SAVAŞ, FLAMENKO ATEŞİNİ SÖNDÜREMEYECEKTİ…
Elhamra’nın görkemli kuleleri altında, Granada’nın arnavut kaldırımlı sokakları müzik ve sırlarla dolup taşıyordu. Sonia Cameron şehrin sarsıcı geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyordu; o dans etmek için buradaydı. Ama sessiz bir kahvedeki tesadüfi bir sohbet ve bir dizi eski fotoğraf onu İspanya İç Savaşı’nın yıkıcı ve olağandışı hikayesinin içine çekecekti.
Yetmiş yıl önce o sessiz kahve, birbirine son derece bağlı Ramírez ailesine ev sahipliği yapıyordu. 1936’da, Franco liderliğindeki askeri darbe ülkenin huzurunu bozarken Ramírezler, Granada’nın kalbinde dünya tarihindeki en büyük vahşetlerden birine tanık olmuştu. İspanya, büyük bir savaşla parçalanırken politika ve trajedilerle bölünen ailede herkes bir taraf tutmak ve kendi mücadelesini vermek zorunda kalacaktı.
“Hislop, asıl övgüyü, çizdiği toplumdan dışlanmış insan portreleriyle hakediyor.”
Guardian
“İnsanı içine alan, canlı ve dokunaklı bir hikaye.”
Observer
“Victoria Hislop’ın büyüleyici ve derinden etkileyici bu ikinci romanı uluslararası çoksatara dönüşen, Ada kadar ilhamverici.”
Telegraph
***
Granada, 1937
Kapanan bir kapının çıkardığı ses, kepenkleri kapalı dairenin iç karartıcı karanlığında sessizliği deldi. Genç kız geç kalmış olma suçuna, eve gizlice dönme günahını da eklemişti.
Gecenin karanlığında hafif bir fısıltı duyuldu. “Mercedes! Nerede kaldın?”
Antonio gölgelerin arasından çıkıp kızın önünde durdu. Genç kız on altı yaşından büyük değildi. Kafasını eğmiş, ellerini arkada kavuşturmuştu.
“Neden bu kadar geciktin? Bunu bize niçin yapıyorsun?”
Genç adam bir an bu kıza duyduğu sevgi ve onun için hissettiği endişe arasında durakladı.
“Arkanda ne saklıyorsun sen? Sanki tahmin edemezmişim gibi…”
Kız ellerini kaldırınca Antonio sürtünmekten neredeyse saydamlaşmış bir çift siyah ayakkabı gördü. Mercedes’in bileklerini hafifçe tuttu.
“Lütfen, sana bunu son kez söylüyorum…”
“Üzgünüm Antonio,” dedi genç kız onun gözlerine bakarak. “Kendime hakim olamıyorum.”
“Hiç güvenli değil, mi querida, hiç güvenli değil.”
Birinci Bölüm
Granada, 2001
İKİ KADIN SON anda yerlerine oturdu. Sert bakışlı çingene adam kapıyı sürgülemeden önce içeri kabul edilen son seyirciler onlardı.
Siyah saçlı beş kız, kabarık eteklerini peşlerinde sürükleyerek sahneye çıktı. Üst kısmı vücutlarına sımsıkı yapışan elbiselerinin kırmızı, turuncu, yeşil ve koyu sarı renkleri bir girdaba dönüşüyordu. Tüm bu ateşli renkler, ağır parfüm kokusu, hızlı girişleri ve kibirli yürüyüşleri kasıtlı olarak fazlasıyla dramatikti. Onları üç adam takip etti. Arkaya yapıştırılmış saçlarından el yapımı deri ayakkabılarına kadar, adeta bir cenazeye gider gibi karalara bürünmüşlerdi.
Avuçların okşarcasına avuçlara dokunduğu hafif el çırpışlar sessizliği bölünce ortam değişti. Adamlardan biri parmaklarını gitarının tellerinde gezdirmeye başladı. Bir diğer adamdan derin ve acı dolu bir feryat yükseldi ve yavaş yavaş bir şarkıya dönüştü. Bu pütürlü ses, içinde bulundukları yerin kaba sabalığı ve adamın çiçekbozuğu yüzünün sertliğiyle örtüşüyordu. Söylediği şarkının tuhaf lehçesini sadece dans grubundakiler anlıyor olsa da seyirciler de anlamını hissetti. Adam kaybettiği aşkına ağlıyordu.
Granada’nın kenar semtlerinden birindeki bu nemli cueva’da¹ karanlıkta oturan elli kişilik izleyici topluluğu şarkıyı yaklaşık beş dakika boyunca nefessiz dinledi. Şarkı keskin bir şekilde bitmedi, adamın sesi yavaş yavaş alçaldı. Bu esnada dansçı kızlar tekrar sıraya girdi. Sert bakışları kapıya sabitlenmişti, odadaki yabancıların farkında değil gibilerdi. Duruşlarında tehditkar bir hava vardı.
“Hepsi bu kadar mıydı?” diye fısıldadı geç kalan kadınlardan biri.
“Umarım değildir” dedi arkadaşı.
Birkaç dakikalığına havada sıradışı bir gerginlik asılı kaldı, derken genden gelen tatlı bir ses duydular. Müzik değil, kastanyetlerin yumuşacık ve ritmik sesiydi.
Kızlardan biri hışımla dönünce etekleri ön sırada oturanların tozlu ayakkabılarını süpürdü. Göğüslerini ve karnını sıkıca saran turuncu elbisesi kocaman siyah puantiyelerle bezeliydi. Dikiş yerleri son derece gergin duruyordu. Ayağını yerdeki tahtalara belirli bir ritimle vurmaya başladı. Bir-iki, bir-iki..
Sonra kastanyetleri havaya kaldırdı ve son derece yavaş kıvrılışı başladı. Kız dönerken avcundaki küçücük siyah yuvarlakları şaklatıyordu. Scyirci adeta hipnotize olmuştu.
Dansçı kıza hüzünlü bir şarkı eşlik etmeye başladıysa da kız hala kendi transındaydı. Eğer müzikle ya da seyirciyle bağ kuracak olursa bu hissi yaratamayacağını biliyordu. Yüzündeki şehvetli ifade tamamen yoğunlaştığını gösteriyordu. Gözleri sadece kendisinin görebildiği başka bir dünyaya bakıyor gibiydi. Dönerken kollarının altındaki kumaş terden giderek koyulaştı, alnında minik damlacıklar belirdi.
Dans tıpkı başladığı gibi tek bir kararlı ayak vuruşuyla bitti. Ellerini havaya kaldırmış, gözlerini tavana dikmişti. Seyircinin tepkisi onu ilgilendirmiyordu, onlar olmasa da bunu yapabilirdi. Odanın ısısı arttı, ön sıralarda oturanlar kızın havaya yaydığı terin ve teninin misk kokusunu duydu.
Kız kenara çekildiğinde başka bir kız öne çıktı. Seyirciler bu ikinci dansçı sanki diğerinden de üstün olacakmışçasına sabırsızlandı. İnsanların gözlerinin önünde siyah noktalar uçuştu ama bu seferkiler parlak kırmızı bir kumaşın üstündeydi. Kızın şelaleyi andıran kapkara saçları, çingene yüzüne ve Araplara özgü sürme çekilmiş gözlerine düştü. Bu kez kastanyet yoktu. Ayaklarıyla yaptığı ritim sonsuza dek sürecek gibiydi. Tak taka, tak taka, tak taka, tak taka…
İnanılmaz hızlıydı. Siyah ayakkabılarının kalın topuklarından ve burnunun ucundaki metal levhalardan çıkan ses yankılanıyordu. Kızın dizleri bu muazzam titreşimi hiç durmadan hissediyor olmalıydı. Şarkı söyleyen adam, esmer güzelinin onu taşa çevirebilecek gözleriyle buluşmaktan kaçınırcasına yere baktı ve sessiz kaldı. Gitaristle aralarında muazzam bir uyum vardı. Kız, eteklerini kışkırtıcı bir biçimde kaldırıp muntazam bacaklarını saran siyah çorapları ve dansını daha da gözler önüne serdi. Hareketleri giderek hızlandı, tıpkı bir derviş gibi dönerken saçlarındaki gül seyircilerin arasına fırladı. Onu yakalamak için hamle yapmadı, gül daha yere bile düşmeden dimdik yürüyerek salondan çıktı. İçe dönük bir performanstı, diğer yandan görüp görülebilecek en etkili özgüven gösterisiydi.
