Bir doğa harikası olan Cennet Çayırı keşfedildikten sonra kimisi kafasında ütopyacı fikirlerle, kimisi başka hayatlardan kaçmak için buraya gelmiş, görünüşte sıradan yaşamlar süren sakinler kişisel felaketlerine ve hüsranlarına doğru adım adım yol alırken, insanlığın en derin yanılgıları, duygusal zaafları ve düşünsel engelleri satırlara dökülüyor.
Dünya edebiyatının en güçlü kalemlerinden Steinbeck, tekinsiz Battle Çiftliği’ne yerleşen Munroe ailesinin çevresinde gelişen öykülerde okuru insan ruhunun en saf yönlerinden en karanlık köşelerine kadar destansı bir yolculuğa çıkarıyor.
Steinbeck’in ilk dönem eserlerinden olan Cennet Çayırı, gerek doğa gerek insan tasvirleriyle ölümsüzleşmiş bir klasik.
BİRİNCİ BÖLÜM
1776 yılında Yukarı California’daki Carmelo Misyonu kurulduğu sırada Hıristiyanlığa dönmüş Kızılderililerden yirmisi, gecelerden bir gece dinden ayrılmış, sabahleyin de kulübelerinde bulunamamışlardı. Başkalarına kötü örnek olması bir yana, bu ufak dinsel bölüntü, kerpiç tuğla kalıplayan ocaklardaki çalışmaları da aksatmıştı. Kiliseyle hükümet yetkililerinin kısa bir toplantısından sonra bir İspanyol onbaşısı bir bölük atlıyla birlikte yola çıktı. Amacı, İsa’nın doğru yoldan sapmış olan “evlatlarını” bularak Kilise Ana’nın kucağına döndürmekti. Askerler Carmel vadisinden yukarı, gerideki dağların içlerine doğru çetin bir yolculuk yaptılar. Kaçan dönekler geçtikleri yerlerde hiçbir iz bırakmamak konusunda şeytansı bir ustalık göstermişlerdi ki, bu, askerlerin yolculuğunu daha da güçleştiriyordu.
Kaçakları bulabilmek için tam bir hafta uğraştılar ama sonunda buldular. İçinden bir çay akan, eğrelti otlarıyla kaplı, dik yamaçlı bir vadinin dibinde, dine, ahlaka aykırı bir iş yaparken ele geçirildiler: Yani bu yirmi kâfir sere serpe uzanmış mışıl mışıl uyumaktaydılar. Öfkeden ateş püsküren askerler kaçakları yaygaralarına, ağlayıp sızlamalarına bakmaksızın yakalayıp ince, uzun bir zincire vurdular. Sonra insan dizisi gerisin geriye döndü; zavallı döneklere kerpiç yataklarında tövbe etme fırsatı tanınabilsin diye yine Carmel yolunu tuttu. İkindi üzeri küçük bir karaca askerlerin önü sıra kaçarak bir yamacın ardında görünmez oldu. Onbaşı, askerlerinden ayrılarak karacanın peşine düştü. Ağır bir hayvan olan atı dik yokuştan yukarı çıkarken tökezleyip sendeliyor, manzanita çalıları sivri tırnaklarıyla onbaşının yüzünü tırmalamaya uzanıyorlardı. Gelgelelim o, akşama yemeye kararlı olduğu avın peşinden dolu dizgin gidiyordu.
