Yıl 1959: Soğuk Savaş dünyaya tüm kasvetiyle çökmüşken on bir yaşındaki Roland Baines’in hayatı değişmek üzeredir. Kaldığı yatılı okulda yalnızlığa alışmaya çalışan Roland, piyano öğretmeni Miriam Cornell’in dikkatini çeker. Ürkütücü ve gizemli öğretmeniyle başladığı piyano dersleri Roland’ın zihninde silinmez izler bırakacaktır.
Yıl 1986: Karısı Alissa’nın evi terk ettiği, Çernobil’deki patlamanın Avrupa’da bir korku dalgasına yol açtığı günlerde Roland oğluyla birlikte eve kapanır. Bu kapanma Roland’ın ilkgençlik günlerine, ailesinin sırlarla dolu tarihçesine ve Miriam Cornell’in anısına doğru çıkacağı bir yolculuğun başlangıcı olur.
Ian McEwan’ın son romanı “Dersler”, hayatı kaçırılmış fırsatlar ve cevapsız sorularla dolu kahramanının mutluluk arayışı üstünden İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kuşaklarının hikâyelerine ve yakın geçmişin büyük altüst oluşlarına bakıyor.
Hayatı Küba Füze Krizi’nden Çernobil felaketine, Berlin Duvarı’nın çöküşünden Covid-19 pandemisine tarihin büyük kuvvetleri tarafından şekillendirilirken, Roland Baines her insan için geçerli olan sorularla yüzleşir: Hayatlarımızın kontrolü ne
ölçüde bizim elimizdedir? Geçmişin travmalarıyla yüzleşmek mümkün müdür? En sona gelindiğinde, insan iyi bir hayat yaşayıp yaşamadığını nasıl anlar? “Dersler”, müzik ve edebiyatla, siyaset tartışılan arkadaş masalarının gürültüsüyle, bulunan ve kaybedilen aşkların heyecanıyla dolu, hayat kadar geniş bir roman…
1
Uykusuzluğun çağırdığı bir anıydı, rüya değil. Yine piyano dersiydi: Turuncu fayans döşeli bir zemin, yüksek bir pencere, revire yakın boş bir odada yeni bir kuyruksuz piyano. On bir yaşındaydı, çalmaya çalıştığı parçayı başkaları muhtemelen Bach’ın İyi Düzenlenmiş Klavye’sinin Birinci Defter’inin basitleştirilmiş versiyonundaki birinci prelüd olarak biliyordu ama kendisi bunun farkında bile değildi. Parçanın ünlü mü, yoksa tanınmamış bir şey mi olduğunu merak etmiyordu. Parçanın zamanı veya mekânı yoktu. Bir zamanlar birinin zahmet edip bunu yazmış olduğu bile aklına gelmiyordu.
Buradaydı işte, öylesine okula ait bir şey, ya da kış vakti bir çam ormanı için karanlık neyse o, yalnız ona özel bir şey, soğuk kederin sırf ona ait labirenti. Yakasını hiç bırakmayacaktı. Öğretmen geniş piyano taburesinde, tam yanında oturuyordu. Yuvarlak yüzlü, dimdik, parfümlü, sert. Güzelliği tavrının ardında gizlenmişti. Hiç surat asmaz, hiç de gülümsemezdi. Bazı çocuklar kadının deli olduğunu söylerdi ama o bundan pek emin değildi. Aynı yerde yine hata yaptı, daha önce hep yaptığı hatayı, öğretmen de doğrusunu göstermek için ona doğru biraz daha eğildi. Öğretmenin diri ve ılık kolu omzuna değiyordu; elleri, boyalı tırnakları tam kucağının üstüne denk geliyordu.
Çocuk dikkatini emip yutan korkunç bir ürperti duydu. “Dinle. Huzur verici bir şırıltı sesi.” Ama öğretmen çalarken o huzur verici bir şırıltı falan duymadı. Öğretmenin parfümü duyularını altüst etmiş, onu sağırlaştırmıştı. Sert bir nesne, pürüzsüz bir nehir çakılı gibi, düşüncelerini ezen bir kokuydu, keskin olmayan ama boğucu bir koku. Üç yıl sonra gülsuyu olduğunu öğrenecekti. “Bir daha dene.” Öğretmeni bunu giderek yükselen, uyarıcı bir tonda söylemişti. O müziğe yatkındı, Roland değildi. Öğretmenin aklının başka yerde olduğunu ve önemsizliğiyle onu sıktığını biliyordu bir yatılı okulda bir başka mürekkep lekeli çocuk daha. Parmakları akortsuz tuşlara fazla basıyordu. Sayfadaki o kötü yeri daha oraya varmadan görebiliyordu, daha gerçekleşmeden gerçekleşiyordu; hata, bir anne gibi kollarını uzatmış, onu kucaklayıp kaldırmaya hazır, ona doğru geliyordu, hep o aynı hata öpücük vaat etmeden onu almaya geliyordu. Öyle de oldu. Başparmağı başına buyruk hareket ediyordu. Birlikte, kötü notaların tıslayan sessizlikte kaybolup gitmesini dinlediler.
“Affedersiniz” diye fısıldadı kendi kendine. Öğretmenin hoşnutsuzluğu, burun deliklerinden hızla çıkan bir nefes şeklinde belli etti kendini, daha önce de duyduğu bir sesti, burun çekmenin tersi. Parmakları çocuğun bacağının içini, gri şortunun tam bittiği yeri buldu ve şiddetle çimdikledi. O gece orada minik mavi bir çürük oluşacaktı. Öğretmenin eli, külotunun lastiğinin teniyle buluştuğu yere doğru ilerlerken soğuktu. Çocuk tabureden fırlayıp kalktı ve durdu, yüzü kıpkırmızıydı. “Otur. Tekrar başlayacaksın!” Öğretmenin sertliği biraz önce olanları sildi, götürdü.
Uçup gitmişti ve çocuk daha şimdiden onlara dair anısından kuşkuya düşmeye başlamıştı. Yetişkinlerin halleriyle yaşadığı kör edici karşılaşmalardan bir yenisi karşısında duraksadı. Bildiklerini sana asla anlatmazlardı. Cehaletinin sınırlarını senden gizlerlerdi. Olan biten her neyse mutlaka kendi hatasıydı ve itaatsizlik onun doğasına aykırıydı. Bu yüzden oturdu, başını sayfada bekleyip duran asık suratlı sol anahtarı sütununa doğru kaldırdı ve yeniden başladı, bu sefer eskisinden de sarsakça. Burada şırıltı olamazdı, bu ormanda hiç olamazdı. Fazlasıyla kısa bir sürede o kötü yere yaklaşıyordu. Felaket kesindi ve bunu bilmek felaketi pekiştiriyordu, o sırada salak başparmağı hareketsiz durması gerekirken aşağı indi.
Durdu. Havada asılı ahenksiz sesler, adı yüksek sesle söylenmiş gibi geldi kulağına. Öğretmen çocuğun çenesini başparmağıyla işaret parmağının eklemi arasına alarak yüzünü kendine doğru çevirdi. Nefesi bile parfüm kokuyordu. Gözlerini çocuğun gözlerinden ayırmadan, piyanonun kapağındaki otuz santimlik cetvele uzandı. Çocuk onun kendisine vurmasına izin vermeyecekti ama tabureden kayarcasına kalkarken başına gelecekleri göremedi. Öğretmen cetvelin düz yeriyle değil, kenarıyla dizine vurdu, acısı içine işledi. Bir adım geriledi. “Söyleneni yapacaksın, otur.”
Bacağı yanıyordu ama elini yanan yerin üstüne koymayacaktı, henüz değil. Öğretmene, güzelliğine, yüksek yakalı, inci düğmeli dar bluzuna, kurala uygun, dik bakışlarının altındaki göğüslerinin kumaşta oluşturduğu çapraz kırışıklara son bir kere baktı. Ayların oluşturduğu sütunlar dehlizinde ondan kaçmaya devam etti, ta ki on üç yaşının bir gecesinin geç saatine kadar. Öğretmen aylardır uyku öncesi hayallerinde başroldeydi.
