihtiyatlı ve boğuk bir usul usul mırıldanma baş göstermişti; ölümün güçlü ritmine eşlik eden bir yinelenen bas. Yatağın başındaki Perdikkas koyu gür kaşlarını Ptolemaios’a doğru kaldırdı; Makedonlarla aynı vücut yapısına sahip ama onların ten rengini taşımayan, kendisinde nicedir alışkanlık hâline gelmiş otoritenin iyice perçinlendiği bir ifadesi olan uzun boylu bir adamdı. Başıyla sessizce yaptığı hareket “Henüz değişen bir şey yok,” diyordu. Yatağın karşısındaki tavus tüyünden yelpazenin hareketi, Ptolemaios’un gözüne takıldı. Pers oğlan anlaşılan günlerdir hiç uyumadan yaptığı gibi yine platforma oturmuştu. Ptolemaios onun artık yirmi üç yaşında olması gerektiğini düşünüyordu ama hadımların yaşını kestirmek kolay değildi. Darius cinayetine karışan bir general, on altı yaşındayken onu kendisini temize çıkaracak delil olarak İskender’e getirmişti. Kralın gözdesi olduğu ve saraya ilişkin içeriden bilgi aldığından bunu gayet iyi becerecek konumdaydı. Vakanüvislere bildiklerini anlatmış, o zamandan beri de İskender’in yanından hiç ayrılmamıştı. Arka arkaya iki kralın aklını başından alan o meşhur güzellikten bugün pek eser kalmamıştı. Yastıkların üstündeki ateşten bitap düşmüş yüzden daha da harap hâldeki yüzündeki büyük kara gözleri iyice içeri göçmüştü. Bir hizmetli gibi giyinmişti; göze batacak olursa odadan gönderileceğini mi düşünüyordu? Aklından neler geçiyor acaba, diye merak etti Ptolemaios. Tam da bu yatakta Darius’la yatmış olmalıydı.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Cennet Ateşi / Büyük İskender 1. Kitap ~ Mary RenaultCennet Ateşi / Büyük İskender 1. Kitap

    Cennet Ateşi / Büyük İskender 1. Kitap

    Mary Renault

    “Ulu, meşhur adamlar gibi o… O eski günlerde hikâyelerini anlattıkları [kahramanlar] gibi… Onlar aşk için yaşamazlar… aşkla yaşarlar. Söylüyorum sana, gördüm, onların kanından o....

  2. Pers Oğlan/ Büyük İskender 2. Kitap ~ Mary RenaultPers Oğlan/ Büyük İskender 2. Kitap

    Pers Oğlan/ Büyük İskender 2. Kitap

    Mary Renault

    “Tanrıların yanına git, yenilmez İskender. Çile Nehri süt gibi yumuşacık değsin tenine; seni ateşle değil, suyla yıkasın. Ölülerin bağışlasın seni; aldığından daha çok can...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Fable ~ Adrienne YoungFable

    Fable

    Adrienne Young

    Hırsızlarla Dolu Bir Ada Gizemli Bir Mürettebat Yazgısı Tenine Kazınmış Bir Kız Dar Boğaz’daki en güçlü tüccarın kızı olan Fable’ın bildiği tek yuva denizdi....

  2. Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları ~ Mavisel YenerGizli Geçitleri Bulmanın Yolları

    Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları

    Mavisel Yener

    olunay Masalcıları’nın izinde, “Mavi Zamanlar” efsanesine geri dönüş… Mavisel Yener, Tudem Edebiyat Birincilik Ödüllü romanı Mavi Zamanlar’ın okurla buluşmasının 20. yıl dönümünü, Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları isimli...

  3. Kanatsız Melek 3 – Son Dilekler ~ Victoria SchwabKanatsız Melek 3 – Son Dilekler

    Kanatsız Melek 3 – Son Dilekler

    Victoria Schwab

    Aria ilk bakışta on iki yaşında sıradan bir kız gibi görünebilirdi. Ama o bir koruyucu melekti ve dünyaya kanatlarını kazanmaya gönderilmişti. Bunun için de...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur