Bütün alçakgönüllülüğüme, kadir kıymet bilme çabalarıma rağmen kendini beğenmiş sayıldım ve yığınla düşman kazandım. Sevdiğim üç patrondan birisi, rahmetli Ali Naci Karacan bile, gazetesindeki yazılarım yüzünden bana; “Herkesi kendine düşman yapıyor, bütün kapıları kapatıyorsun,” demiştir. Ama kapı arayan kim? Gerçeği ben, yaşadığım ortamda, düşman kazanma sanatı olarak gördüm: Düşünce için, kanaat için düşman kazanmak alınyazısı gibi bir şeydi. Yazarlığım buna göre biçimlendi ve buna göre sürdü. Buna göre de sürecek. Kitaba “Düşman Kazanmak Sanatı” adını verişim, aynı başlığı taşıyan yazım yüzünden değil, asıl bunun içindir: Bütünüyle yazarlığımı simgelediği içindir.
Bunun böyle olduğunu bu kitap yeterince göstermektedir sanıyorum. Ama bu kitabın göstermediği ve gösteremeyeceği, bunun için de benim söylemem gereken bir gerçek daha var; sözümü onunla bitireyim: Bu yol, bu tutum, bu ilke bana dostlukların en sağlamlarını, sevgilerin en arınmışlarını da kazandırdı. O kadar ve öylesine ki, ben artık en iyi dost kazanma sanatının düşman kazanma sanatını öğrenmek ve uygulamak olduğuna inanıyorum. Belki zor, belki çetin ve acılarla yüklü bir yol; ama gerçek dostluklar edinmenin ve onlara lâyık olmanın güzel yolu! Deneyen birisi, özellikle gençlere söylüyor: Deneyin. Değer.
İçIndekIler
Önsöz / 11
Türkçe DeyIp GeçtIklerI
Atatürk ve Türkçe /17
Türkçenin Kaderi / 19
“Dil Yâresini..” / 20
“Kalan Sağlar” / 22
En Büyük Tehlike: Okumak / 24
Anayasa ve TRT Türkçesi / 27
Kiralık Katiller / 29
Anadilimiz Adına / 32
En Kalleş Bölücülük / 34
Şarlatanlar Kurumu / 35
TRT-TDK Uzlaşması / 36
Kelimeleri Sorguya Çekmek / 38
Odun Neler Yapar? / 41
Kelimelerdeki Büyü / 42
Türk Dil Kurumu ve Türkçe / 44
Tavla Bilir misiniz? / 46
Türkçe / 47
Elbette Türkçe / 49
Hâkim’e, Yargıç’a Dair / 50
Türkçenin Sırtından… / 52
Mecbur musunuz? / 54
Nasıl Birleştireceksiniz? / 55
Büyük Günah / 56
Züppelik / 58
Gebdoğsal / 59
Biraz Çenemiz Yorulsun / 61
Kültür İşleri: “1” / 62
Kültür İşleri: “2” / 64
Kolay’ın Faturası / 65
Türkçemiz “1” / 67
Türkçemiz “2” / 68
Dil Yâresini.. / 69
Türkçe Deyip Geçtikleri / 71
Cenab Şahabeddin / 73
Türkçeden Söz Etmek / 74
Türkçenin Alınyazısı / 76
İncir Aliye ile Tatar Rukiye / 77
Akıl Almaz Çelişkiler / 79
Diline Sahip Çıkmayan / 80
Öztürkçe Masalı / 82
TDK’nın Otopsisi / 84
TDK’nın Otopsisi [2]/ 87
Dil Oyunları / 89
Biraz Utanmaz mısınız? / 91
Türkçeyi Sevmek / 95
Arıcıların Zaferi / 96
Kelimeleri Sorguya Çekmek / 99
BIr de Sanat Vardı
Kül Tablasını Yazmak / 105
Mevlânâ Hippy miydi? / 106
Sülükler / 108
Sanat-Medeniyet-Politika / 109
Sanat-Politika / 111
Bir de Sanat Vardı / 112
Sanat… Ne İçin? / 114
Şiir.. Çetin İş!.. / 115
Yarışmalar, Jüriler, Ödüller ve Ünlüler / 117
Edebiyat ve Din /119
Nobel – 70 / 120
Edebiyat ve Müzik / 122
Kültür ve Devrim / 123
İnsanları Sevmek / 124