Ama bu sefer farklıydı, içinde şiddetli bir şey yükseldi, midesindeki bu soğuk düşme hissinin zevke gelme dedikleri şey olduğunu tahmin etti. İyi olsun kötü olsun, her şey yeniydi ve hepsi de onundu. Şimdiye kadar hiçbir şey geri dönülmez noktayı aşmak kadar nefes kesici bir duygu vermemişti. İş işten geçmişti, geri dönüş yoktu, hem kim takardı ki zaten? Afallamış halde, ilk kez eline boşaldı. Kendine gelince karanlıkta yatakta doğruldu, yataktan çıktı, yatakhane tuvaletine, “kenef”e, avcundaki, çocuk avcundaki solgun damlacığı incelemeye gitti. Bu noktada, anıları yavaş yavaş solarak hayallere dönüştü.
Işıldayan evrenin içinden geçip daha, daha yaklaştı ve uzak bir okyanusun üstündeki bir dağın tepesinden, sınıfça ceza olarak yirmi beş kere yazdıkları şiirdeki şişko Cortés’in gördüğüne benzeyen bir manzaraya ulaştı. Bir kıvıl kıvıl yaratıklar denizi, kurbağa yavrularından bile daha küçük, milyonlarca, milyonlarcası, manzarayı kavisli ufka kadar doldurmuş. Daha da yaklaştı, ta ki kalabalığın arasında kendi yolunda ilerleyen, kardeşleriyle itişip kakışarak, pürüzsüz pembe tünellerden geçerek, diğerleri bitkin düşüp vazgeçince hepsini geride bırakan belirli bir tanesini bulup izleyinceye kadar.
Sonunda güneş gibi görkemli, saat yönünde yavaş yavaş dönen, sakin ve bilgi dolu, kayıtsızca bekleyen bir daireye vardı, tek başına. O varmasaydı başkası varacaktı. Kalın, kan kırmızısı perdelerden içeri girerken uzaklardan bir uluma yükseldi, derken aniden gözüne doğru parlayan, ağlayan bir bebek yüzü. Yetişkin bir adam, bir şairdi, böyle olduğunu düşünmek istiyordu; akşamdan kalmaydı ve beş günlük sakalı vardı. Mahmurluğun sığ sularından kalkmış, tökezleyerek yatak odasından avaz avaz bağıran bebeğin odasına gidiyor, onu yatağından kaldırıp kucağına alıyordu.
Derken aşağıdaydı, bebek üstünde bir battaniyeyle göğsünde uyumuştu. Bir sallanan sandalye, hemen yanında sehpanın üstünde de dünya dertleri hakkında, satın aldığı ama hiç okumayacağını bildiği bir kitap. Kendi dertleri vardı zaten. Bahçeye açılan camlı kapılara doğru döndü. Dar bir Londra bahçesinden, puslu ve nemli bir şafağın ardındaki yapraksız, tek başına duran elma ağacına bakıyordu. Ağacın sol tarafında, unutulmuş bir yaz gününden bu yana yerinden oynatılmamış, baş aşağı duran yeşil bir el arabası vardı.
Daha yakınında, hep boyamaya niyetlendiği bir madeni masa. Soğuk bahar sonu ağacın ölümünü gizliyordu, baharda üstünde tek bir yaprak olmayacaktı. Temmuzda başlayan üç haftalık kuraklıkta bahçe hortumu kullanma yasağına rağmen ağacı kurtarabilirdi ama bahçenin bir yanından diğer yanına kova kova su taşıyamayacak kadar meşguldü. Gözleri kapanıyor, başı geriye düşüyordu, uyumuyor, yine hatırlıyordu. İşte prelüd, tam çalınması gerektiği gibi. Burada bulunmayalı uzun zaman olmuş, yine on bir yaşında, diğer otuz kişiyle birlikte eski bir Nissen barakasına doğru yürüyorlar.
