Evrenin kendine has bir dili vardır. Bu dilin kesin hükümleriyle önce yokluk, ardından da varlık ortaklaşıp kavramlaşır. İnsanoğlu tarafından evrenin birleştirici dilinden esinle kültler, kültürler ve söylenceler de zaman zaman ortak motiflere dönüşür.
Evrenin Taşları: Bozkırdan Okyanusa Zamansız Bir Masal, anavatanlarından uzaklaştırılan farklı coğrafyalardan ve farklı kültürlerden iki klanın, Danların ve Hunların, beklenmedik şekilde bir araya gelişini ve ortak yanlarını keşfetme serüvenlerini efsaneler ve mitolojik öğelerle dolu bir macerayla sunuyor. Oluşturdukları yeni kimlikleriyle, tarihin karanlık çağlarındaki egemen güçlere meydan okuyan bu klanların, sahip oldukları hazineyi korumak için verdiği büyük mücadele hayal dünyasının sınırlarına doğru heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor bizleri…
Sunuş
Kuzey topraklarında yeni yurt arayan Hun kavminin yolu Vikinglilerle kesişir. İriyarı Viking savaşçıları, at üstündeyken ele avuca sığmayan bu küçük insanlar karşısında büyük yenilgiye uğrarlar. Viking derebeyi Gunnar, bu savaşta öldürdüğü bir Hun’dan değerli bir taş ele geçirir. Hun kavminin bu Ya-Da taşını Vikinglere bırakmaya niyeti yoktur. Farklı inanışları ve gelenekleri olan Vikingleri ve Hunları bir araya getirirken Türk ve İskandinav mitolojisiyle beslenen bu macera beklenmedik bir yere doğru gider. Sözlü anlatının tercih edildiği bu toprakların hikâyeleri; Yunan, İskandinav, Mısır ve süper kahramanlı Hollywood desteğiyle kendi mitolojisini oluşturmaya çalışan Amerikan mitolojisi karşısında hep bilinmez, görünmez oldu.
Elbette bunu değiştirmenin tek yolu üretmekten geçiyor. Bilinmeyenin, korkutanın, kahramanlıkların dört bir yanda fısıldandığı bu toprakların hayalcileri yeni bir yazar kazanıyor. İskandinav ve Türk mitolojisini harmanlayan Ferhan Yıldız, bu romanıyla Türkiye fantastik edebiyatındaki eksik taşlardan birini yerine oturtuyor.
Erbuğ Kaya
1. Bölüm
İnsan İnsanın Kurdudur
Birkaç gün önce öldürdüğü bir Cermen’in kesik başından çıkardığı boğa boynuzları çakılmış miğferini iri ellerinin arasına alıp kafasına taktı. Sarı bıyıkları çenesinin altında birleşmiş ve muntazam bir şekilde döşüne kadar örülmüştü. Geniş omuzlarının sağından ve solundan taşan büyük tahta kalkanı sert bir hareketle sırtından koluna geçirip çevirdi. Arkasındaki onlarca Viking savaşçısıyla beyaza bürünmüş çalıların arasından yavaşça ilerliyorlardı. Az sonra kralları Gunderik’in hükmüne biat etmeyen asi bir Cermen köyüne ulaşacaklardı.