İlk dansçı ve onlara müziğiyle eşlik eden adam da onun peşinden sahneyi terk etti. Alkışlara aldırmaz bir halleri vardı.
Gösteri yarım düzine kadar dansçının tek tek sergiledikleri performansla devam etti. Her birinden aynı tutku, öfke ve acı yayılıyordu. Bir erkek dansçının hareketleri en az bir fahişe kadar kışkırtıcıydı. Dansındaki yas, gençliğiyle tezat yaratan bir kız ve sanki doğduğundan beri acı çekiyormuş gibi görünen yaşlıca bir kadın…
Nihayet gösteri bitti ve ışıklar yandı. Seyirciler dışarı çıkarken kulisin önünden geçiyorlardı. Dansçılar orada sigara ve ucuz viski içip konuşuyordu. Bir sonraki gösteriye kadar kırk beş dakikaları vardı.
Ter, alkol ve sigara kokan alçak tavanlı salondan çıkan kalabalık, serin ve berrak gece havasıyla rahatladı. Dağlardan uzak değillerdi.
“Olağandışıydı,” diye yorum yaptı Sonia yanındaki arkadaşına dönüp. Aslında ne demek istediğini kendi de tam olarak bilmiyordu ama en uygun kelime bu gibi gelmişti.
“Evet,” diye onayladı Maggie. “Çok da gergindi.”
“Aynen öyle! Beklediğimden çok farklıydı”
“Kızlar özellikle mutsuz görünüyordu değil mi?”
Sonia, Maggie’nin sorusuna yanıt vermeye gerek duymadı. Flamenko ile mutluluğun pek bir ilgisi olmadığı açıktı. Son iki saatte en çok bunu anlamıştı.
Parke taşlı sokaklardan geçip Granada’nın merkezine doğru yürüdüler. Fakat kendilerini eski Müslüman Mahallesi Albaicin’de kaybolmuş buluverdiler. Haritaya bakmak faydasızdı çünkü evleri birbirine bağlayan dar geçitlerin bir adı bile yoktu ve çoğu daracık merdivenlerle sona eriyordu.
Bir köşeyi dönüp de Elhamra’nın ışıklı manzarasıyla karşılaşınca yönlerini buldular. Saat neredeyse onu geçiyordu ama binaların o yumuşacık kehribar rengi, insana güneşin daha yeni battığı hissini veriyordu. Siyah ve saydam gökyüzünde yükselen siperli kuleler Binbir Gece Masalları‘ndan kopup gelmiş gibiydi.
Kol kola girip tepeden aşağı doğru sessizce yürüdüler. Esmer ve bir heykel gibi endamlı Maggie adımlarını Sonia’nınkilere uydurabilmek için yavaşladı. Bu iki iyi dost, fiziksel zıtlıklarını en aza indirme konusunda neredeyse uzmanlaşmıştı. Konuşmalarına gerek yoktu. Parke taşları üzerinde çıkardıkları ses flamenko dansçılarının alkışları ve kastanyetlerin sesi kadar ritmikti. Dolayısıyla şimdilik insan sesine ihtiyaç duymuyorlardı.
Şubat sonlarında bir çarşamba günüydü. Sonia ve Maggie havaalanına daha birkaç saat önce varmalarına rağmen, havaalanından şehre ilerlerken Sonia çoktan Granada’nın büyüsüne kapılmıştı. Kış güneşi şehri sert bir ışılkla aydınlatıyor, arkada sıralanan zirvesi karlı dağları hüzünlü bir gölgede bırakıyordu. Bindikleri taksi otoyolda giderken Elhamra’yı ilk kez görmüşlerdi. Şehrin geri kalanına bekçilik eder gibi bir hali vardı.
Şoför nihayet şehir merkezine sapmak için yavaşladı, yolun devamında kraliyet meydanlarına, görkemli binalara ve şatafatlı çeşmelere bakıp göz ziyafeti çektiler. Araba sonra, kentin her yerine yayılmış olan parke taşlı dar sokaklara girdi.
Annesi İspanyol olmasına rağmen Sonia bu ülkeyi sadece iki kez ziyaret etmiş ve Costa del Sol’a gitmişti. Orada, güneşin yüzünü tüm yıl gösterdiği, harika yemeklerin yendiği ve tüm bu özelliklerinden ötürü de Almanlara ve İngilizlere rahatlıkla pazarlanan kıyılarda kalmıştı. Zenginlere ait gösterimli villaların bulunduğu o kıyıların, yüzyıllarca önce kurulmuş bu garip sokaklı şehre yakın olduğuna inanmak zordu.