Yaşları, ne kadar perişan durumda olduklarını bilemeyecekleri kadar küçük, konuşamayacak kadar üşümüşler. Çimenlik dik bir yokuştan sessizce iner, puslu havada dışarıda tek sıra olur, uysalca dersin başlamasını beklerlerken onları corps de ballet gibi uyum içinde hareket ettiren şey toplu isteksizlikti. İçeride, tam ortada, kok kömürü yakan bir soba vardı ve çocuklar ısınır ısınmaz gürültü patırtıya başladılar. Bu başka yerde değil, burada mümkündü, çünkü Latince öğretmeni olan kısa boylu, iyi niyetli İskoç sınıfı denetleyemiyordu. Kara tahta üzerinde, öğretmenin el yazısıyla: Expectata dies aderat. Bunun altında, bir erkek çocuğunun eğri büğrü yazısıyla: Uzun zamandır beklenen gün geldi. Onlara öğretildiğine göre, bir zamanlar tam da bu barakada, daha ciddi zamanlarda bazı erkekler mayın yerleştirmenin matematiğini öğrenerek deniz savaşına hazırlanmışlardı. Onların ödevi buydu. Şimdiyse burada, kocaman bir oğlan, zorbalığıyla tanınan bir çocuk, kasıla kasıla öne yürüdü, arsız arsız bakarak eğildi ve iyi niyetli İskoç’un bir lastik ayakkabıyla pek etkisizce vurması için alaycı poposunu uzattı. Zorba oğlana tezahürat yapıldı çünkü başkası olsa bu kadarına cesaret edemezdi.
Patırtı ve kargaşa artarken ve sıraların üstünden beyaz bir şey fırlatılırken, günlerden pazartesi olduğunu ve çoktandır beklenen ve korkulan günün yine geldiğini hatırladı. Bileğinde babasının verdiği cüsseli saat vardı. Sakın kaybetme. Otuz iki dakika sonra piyano dersi başlıyordu. Öğretmeni düşünmemeye çalıştı çünkü piyanoya çalışmamıştı. Orman, başparmağının körü körüne indiği yere varamayacağı kadar karanlık ve korkutucuydu. Annesini düşünürse eli ayağı boşalırdı.
Annesi uzaktaydı ve ona yardım edemezdi, bu yüzden onu da bir kenara itti. Pazartesinin gelmesini kimse durduramazdı. Geçen haftanın çürüğü yok olmak üzereydi, peki piyano öğretmeninin kokusunu hatırlamak da ne oluyordu? Kokuyu duymakla aynı şey değildi bu. Daha çok renksiz bir resme ya da bir yere benziyordu veya bir yere ait bir duyguya, ya da ikisi arasında bir şeye. Korkunun ötesinde bir başka unsur daha vardı, heyecan; bunu da bir kenara itmesi lazımdı.
Roland Baines’e, sallanan sandalyedeki uykusuz adama göre, uyanan şehir geçen her dakikayla artan uzaktaki bir koşuşturma sesinden fazla bir şey değildi. Trafiğin yoğun saati. Rüyalarından, yataklarından sürülmüş insanlar sokaklarda rüzgâr gibi koşuşturuyorlardı. Buradaysa kendisinin, oğluna yatak olmaktan başka bir işi yoktu. Bebeğin kalp atışını göğsünün üstünde duydu, kendi kalp atış hızının iki katından biraz az. Kalp atışları birbirine bir uyumlu bir uyumsuz oluyordu ama bir gün tamamen uyumsuz olacaktı.
Hiçbir zaman birbirlerine bu kadar yakın olamayacaklardı. Onu daha az tanıyacaktı, sonra daha da az. Başkaları Lawrence’ı ondan daha iyi tanıyacaktı, nerede olduğunu, ne yaptığını, ne söylediğini daha iyi bilecekti; şu arkadaşa, sonra da şu sevgiliye daha yakın olacaktı. Bazen yalnız başına ağlayacaktı. Babası onu arada sırada ziyaret edecekti, içten bir sarılma, işler nasıl gidiyor, son aile durumları, biraz politika, sonra da hoşça kal. O zaman gelene kadar, onun hakkındaki her şeyi biliyordu, her yerde, her an nerede olduğunu. Bebeğin yatağı ve tanrısıydı. Uzun bir vakit alan çocuğu serbest bırakma süreci belki de ana baba olmanın özüydü ama buradan bunu idrak etmek mümkün değildi.