Birkaç dakikada tepeye vardı ve orada gördüğü manzara karşısında taş kesilmişçesine kalakaldı: üzerinde bir geyik sürüsünün otladığı zümrüt çimenlerle kaplı uzun bir vadi. Bu güzelim çayırlıkta kusursuz, dipdiri meşeler yükseliyor, tepeler vadiyi sislerden, esintilerden kıskanır, korumak istercesine çepeçevre kuşatıyorlardı. Böylesi dingin bir güzelliğin karşısında o sert askerin dizlerinin bağı çözüldü. O ki nice esmer tenli sırtı şahrem şahrem kırbaçlamıştı; o ki yırtıcı erkekliğiyle California’da yeni bir ırk yaratmaktaydı… bu yabanıl, bu saçı sakalına karışmış uygarlık temsilcisi usulca eğerinden aşağı kaydı; başındaki çelik miğferi çıkardı. “Ulu Tanrım!” diye fısıldadı. “İşte Peygamberimizin bizi getirdiği kutsal Cennet Çayırı… ”
Soyundan gelenler bugün beyaz tenli sayılabilir. Onun dağların arasındaki bu şirin yeri ilk bulduğunda kapıldığı kutsal duyguları bizler bugün ancak hayalimizde canlandırabiliriz. Ama vadiye taktığı ad hâlâ duruyor: Vadinin adı o gün bugündür Las Pastures del Cielo olarak kalmıştır. İspanyol Hükümeti’nin ayrıcalıklı kişilere bağışladığı toprakların arasına katılmaktan, güzel bir rastlantıyla kurtulmuş. Herhangi bir İspanyol soylusuna –parasını ya da karısını ödünç verdiği için– bahşedilen topraklar arasında bu vadi her nasılsa yokmuş. Kendini saran tepelerin kucağında uzun süre unutulmuş. Vadiyi ilk bulan İspanyol onbaşısının niyeti hep, bir gün oraya dönmekti. Çoğu yırtıcı adam gibi o da ömrünün sonunda bir parça başını dinleyebilmeyi kurardı; çay kıyısında kerpiç duvarlı bir ev, geceleri sıcak burunlarını duvarlara sürten birkaç kocabaş…
Derken bir Kızılderili kadın ona frengi aşıladı. Yüzü eriyip ufalanarak dökülmeye başlayınca dostları onbaşıyı, hastalığın başkalarına bulaşmasını önlemek için bir kulübeye kapadılar. Onbaşı burada huzur içinde ölüp gitti. Çünkü frengi korkunç görüntüsüne karşın kötü bir konuk değildir. Uzun bir süre sonra birkaç yoksul, topraksız rençber ailesi Cennet Çayırı’na yerleşerek çitler ördüler, meyve ağaçları diktiler. Kimsenin tapusu olmadığından sahiplik konusunda çok çekiştiler. Yüz yıl sonra Cennet Çayırı’nda yirmi küçük çiftlik, bu çiftliklerde oturan yirmi aile bulunuyordu. Vadinin ortalarına doğru bir yerde her şey satan bir dükkânla bir postane, yarım mil ötede, çay kıyısında da, her yanı çentiklerle, öğrencilerin adlarının baş harfleriyle bezenmiş bir okul vardı. Çiftçi aileleri bolluk ve dirlik içindeydiler artık. Topraklar verimli, işlenmesi kolaydı. Orta California’nın en güzel meyveleri onların bahçelerinde yetişiyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıCennet Çayırı
- Sayfa Sayısı216
- YazarJohn Steinbeck
- ISBN9789755707846
- Boyutlar, Kapak13,5*21 cm, Karton Kapak
- YayıneviSel Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kağnı ~ Sabahattin Ali
Kağnı
Sabahattin Ali
Fakat sorarım size: Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur....
- Kendime Anlattığım Hikâyeler ~ Julio Cortázar
Kendime Anlattığım Hikâyeler
Julio Cortázar
Yalnız uyuduğumda, yatak olduğundan daha büyük ve daha soğuk göründüğünde kendime hikâyeler anlatıyorum, ama Niágara orada olduğunda ve benden önce uyuduğunda da onları kendime...
- Uzay Güzeli ~ Ayla Çınaroğlu
Uzay Güzeli
Ayla Çınaroğlu
Bora, kedisi Minnoş ve sevgili halası uzaylılar tarafından kaçırılırlar. Uzaylıların kötü bir niyeti yoktur aslında; tek istedikleri “güzel” sözcüğünün anlamını öğrenmektir. Peki sahiden ne...