Bu şehir, yabancı kokuların, eskiyle yeninin uyumsuzluğunun, yerel insanların doldurduğu kahvelerin, gelenekleriyle gurur duyan ciddi adamların sunduğu hamur işlerinin, harap apartmanların vc kuruması için balkonlara asılmış çarşafların şehriydi. Burası gerçekti. Hiçbir şey yapay değil, diye düşündü Sonia.
Yolculuklarına sağa sola sallanarak devam etmişler, başladıkları yere geri dönecekmiş gibi bir hisse kapılmışlardı. Hemen hemen bütün sokaklar tek yöndü. Buna rağmen sürekli olarak ters yöne girmiş bir mopetliyle karşılaşıyorlardı. Yayalar bu tehlikenin farkında olmalıydı ki hepsi de sırtları neredeyse binalara yapışık yürüyordu. Bu karmaşanın içinde sadece bir taksi şoförü yolunu bulabilirdi. Taksinin ön camı kırmızı saçaklı boncuklarla süslüydü, dikiz aynasına da Bakire Meryem’in minik bir ikonası asılıydı. Bu tuhaf yolculuk sırasında başlarına uğursuz bir şey gelmemiş olmasına bakılırsa bu ikona gerçekten işe yarıyor olmalıydı!
Hava temizleyicinin tatlı kokusu ile sallantılı seyahatlerinin verdiği sersemlik birleşince iki kadının da midesi bulandı. Taksi durduğunda çekilen el freninin sesiyle rahatladılar. İki yıldızlı Santa Ana Oteli küçük ve kirli bir meydandaydı. Bir yanında kitapçı, diğer yanında ayakkabı tamircisi vardı. Kaldırımın karşısındaki küçük dükkan kapanmak üzereydi. Zeytinli ekmekler ve meyveli tartlardan artakalanlar kağıtlara sarılıp kaldırılıyordu.
“Kurt gibi açım!” diyen Maggie oraya doğru seğirtti. “Şunlar ortadan kaybolmadan önce bir şeyler alacağım!”
Her zamanki gibi gayet hızlı ve kararlı davranmıştı. Sonia taksiciye parasını verirken Maggie dükkana girdi. Döndüğünde elinde kocaman bir somun ekmek vardı.
“Mmm! Çok lezzedi. Denesene.”
Gevrek ekmekten bir parça koparıp Sonia’ya verdi. Ayaklarının dibinde çantalarıyla yemeye koyuldular. İnsanlar akşam gezmesi için dışarı çıkmaya başlamıştı bile. Hepsi de bu avare saatler için güzelce giyinmişti.
“Çok çekici görünüyor değil mi?” dedi Maggie.
“Ne?”
“Bu şehirdeki hayat. Şunlara baksana bir!” Maggie eliyle meydanın köşesindeki kalabalık kahveyi işaret etti. “Ne konuşuyorlar acaba? Amma da zarifler!”
Sonia gülümsedi. “Ne bileyim? Aile meselelerinden politikaya kadar her şey hakkında olabilir.”
“Hadi gel de otele yerleşelim,” dedi Maggie. Ekmeğini bitirmişti. “Sonra gidip bir şeyler içeriz.”
Cam kapılar iyi aydınlatılmış bir lobiye açılıyordu. Lobi, çikolata kutularındaki aranjmanlarda kullanılan türden kumaş çiçeklerle ve barok stili, son derece şatafatlı mobilyalarla dekore edilmişti. Ön bürodaki güleryüzlü genç adam, pasaportlarının fotokopisini çektikten sonra anahtarlarını teslim etti ve kahvaltı saatlerini bildirdi. Tahtadan yapılmış, portakal şeklindeki kocaman anahtarlık, dışarı çıkarken anahtarı resepsiyona bırakmalarını garantilemek içindi herhalde.
Lobi dışında otelin geri kalanı gayet zevksiz ve bayağıydı. Sığmak için neredeyse burun buruna durdukları minicik asansörle üçüncü kata çıktılar. Karanlık koridorda valizlerini çekerek 301 numaralı odanın kapısını bulmayı güçlükle başardılar.