Büyük bir sunak alanına geldiler. Kazıklara geçirilmiş hayvan başları ve ortada üst üste düzgün bir şekilde dizilmiş taşlara bakılırsa Cermenler işe yaramaz tanrıları için bir ayin yapmış olmalıydı. Sunak alanından çıkıp yeniden donmuş çalılıkların arasına daldılar. Kuzeyin acımasız soğuğu her biri ok ucu keskinliğindeki kar taneleriyle yüzlerini dövüyordu. Yüzleri bu darbelere asırlardır hem alışık hem de bağışıktı. Her biri avının üstüne atılmayı bekleyen kurtlar kadar temkinli ve odaklanmış haldeydi. Gunnar ve iki yüze yakın savaşçısı, çocuk boyu kar kütlelerinin arasında Cermen köyüne saldırmak için tetiktelerdi. Her savaşçının her muharebeden önce iliklerine kadar hissettiği korkuyla birleşmiş öfke, baltalarının saplarını daha güçlü kavramalarını sağlıyordu. Baskından önce Odin’e tam dört sığır ve iki asi Cermen esirkurban etmişlerdi. Cermen kanı Odin’e ulaştığına göre bugün şansları yaver gidecekti. Kuzeyin en saygın Viking derebeylerinden Gunnar ve adamları nefesleri tükenene kadar kan dökmeye hazırlardı. Gunnar baltasını tek eliyle havaya kaldıracak ve son ses haykırdığında ağaçların arasında, kar kütlelerinin içinde gizlenmiş beyaz elbiseli dev kuzeyliler, Cermen köyünün üstüne kanlı bir çığ gibi düşecekti. Bilindik bir eylemin beklenen gösterisiydi ve beklenen oluyordu işte…
Hücum emrini vermek üzere sol elinde tuttuğu çift taraflı baltasını havaya kaldırdı, ancak silahını kaldırmasıyla indirmesi bir oldu. Gerçekleştirmesi beklenen saldırı ritüelini ani bir kararla yarıda kesmişti. Çünkü tanımlayamadığı bir gariplik görüyordu. Köydeki derme çatma kulübelerin birinden daha önce hiç görmedikleri türden savaşçı kıyafetiyle donanmış bir insan çıkmıştı. Adam desen adam değil, çocuk desen çocuk değildi. Arkasında kendisi gibi birkaç küçük adam daha belirdi. Kafalarında ucu yukarı doğru sivrilen tuhaf bir miğfer vardı. Zinciri andıran zırhları ve deri çizmeleri dikkat çekiciydi. Biraz daha izlemeye karar verdi. Nihayetinde birkaç küçük adamdan korkacak değillerdi…
Gunnar’ın gözlerindeki ifade suni bir savaş öfkesinden gerçek bir meraka dönüştüğünde, ağaçların arasından süzülerek gelen bir ok havayı yırtarak hemen yanındaki can yoldaşı Olaf’ın ensesinden girip âdemelmasından çıkmıştı. Gunnar ve Olaf göz göze geldiler. Ölümün tanıdık ifadesi Olaf’ın suratında donup kalmıştı. Gunnar okun ucunu kırmaya yeltendiğinde neredeyse iki metrelik koca adam bayır aşağı yuvarlanmaya başladı. Aşağıdaki küçük adamlar, üstlerine doğru yuvarlanan koca adamı görür görmez bir yöne doğru koşmaya başladılar. Aynı anda Vikinglerin üstüne oklar yağdı. Ağaçların arasından gelen oklar birer ikişer Gunnar’ın savaşçılarını yere seriyordu. Kuzeyin ağır havasının sis bulutu arasında ilk defa gördükleri bugarip insanlar ince ancak rahatsız edici yüksek sesler çıkararak aralarına daldığında ne yapacaklarını bilemediler.
Katışıksız saf korku belki de damarlarında ilk defa dolaşıyordu. Küçük adamlar büyük bir maharetle kullandıkları atları üstünde oklarını atıyor ve tekrar ağaçların arasında gözden kayboluyorlardı. Atları bu kadar büyük bir ustalıkla kullanabilen insanlarla daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Onlar birkaç kişinin yardımıyla uzun bir mücadelenin ardından ata binerken karşılarındaki adamlar at üstünde kolaylıkla yay bile gerebiliyorlardı. Gunnar baltasını yeniden havaya kaldırdı. Karşılaştıkları düşman her kimse, burada ve bildikleri yöntemlerle mücadele etmeleri mümkün değildi. Bu defa dudaklarından saldırı anlamına gelen dehşet dolu bir bağırtı değil, bol tükürüklü koca bir “Kaçın!” nidası döküldü. Korkmuştu koca savaşçı.
Korkmuştu korkmasına ama bu kısık gözlü ve atlarıyla bu kadar bütünleşebilen acayip insanlardan birini öldüremeden köyüne dönmek istemiyordu. Savaşçı sezgileriyle at sesinin geldiği bir noktaya doğru devasa baltasını fırlattı. At ve üstündeki adamın etrafında döndüğü beyaz ağaç kızıl kana bulandı. Bir bacağı neredeyse kopmak üzere olan doru at yere yığıldı. Üstündeki savaşçıysa çevik bir hareketle doğrulup atının sağrısına yakın düşmüş sadağa doğru hamle ettiğinde, göğüs kafesinde Gunnar’ın acı kuvvetiyle indirdiği ölüm ağırlığında yumruğunu hissetti.