Baldırının iç kısmında gizli oval bir çürük taşıyan on bir yaşındaki erkek çocuğunu serbest bırakalı çok seneler olmuştu. O akşam, ışıklar söndükten sonra, kenefte pijamalarını indirip daha yakından bakmak için eğilerek çürüğü incelemişti. Öğretmenin başparmağıyla işaret parmağının yaptığı iz, imzası, bunu gerçek kılan ânın yazılı kaydı işte buradaydı. Bir tür fotoğraf. Parmağını solgun derinin yeşilimsiden maviye döndüğü sınırlarda gezdirince acımıyordu.
Neredeyse simsiyah olan tam ortasına parmağıyla kuvvetlice bastırdı. Acımıyordu. Karısının kaybolmasını, polisin ziyaretlerini ve sızıntıya karşı pencereleri bantlamasını izleyen aylarda, birdenbire tek başına kaldığı o gece aklına üşüşenleri açıklamaya çalıştığı çok oldu. Yorgunluk ve gerginlik onu her şeyin en başına, ilk ilkelere, uçsuz bucaksız geçmişe götürmüştü. İleride olacakları bilseydi daha da kötü olurdu dertli bir devlet dairesine birçok kere gidiş, zemine çakılı plastik sıralara oturup yüz kişiyle birlikte sırasının gelmesini bekleyiş, Lawrence H. Baines kucağında kıpırdanır ve mırıldanırken gerçekleştirdiği çok sayıda görüşme. Sonunda biraz devlet yardımına, üç kuruşluk bekâr ebeveyn maaşına, karısı ölmüş olmasa da dul akarına hak kazandı. Lawrence bir yaşına gelince ona kreşte bir yer vereceklerdi, babasına da bir çağrı merkezinde veya benzeri bir yerde bir iş. Halden Anlayan Dinleme Profesörü. Bütünüyle makul. Kendisi bütün öğleden sonrasını sestina formundaki şiirleri üzerinde ter dökerek geçirirken, başkalarının alınteriyle geçinmeye razı gelecek miydi? Bunda bir çelişki yoktu.
Bu bir düzenlemeydi, kabul ettiği bir anlaşma ve de nefret ettiği. Uzun süre önce revirin yanı başındaki küçük bir odada olup bitenler şu anda içinde bulunduğu çıkmaz kadar vahimdi, ama şimdi de o zaman olduğu gibi, dışarıdan bakınca hemen hemen sorunsuz, hayatını sürdürüyordu. Onu yıkabilecek şey içinden geliyordu, bu da haksız olduğu duygusuydu. O zamanlar içinde bu duygular olan, yanlış yola sapmış bir çocuktu diyelim, peki şimdi neden kendini suçlu hissediyordu? Karını suçla, kendini değil. Karısının yolladığı kartpostalları ve notu artık ezberlemişti.
Bu tür notları mutfak masasının üstüne koymak âdettendi. Karısı kartını onun yastığına koymuştu, otellerde koydukları bitter çikolata gibi. Beni bulmaya çalışma. Ben iyiyim. Senin hatan değil. Seni seviyorum ama böylesi iyi olacak. Bana göre olmayan bir hayat yaşıyordum. Lütfen beni bağışlamaya çalış. Yatağın üstüne, kendi tarafına evin anahtarlarını bırakmıştı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDersler
- Sayfa Sayısı472
- YazarIan McEwan
- ISBN9789750857126
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gönül ~ Natsume Soseki
Gönül
Natsume Soseki
“Özgürlük, bağımsızlık ve bencillikle dolu bu devirde doğmanın bedelini yalnızlıkla ödüyoruz.” Japonya’nın en tanınmış ve en saygı duyulan yazarlarından biri olan, Ben Bir Kediyim, Üç Köşeli...
- Görünüşüme Aldanma Yanarsın ~ Ally Carter
Görünüşüme Aldanma Yanarsın
Ally Carter
Cammie Morgan, Boston’a arkadaşı Macey’i ziyarete gittiğinde yaz tatilinin ilginç bir şekilde sonlanacağını düşünmüştü. Cammie, Macey’in babasının ABD başkan yardımcılığına aday olmayı kabul edişini...
- Martin Eden ~ Jack London
Martin Eden
Jack London
Genç adam, şapkasını çıkarmış, anahtanyla kilidi açmaya çalışan adamı izliyordu. Sonunda kilit açıldı ve önündeki adamı izleyerek odaya girdi. Kaba ve üzerine denizin kokusu...