Odaları pek manzaralıydı doğrusu! Ne yazık ki Elhamra’nın değil, bir duvar ve üzerindeki havalandırma ünitesinin manzarası!
“Dışarıyı seyretmemize gerek yok anlaşılan,” dedi Sonia ince perdeleri çekerken.
“Boşver! Harika manzarası olsa bile pek işe yaramazdı,” dedi Maggie gülerek. “Yılın bu zamanı balkonda oturmaya uygun sayılmaz.”
Sonia bavulunu çabucak açtı. Tişörtlerini başucundaki komodinin çekmecesine yerleştirdi, geri kalanları dolaba astı. Banyo da yatakodası kadar minikti. Hatta Sonia kapıyı kapatabilmek için lavaboya yapışmak zorunda kaldı. Dişlerini fırçaladıktan sonra fırçasını cam bardağa koydu.
Maggie yatağın üzerine uzanmıştı. Valizi hala açılmamış olarak yerde duruyordu.
“Yerleşmeyi düşünmüyor musun?” diye sordu Sonia. Bunu eski tecrübelerine dayanarak sormuştu çünkü Maggie’yi zorlamazsa, tatilinin geri kalan kısmını, arkadaşının seksi dantel çamaşırlarına ve bumburuşuk bluzlarına basmamak için çabalayarak geçireceğini biliyordu.
“Ne dedin?”
“Bavulunu açsana diyorum.”
“A, evet. Ama daha sonra da yapabilirim, öyle değil mi?”
Sonia arkadaşının bir şey okumaya daldığını fark etti.
“Ne okuyorsun sen öyle?”
“Masada birkaç broşür buldum.” Maggie düşük voltaj yüzünden kağıtları neredeyse burnuna sokmuştu. “Los Fandangos diye bir yerde flamenko gösterisi varmış. İspanyolcam beni yanıltmadıysa çingene mahallesinde bir yerden bahsediyor. Gidelim mi?”
“Neden olmasın? Adresi resepsiyondakilere sorabiliriz.”
“On buçuktan önce başlamıyormuş. Önce gidip bir şeyler de yiyebiliriz.”
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra ellerinde haritalarla yollara düşmüşlerdi. Labirenti andıran sokaklarda kah önsezilerine güvenerek kah haritaya bakarak ilerlediler.
Jardines, Mirasol, Cruz, Puentezuelas, Capuchinas…
Sonia bu kelimelerin anlamlarını okul günlerinden hatırlıyordu. Her birinin kendine göre bir sihri vardı. Şehir, hayali bir ressamın fırçasından çıkmışçasına ahenkliydi. Merkeze yaklaştıkça sokak isimlerindeki Katolik etki fark edilmeye başladı.
Merkezdeki katedrali arıyorlardı. Ellerindeki haritaya göre orayı buldular mı gerisi çorap söküğü gibi gelecekti. Sonia dar geçitlerden birinin başında dikilip ileri bakınca iki dilenci kadının arkasında yükselen kuleleri gördü. Ne var ki bu, St. Paul, St. Peter ya da Sacre Coeur gibi ışığa doğru yükselmiyor, aksine gökyüzünü neredeyse karalıyordu. Üstelik önünde boş bir alan bile yoktu. Sokak kahveleri ve dükkanların arasında yitip gitmiş gibiydi.
Fakat saat başında, çanları varlığını tüm dünyaya kanıtlamak istercesine çalmaya başladı. Boğuk ve metalik ses kafalarında yankılandı. Sonia elleriyle kulaklarını kapatıp bu sese doğru giden Maggie’yi izledi.
Saat sekiz olmuştu ve katedralin etrafındaki yemekli barlar dolmaya başlamıştı. Maggie yine hızlı bir karar verdi, önündeki kaldırımda bir garsonun sigara içtiği bara daldı.
Tahta ayaklı iskemlelere kurulur kurulmaz şarap sipariş ettiler. Şarap küçük ve kısa kadehlerde, yanında bir tabak jambonla servis ediliyordu. Her içki sipariş edişlerinde önlerinde tapas denilen bu tip tadımlık yemekler beliriveriyordu. Çok aç olmalarına rağmen zeytin, peynir ya da minik böreklerle dolu tabaklar gelip gittikçe doymaya başladılar.