Niçin Sanat? / 126
İstiklâl Marşı / 127
Anketler, Röportajlar, Açık Oturumlar / 129
Asalaklar / 130
Kocabebekler İçin.. / 132
Yunus’u Hak Etmek / 133
Yunus’tan Konuşalım / 135
Aydınlar Engeli / 136
Yenilerin Hakkı / 138
Şöhretin Bedeli / 139
Okumak… Kitap Okumak / 141
İyi Kitap Okumak / 142
Münazaralar, Sorular / 144
Dergiler Niçin Satmaz? / 145
Emeğin Onuru / 146
Kar Musikisi / 148
Yasak Kitap / 150
Musikî Ruhun… / 151
Mantar Tarlasına Döndü / 153
Mevlânâ İçin / 154
Tenkide Dair / 155
“Tekrarlarla…” / 157
Başka Başka Açılar /158
Soljenitsin’i Yaşatmak / 160
Çağın Olayı / 161
Nerkisler / 162
“..Ne Yaptın Gençliğini?” / 164
Beş, On İsim, Beş, On Kitap / 165
Örnekleriyle.. / 167
İnönü Armağanı / 168
Sanatçı ve Politika / 170
Öte – Beri / 172
Rahmetle Anmak / 174
Minicik Bir Armağan ve Kocaman Bir Olay / 175
Örnek Seçimi / 177
Sanatçı Dedikleri / 178
Kültür Bakanlığı / 180
Mektup /182
Kazları Bağırtmadan Yolmak / 183
Kaptırıp Gitmek / 186
Övmeye, Yermeye Dair / 188
Sanatsız, Edebiyatsız / 191
Seviye / 193
Gökyüzü, Yeryüzü / 195
Şiire, Miire Dair / 198
Özendirme / 201
Şikâyet / 203
Tavur / 204
Çalışmak / 206
Tenkit Yazıları / 207
Yeni Resim / 209
Fayda Meselesi / 210
Övünmeler / 212
Düşman Kazanma Sanatı / 213
Düşmanlık / 215
Kimseyi Beğenmemek / 217
Kıskançlık Üzerine / 219
Bedbinliğe, Nikbinliğe Dair / 220
Tiyatro Tenkidi / 221
Barbarlık / 222
Tasma Seçimi / 224
Kısırlar ve Kısırlıklar Üstüne / 226
Doğu’ya Batı’ya Batu’ya Dair / 228
Sanatçı Hürriyeti / 230
Dedi Bana, Dedim Ona / 232
Gezi Edebiyatı / 235
Bulanlar ve Satanlar / 237
Eğitime, Yalana ve Yazarlara Dair / 239
Hakikî Savaş’a Çağrı / 241
Her Yazara BIr Yasa
Yazmak veya Yazmamak / 247
Kâğıt Yırtılabilen Bir Nesnedir / 248
Ancak Görmezsin / 250
Yazmak / 252
Nedir ve Niçin Yazıldı? / 253
Eski Defterler / 255
Patronlar / 256
Ötelerden / 258
Ahır’da Yatırmak / 259
Küllük / 261
Dergi Çıkarmak / 263
Yeni Cami / 264
Atatürk Düşmanı / 266
Çamların Altında / 268
Bölük Pörçük Hatıralar / 269
İlk Kitabın Hikâyesi / 272
Maalesef / 273
Seçme’nin Sorumluluğu / 275
İhanet İkizi / 278
Küpe girmeden.. / 280
Bir Eleştiri Hikâyesi / 282
Tarık Buğra ile Bir Konuşma / 284
Atatürk ve Türkçe
Tercüman, İnci, 10 Kasım 1974
Atatürk, tarihte eşine az rastlanan bir büyük romantiktir. Onun özel yaşantısında da belirtileri bol bol bulunan bu yanı, dil ve tarih konularında – kısaca, milliyetçiliğinde – tartışılamaz bir kesinlikle ortaya çıkar. Ciğerlerinin bütün gücüyle “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” diye haykıran bu büyük adam, tarihini de, dilini de en üst seviyede görmek için sarıcı ve sarsıcı bir istek duymuş, bu istek de onun tek bahtsızlığı olmuştur. Yukarıdaki bahtsızlık kelimesi ilk ağızda yadırganabilir, ama onun dil ve tarih ile ilişkisi incelenince de bir başka kelimenin bunun yerini alamayacağı görülür.
Bu konuya girerken hatırlanacak en önemli gerçek, Atatürk’ün bir ilim adamı, bir dilci ve tarihçi olmayışıdır. Atatürk, bütün büyük önderlerin çeşitli konularda yaptıkları gibi, dil ve tarih konusunda da sadece sezmiş, düşünmüş, asıl yetkililerle asıl sorumluları belli bir hedefe yöneltmiştir. Bahtsızlık işte buradan başlar ve hareketi kötü niyetlilerin, yeteneksizlerin, ilim ahlâkları zayıf kimselerin ele geçirmesi ile kader halini alır. Atatürk bu kaderin acısını tadmıştır. Bunun belgeleri vardır:
Çocuk, çıkmaza girmiştir. Türkçe’yi bu çıkmazda bırakamayız. Tabii yola gireceğiz.” Özleşme ihanetinin, sağlığındaki sonu olan bu cümleyi Atatürk belli başlı yakınlarından Falih Rıfkı Atay’a söylemiştir.
Fakat büyük uyanış bu sözle kalmamış, sert bir nota üslubu ile, “Türk Dili Araştırma Kurumu”na da aktarılmıştır. Bu olay fazlasıyla düşündürücüdür, bilinmesi ve üzerinde durulması gereklidir; işte belgeleri:
“Riyaseticumhur Umumi Kâtipliğinden gönderilmiştir:
Dil Bayramından ötürü, Türk Dili Araştırma Kurumu Genel
Özeğinden, ulusal kurumlardan kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım.
Gazi M. Kemal”
Anadolu Ajansı’nın yaydığı bu telgrafın tarihi 26 Eylül 1934’tür.
Şimdi bir de, gene aynı “bayram” günü için, aynı kuruma, 1937’nin
aynı gününde gönderdiği yazıyı okuyalım:
“Dil Bayramı münasebetiyle Türk Dil Kurumu’nun hakkımdaki
duygularını bildiren telgrafınızdan çok mütehassis oldum. Teşekkür
eder, değerli çalışmalarınızda muvaffakiyetinizin temadisini dilerim.
K. Atatürk”
Üç yıl içinde özenek’ten kutunbitik’ten, mütehassis’lere, temadi’lere geri dönüşü, hiç şüphesiz bir uyanışın açık, bir uyarışın da sert, hatta bir ağır notası saymak gerekir. Ve bu büyük olayı bahtsızlık saymamak, Atatürk’ün bundan büyük acılar çektiğini kabul etmemek, bir yandan 1934 ile 1937 arasında Türk dili ve kültürünün ne derin yaralar aldığını kavrayamamak, öte yandan da Atatürk’ün Türk dili ve kültürünü umursamadığını, onu hevesleri, esintileri peşinde bir kutuptan öteki kutba gidip gelen bir despot, bir dediği dedik, astığı astık adam saymak olur. Kaldı ki, Güneş-Dil Teorisi böyle hoyrat, böyle saygısız bir yorumu kökünden kurutacak bir anlam taşımaktadır.
Artık, artık değil, Büyük Adam’ın ölümünden bu yana onun kelimelerini, yâni özenek’leri kutunbitik’leri de kullanmayanların bile böyle bir yoruma gidemeyecekleri belli bir şeydir. Bununla beraber aynı konunun Türkiye adına daha az acı olmayan bir başka yönü de vardır:
Atatürk, o yeteneksiz, çok kötü niyetli ve ilim ahlâk ve haysiyetinden uzak kişilerin kimi zaman kışkırtmaları, kimi zaman da niyet ve yüksek isteğini saptırmaları yüzünden en değerli ve Türkiye’nin en muhtaç bulunduğu yıllarını -dört, beş yılını- ihtisasının ve asıl üstün vasıflarının dışındaki uğraşmalara, dil’e, tarih’e harcamak zorunda kalmıştır. Buna da ne kadar yansak yeridir.
Türkçenin Kaderi
Milliyet, 20 Temmuz 1953
Önümde bir ilâç tarifesi duruyor. Ne imlâ, ne sentaks, ne lûgat! Çileden çıkmak işten değil. Örnek? Fakat tarife baştan sona kadar hayasızlık, küstahlık örneği. Bir dile, hele benim dilime bu kadar saygısızlık olmaz, olamaz, olmamalıdır. Bu insanca bir şey değildir. Geçenlerde bir gün, bir gazete iki diplomatımızın “Türkçenin bu devirde ne ehemmiyeti var?” dediklerini, yabancı bir dille konuştuklarını, çocuklarının Türkçe bilmediğini yazıyordu. Aynı şey. Daha, acıklı, hatta kalbi karartan, bir ümit zerreciği olsun bırakmıyan örnekler de var: Eli kalem tutan bir adam, çıkıp “bu kelimeyi ben uydurmuştum ama beğenmedim, şunu kullanacağım” diyebiliyor ve bu zırvasını basacak bir gazete bulabiliyor. Hikâyecilerimiz, romancılarımız, şâirlerimiz var. Hayır, hikâye yazan, roman yazan, şiir yazan değil, hikâyeci, romancı, şâir diyorum.
Bunların başarısı sanki dilimizi bozdukları, fakirleştirdikleri ölçüde artmış. Başarı? Neyin başarısı? O bambaşka bir dert. Beride bir de resmî makamların dile kıyışı var: İlanların, tebliğlerin, tüzüklerin ve benzerlerinin sağlam bir cümlesini okumak nerdeyse sevinç sebebi olacak. Sonra da kalkmış “Türklüğe hakaret” diye bir suçtan dem vuruyoruz. Milliyetin izzeti nefsi dilden başka nedir ki?
Noktalama üzerinde bir münakaşaya girişilmişti. Anlaşma güçlüğünü görünce, evinde bulunduğumuz arkadaşa “yok mu sende bir gramer kitabı?” diye sorduk. Gülerek “Türkiye’de var mı ki?” diye bir başka sualle cevap verdi. Bu da bir nükte. Fakat bini bir paraya giden, her biri bir gerçeği katleden nüktelerden değil. Bu memleket gramer okutmayan mektepler gördü. Bırakın grameri, lûgatten ne haber? İşin gerçeği şu ki, koca bir dilin kaderi Dil Kurumu adındaki çiftliğin ağalarına, bu ağaların hasta heveslerine kaldı, yağma Hasan’ın böreği, gidiyor.
Hepsi bir yana, ben asıl yıkıcıların birleşme, yedekleşme, birbirlerini tutmadaki başarılarına şaşıyorum. Övülecek şey doğrusu. Dergilerini kurmuşlar, eleştirmecilerini bulmuşlar, hatta sanatkârlarını ve bilginlerini bulmuşlar. Siz belki de, bu bir buluş mudur, yoksa bir bölüşme midir? diye soracaksınız. Neden olmasın? Türkçe böyle yüzüstü bırakıldıktan sonra olmazsa şaşarım.
“Dil Yâresini..”
Milliyet, 25 Ekim 1953
BIr sürü koruma derneğimiz var da, şu güzelim dilimize karşı takınılan hoyratça tavrı önlemeğe, gidermeğe çalışan bir topluluğumuz yok. Türkçe nerede ise jestler, mimikler ve tek heceli nidâlardan, birtakım işaretlerden kurulma kaba bir anlaşma vasıtası haline gelecek: İmlâ yok, gramer yok, cümle yapısı yok. İnsan bu yoklukların karşısında bunalıyor, bunalıyor da, polisli, jandarmalı, mahkemeli hâkimli bir koruma derneği özlüyor ve çaresizlik içinde ellerini Maarif Vekâletine, belediyelere ve üniversitelere doğru uzatıyor. Fakat ne çâre, ağlatacak kadar komik örneklere, varlıkları dilden ayrı düşünülemiyecek olan bu müesseselerde rastlanıyor. Biz bu köşede “Belediye Türkçesi”nden, “Üniversite Türkçesi”nden bahsettik, çeşitli yazılarımızda, belki uyandırırız ümidiyle her fırsatı kullanarak onların dil bozukluklarını gösterdik. Olmuyor işte. İnşaallah bizim yanılmamızdır ama, Türkçenin bugünkü görünüşü daha çok dil şuurunun kaybından haber veriyor.
Bursa’da mükemmel bir yapının alnında iri harflerle, güzelce yazılmış olan şu sözü okuduk: “Yangın söndürme garajı” Demek burada yangın söndürülüyor. Yâni yangını olan buraya getirecek, onlar da söndürecekler. Şöyle bir bakıyorsunuz. Eh yalan da değil. İçerde yangın söndürmek için her şey var. Türkçeyi seviyorsanız o yazıyı okuduktan sonra, yangın var diye bağırarak içeri giriniz. Fakat dediğimiz gibi, bu kadarcık yanlışın lâfı mı olur? Olmuyor. Buna inanmıyanlar İstanbul Üniversitesinin veya Ankara Üniversitesinin, hatta Türkoloji Bölümünün çıkardığı kitaplara baksınlar.
Maarif Vekâletinin “Belleten”lerindeki Türkçeye baksınlar. Beride akademi kurulmasını istiyenler var, yeni yeni üniversiteler istiyenler, radyoların çoğalmasına sevinenler var. Şimdi siz “Yangın Söndürme Garajı”nı, o kitapları, o belletenleri ve mevcut spikerleri düşündükten sonra gelin de bu isteklerin ve bu sevinçlerin çocuksu safiyetine acı acı gülümsemeyin. Doğru: Acıdır, zehir gibi acıdır ama, bu acıya katlanmadıktan ve Türkçenin hayatı tehlikede diye cümlesini söylemedikten sonra hiçbir ümide hakkımız kalmaz. Dilin dokunulmazlığını kurtarmadıkça her şey boştur. Akademilerin, üniversitelerin, enstitülerin, birer yapı olmaktan, unvan dağıtımından başka mânâsı kalmaz. Bir iki defa yazmıştık.
Adnan Adıvar Beyefendiden öğrendiğimiz şu vakayı bir defa daha tekrarlayalım: Sorbon Üniversitesinde, fizik imtihanında, sualleri pek güzel cevaplandıran bir talebeyi, iki Fransızca yanlışı yaptı diye döndürmüşler. Ne olur biz de, iki değil, yüz iki Türkçe yanlışı yapan profesörlerin, belediye veya vekâlet neşriyat müdürlerinin ve benzerlerinin değiştirildiği günü bir görsek! Dili yanlış kullanma hiçbir faziletsizliğin kati delili değildir. Burası doğru. Fakat bozuk dilin bozuk düşünce demek olduğu da muhakkak.
“Kalan Sağlar”
Yeni İstanbul, 28 Eylül 1967
Bu akıl almaz duruma bir ikinci örnek var mıdır, biz bilmiyoruz. Ama Türkiye’nin kendisine karşı harp açmış bir memleket olduğu muhakkak. İşte anadilimiz için bile yıllardır birbirimizle didişip duruyoruz. Dil Bayramı değil, sanki 9 Eylül veya 6 Ekim. Atılan nutuklara, yazılan yazılara bir bakın, göreceksiniz. Yerlerine “Yunan veya işgal orduları” sözlerinin şıp diye oturabileceği tabirler dolu. Ne o? Dillerini eşekarısı sokası bir yığın türedi “dil bayramı” yapıyor. Türkçenin de, Türklüğün de, hatta doğru dürüst yazmanın ve konuşmanın da farkında değil budalalar. Budalalık baldan tatlı geliyor bunlara.
Kelimenin bütün genişliğiyle, “kültürlü” bir dostumuz; Türkiye’de fikir grupları yoktur, inanç grupları vardır diyordu. Gerçek de işte budur ve Türkiye bu yüzden kendi kendisiyle savaş hâlindedir. Şehir mi diyeceksiniz, kent mi? Şehir dediniz mi, gericisiniz, Osmanlıcayı tutuyorsunuz, Türkçenin yâni Türklüğün düşmanısınız. Kent deyince de ilerici olursunuz, devrimci olursunuz, Atatürkçü olursunuz, Türkçeden ve Türkiye’den yana olursunuz. Höst. Sövmeye bile değmez bu sersemlere elbette. Ama çileden çıkıveriyor insan; çünkü ortada kötü ve sarsak bir eğitimin av hâline, yemlik hâline getirdiği milyonlarca genç var. Türkiye’nin yarını var. Türkiye’nin yarınları ile oynuyor bunlar. Dününü, bugününü perişan ettikleri yetmezmiş gibi.
Şehir deyince öyle de, kent deyince böyle ha? Peki neden? Bu zibidiler “Türkçeyi yabancı dillerin baskısından kurtarıp arı bir dil” yapacaklarmış da ondan. Şehir Farsça, kent Türkçe imiş de ondan. Yalaaan. Kent de Türkçe değildir. Hatta Türkçe olan “şehir”dir, tıpkı “nation”ın İngilizce oluşu gibi.
Rahmetli Ahmet Hamdi TANPINAR Beş Şehir isimli bir eser yarattı. Yahya Kemal “Hayâl Şehir”i yazdı. Bu millet “Şehirler içinde Konya’dır Konya” dedi, Karacaoğlan “Yüz bin şehir versem” diye seslendi. Bu budalalar, bu zibidiler, bu yerden bitmeler de şantajla, şarlatanlıkla, demagoji ile, size, bütün bunları unutturup kent dedirtmek istiyor, kent derseniz yakanıza madalya takacaklarını söylüyorlar. Horoz şekeri ile çocuk kandırır gibi. Asıl maksat ortada: Seni senden koparmak, seni kültür hazinelerinin mezarcısı yapmak, kısacası seni çulsuz, çuvalsız, dayanaksız bırakmak, avlanacak hâle getirmek.
Öztürkçe denilen masal adına piyasaya sürülmüş kelimelerin çoğu yabancıdır, ondan çoğu ise uydurmaca. Mostralıkları da var tabiî. İşte onlar da horoz şekerinin sapı, tahtası. Halbuki sizin dilinizde onların öğrenemedikleri binlercesi var hâlis kan Türkçe kelimenin. Şehir ile Kent bir nefeste sayılabilecek yığınla örneğin bir tekidir. Ama bu bile yetmez mi sırıtan maskeyi düşürmeye?
Aralarında bir tek sanatçı yok. Şiir değil de “yır”, hikâye yerine de “öykü” deyiverince şâir veya hikâyeci olacaklarını sanırlar. Biraz daha akıllıları nutuk atarken, yıldönümü yazıları döktürürken onlar gibi konuşur, ama sıra hikâye, roman, piyes yazmaya geldi mi Osmanlıcanın bini bir para. Bunlardan biri, belki de en akıllıları, yâni en bezirgânları, dün, “dil bayramı” dolayısıyla şöyle yazıyordu: “Uydurma kelimelerden tutan tutar, tutmayan tutmaz… Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.” Eşkiya çeteleri de baskına bu sloganla inerler. Barbarlık bakımından ise, elbette bu anlayış çetelere rahmet okutturur.
Adamcağızlar kelimeleri “marka” sanıyorlar: Filan buzdolabı değil de falan.. veya gazlı yerine benzinli çakmak der gibi konuşuyorlar. Üstelik öne sürdükleri marka kalpazan işi.
Bırakın kültür kelimelerinin yakasını da, uyduracaksanız şu yeni giren yabancı kelimelere karşılık uydurun dersiniz. Bana mısın demezler. Çünkü kasıtları ortada ve kültürünüzü, yâni sizi yıkmak, sizi çulsuz çuvalsız bırakmak. Biz bunların içinde, hem de hâlâ öncü ve bayraktar olarak tuttukları öylelerini biliyoruz ki, övmeye mecbur oldukları bir adama, Öztürkçe masalına satılmış bir gazetede uydurukça ile, bu masala şamar atan bir başkasında da bizim Türkçemizle destan döktürdüler.
Samimiyetsizlikse samimiyetsizlik. Ama bu kadar da haysiyetsizleşme olur mu? Bu kepazeliklerin umdukları noktaya ulaşmalarına yaramayacağı, daha doğrusu o belâdan Türkiye’yi bizzat bu kepazeliğin koruyacağı ortada. Ama tekrarlamak zorundayız: Beride sağlam bir eğitim yokluğunun her çeşit aldanmaya elverişli kıldığı milyonlarca insan var. Bunlardan bir avucunun bile oltaya düşmesi Türkiyemiz için, yarınlarımız için ciddîye alınacak bir kayıptır.
Sonra biz snopluğun da rolünü düşünmek zorundayız. Nitekim kuzularla kırpılmaya heveslenen nice kart koyunlar da görüyoruz. Bunların arasında gazete sahip ve başyazarları bile var. Yâni bu Öztürkçe snobizmi birkaç kişinin çürümesi ile bitmiyor. Türkiye inanç gruplarından fikir gruplarına geçmedikçe, yâni tek ölçü olarak ilmi benimsemedikçe bu çeşit komedi -veya trajediler de- sürüp gidecektir. Snop bir başyazar çıkacak en başıboş uydurukçalarla en koyu Osmanlıcaları aynı yazısında kullanacak, ama okuyucularından çoğu bu ve bunun gibi barbarlara sormayacaklardır: Neden? “Ölen ölür, kalan sağlar bizim”miş. Öyle ya, kalan sağlar Koçero’lar olacak, yâni kendileri olacak: Bu oyunun Türkçeyle ilgisi, ilişiği yok ki.
En Büyük Tehlike: Okumak
Tercüman, 1969
BIz, “Can boğazdan gelir” diye baklavaya, böreğe, mantıya yumulan bir toplumduk. Çoğunlukla gene de öyleyiz ya, “Can boğazdan gider” demesini öğrenenlerimiz de var artık. Karaciğer veya safra keseleri içinmiş gibi, tencereleri, tabakları için reçete yazdırtanları, perhiz üzerine tartışmaya girişenleri görüyoruz. Sözün kısası -geri veya ileri- insanlar beslenmenin de bir bilim konusu olduğunu anladılar. Herkes gücüne göre buna uymaya çalışıyor. Bu bir gerçek. Ama daha çok ilgi çekici bir gerçek var: İnsanların çoğu ve insanlarımızın hemen hemen hepsi, sıra okumaya gelince, hâlâ “Can boğazdan gelir” anlayış ve tutumuna bağlı. Okuyanlarımız az. Hele “okuma oburları”mız? Onlar büsbütün az.
Fakat bunların, işte bunların Türkiye için büyük bir tehlike olmadığını söyleyebilir misiniz? Şu güzelim “somun pehlivanı” sözünü biz bulmuşuz. Bana soracak olursanız, bu sözü okuma alanına aktarmanın sırası çoktan gelmiştir. Hem de eni konu bir problem olarak: Gencecik delikanlılar görüyorum. Hepsi de çıta gibi şeyler. Kasları sırımlaşmış. Ama konuşuncaya kadar. Konuşunca değişiyorlar, onlar gidiyor, yerlerini “somun pehlivanları” alıyor. O biçim okumuşlar, “can boğazdan gelir” demiş, mantıya, baklavaya, böreğe yumulmuşlar. Okudukça yağ bağlamış, kalça, göbek koyvermiş beyinleri.
Suçlamıyorum. Söylemek istediğim daha başka bir şey: Okumanın da bir hijyeni var, okumak da bir sanat. İşte bunu öğretmemişler onlara. Eğitimimiz hâlâ “can boğazdan gelir” dönemini yaşıyor. Söylemek istediğim işte bu. Ve demek istiyorum ki, bu eğitim “okuma oburları”mızı oldukça cahilleştirmektedir. Açıklamaya değer mi bilmem? Cahillik bilgisizlikten çok daha ötede bir şeydir. Bilgisize acı, ama cahilden kork. O yalnız bilmediğini bilmeyen değil, bildiğine, hatta yalnız kendisinin bildiğine, gerçekleri ve hakikatleri tapulu malı yaptığına inanandır. Yobazları ve yobazlıkları türeten soydur bu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıDüşman Kazanmak Sanatı
- Sayfa Sayısı288
- YazarTarık Buğra
- ISBN9786254083150
- Boyutlar, Kapak13,5 cm x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tuhaf Alan ~ Burcu Canar
Tuhaf Alan
Burcu Canar
Tuhaf Alan edebiyat, felsefe, iletişim alanına sessizlik ile bakar; sessizliği değil; sessizliğe yazar. Tuhaf olan, bu metnin edebiyat, felsefe veya iletişim alanlarına ilgi duyan okurları, “edebiyat, felsefe veya...
- Medusa’nın Makası ~ Küçük İskender
Medusa’nın Makası
Küçük İskender
Oscar VVilde, Oğuz Atay, Muse, Ufuk Uras, David Bowie, Huysuz Virjin, Can Yücel, Hemingvvay, ölenler, öldürülenler, sevişenler, sevişmeyi reddedenler, tutuculuktan rant elde edenler, kendine...
- Tersi ve Yüzü ~ Albert Camus
Tersi ve Yüzü
Albert Camus
Camus’nün henüz yirmi iki yaşında, şeylerin ikiliği üzerine yazmaya başladığı ve 1937 yılında Cezayir’de çok az sayıda basılan Tersi ve Yüzü bir ilk metin olmasının yanı sıra, yazarın sonraki eserlerinde de irdelemeye devam ettiği absürd, ölüm ve yaşam, mutluluk, yalnızlık gibi kavramların nüvelerini attığı kitaptır.