Sonia, Maggie’nin seçiminden gayet memnundu. Barın arkasında asılı duran jambonlar kocaman yarasaları andırıyordu. Arkalarındaki rafta zeytin kavanozları ve tonbalığı konserveleri diziliydi. Sonia bu tozlu karmaşayı seviyordu. Jambonun zengin kokusu ve şenlik havası tam etrafını sarıyordu ki Maggie onu daldığı düşüncelerden uyandırdı.
“Eee, nasıl gidiyor?”
Bu tam da arkadaşından beklenebilecek bir soruydu. Kürdanına iki zeytin ve minik bir domates taktıktan sonra yanıt verdi.
“Harika.” Bunun Maggie için yeterli olmayacağını biliyordu. Arkadaşının her şeyi bilme isteği onu bazen sinir ederdi. O sabah Stansted’de buluştuklarından beri havadan sudan konuşmayı başarmışlardı ama Sonia, Maggie’nin çok yakında daha fazlasını isteyeceğini tahmin edebiliyordu. Derin bir iç çekti. Arkadaşının bu huyunu hem seviyor hem bundan nefret ediyordu.
“Senin şu sıkıcı yaşlı kocan nasıl?”
İşte! İyi, diye cevap verip geçiştirebileceği bir konu değildi bu.
Bar iyice dolmuştu. O saate kadar genelde yaşlıca adamlar vardı. Bunlar cilalı ayakkabıları ve koyu renk ceketleriyle düzgün tiplerdi. Saat ilerledikçe genç insanlar gelmeye başlamıştı. Şimdi gruplardan neşeli kahkahalar yükseliyor, şarap ve yemek tepsileri gidip geldikçe ortam daha da ısınıyordu. Bu gürültüde sohbet etmek kolay değildi. Sonia iskemlesini Maggie’ninkine yaklaştırdı.
“Her zamankinden de sıkıcı,” diye yanıtladı kulağına doğnı eğilip. “İspanya’ya gelmemi hiç istemedi ama sanırım bunu hazmetmesi gerekecek.”
Sonia barın arkasında asılı duran saate baktı. Onu geçiyordu ve flamenko gösterisinin başlamasına yarım saatten az kalmıştı.
“Gitmemiz gerek, öyle değil mi?” dedi iskemlesinden kayarak. Maggie’yi seviyordu ama bugün onun kişisel sorularını çekebilecek halde değildi. Arkadaşına göre kocalar son derece gereksiz varlıklardı. Belki de bunun sebebi onun hiç evlenmemiş olmasıydı.
Kahveleri servis edilmişti ve Maggie kahvesini içmeden kalkmak istemiyordu.
“Daha zamanımız var. İspanya’da her şey geç başlar.”
Kahvelerini kafaya diktikten sonra dışarı çıkıp kalabalığa karıştılar. Bu izdiham Sacromonte’ye kadar devam etti. Sonunda “Los Fandangos” yazan tabelayı gördüler. Daha yaklaşırken bile gitarın o baştan çıkarıcı sesini duyup kulak kesildiler.
————
1 Kayadan yontulma ev. Ç.N.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDönüş
- Sayfa Sayısı317
- YazarVictoria Hislop
- ÇevirmenBeril T. Uğur
- ISBN9786051420394
- Boyutlar, Kapak15x23,5, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Karanlık Çökünce ~ Stephen King
Karanlık Çökünce
Stephen King
Stephen King, altı yıl önce yazdığı Karanlık Öyküler’den sonra okurlarına yepyeni bir öykü kitabı daha sunuyor. 2007 En İyi Kısa Amerikan Öyküleri Antolojisi’nin konuk...
- Sadakatin Rengi ~ David Baldacci
Sadakatin Rengi
David Baldacci
1. BÖLÜM Jamie Meldon gözlerini hızla ovaladı ama bilgisayar ekranına tekrar baktığında bunun hiçbir faydasının olmadığını fark etti. Saatine göz attı, neredeyse sabahın ikisiydi....
- Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım ~ Herta Müller
Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım
Herta Müller
Nobel edebiyat ödüllü Herta Müller’den, faşizmin gölgesinde yaşayan ve yaşananlara dair sarsıcı bir roman: Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Müller, sorguya çağrılı adsız kahramanıyla birlikte...