Soluğu kesilmiş, göğüs kafesinden ağzına doğru kanla karışık bir kemik tadı gelmişti. Hançerine davrandığında ise Gunnar’ın kılıcı, boynu ve omzu arasından neredeyse yarı beline kadar çoktan inmişti. Ölü savaşçı kısa bir süre sonra dev Viking’in omzunda seyahat ediyordu. Ancak tek ölü savaşçıya karşılık onlarca Viking’in cansız bedeni yerlerdeydi. Gunnar kırk yıllık hayatının en acı tecrübesini yaşamıştı. Ezilerek yenilmek onun için bildik bir duygu değildi. Çil yavrusu gibi dağılmış adamlarının bazıları Hun atlıları tarafından avlanmaya devam ediyordu. Sağında, solunda, önünde ve ardında her yerde başıbozuk şekilde kaçışan Vikingler…
Zaman ve mekân Gunnar’ın gözlerinde donup kalmışken bir anda ormanda güçlü sesler yankılandı. Atlılar Vikingleri avlamayı bırakmış, hep bir ağızdan “Kamgan!” diye haykırıyorlardı. Ağaçların arasından, neredeyse ikiye böldüğü atın başında toplanan ve “Kamgan” diye bağıran askerleri görüyordu. Atların inemeyeceği kadar dik bir bayırdan, önce canını aldığı küçük adamı aşağı yuvarladı, ardından dikkatli bir şekilde kendisi indi. Adamları ne yapmıştı, kaçı canını kurtarabilmişti, en ufak bir fikri yoktu. Öyle anlaşılıyordu ki, Gunnar umduğu zafere ulaşamasa da bu küçük adamlardan önemli birinin canını almıştı.
2
Büyük Hata
On iki klanın kralı Gunderik, elmasından kulakları tırmalayan bir gürültüyle iri bir parça kopardı. Ardından önce tahtının önüne fırlatılmış küçük insan cesedine, sonra üstü başı kan içinde, öfkeden burnundan soluyan Gunnar’ın suratına baktı. Gunderik, Dan diyarının belki de en korkulan adamıydı. Eylemlerini sorgulayabilen birkaç kişiden biri de karşısında duran ve gelecekte kendisine rakip olabilecek saygınlıktaki tek soylu olan Gunnar’dı.
Alaycı bir şekilde, “Demek koca Gunnar… Odin’in seni durdurmak için Niflheim’dan gönderdiği korkunç devler bunlar, öyle mi?” dedi. Salonda belli belirsiz bir gülümseme dalgası oldu. Gunderik şimdi kral olsa da gelecekte ne olacağı belli olmazdı. Büyük bir kahkahayla Gunnar’ın dikkatini ve tepkisini çekmeyi kimse istemiyordu. Gunnar birkaç adım atıp yerde yatan adamın önüne geçti. Kralın yüzüne bakıp işaretparmağıyla cesedi göstererek haykırdı. Ağzından fırlayan tükürükler neredeyse kralın tahtına ulaşacaktı. “Bizi gönderdiğin yerde Cermenler yoktu Gunderik. Bu şeylerin ne olduğunu bilmiyoruz. Bizim bildiğimiz atlara değil cehennem köpeklerine biniyorlar ve hemen her şekilde ok atıyorlar. Seksen bir adamımı kaybettim. Odin’in 432.0001 askerinin üstüne yemin ederim ki sislerin arasından şeytan gibi geçerek bizi ok yağmuruna tuttular.
Onları karşımıza alıp savaşma fırsatı bulamadık bile.” Vikinglerin atlarla ilişkisi ulaklık yapanlar dışında oldukça sınırlıydı. Kısa mesafede bir yerden bir yere gitmek için kullandıkları olurdu ama savaşlarda fark yaratacak bir yetkinlikte kullanmazlardı, çünkü buna gerek görmezlerdi. Zira askeri amaçlı hareket ederlerken mümkün olduğunca deniz yolunu kullanırlar, kalan mesafeyi de yürürlerdi. Gunderik kamasını çenesinin altında topladığı uzun sarı sakallarına sürüyordu. “Evet Gunnar, seksen bir adamımızı kaybettik. Bugün yüzlerce Viking çocuğu kendilerini bir savaşçıya, gerçek bir denizciye dönüştürecek babalarını kaybetti. Ve sen başarısız oldun. Üstelik bu adam senin yarın kadar! Bunun bir bedeli olmalı.
Ama bu defa tek başıma karar vermeyeceğim, bütün derebeylerini toplayacağım.” Öfkeden daha da kuduran Gunnar, kralın sözünü kesti: “Bizi oraya sen gönderdin Gunderik!” Bu cevaba öfkelenen Gunderik demirden yapılma şarap kadehini Gunnar’a fırlattı. Koca metal Gunnar’ın kafasından sekip büyücünün ayaklarının dibine düştü. Gunnar başından akan kana aldırmadan konuşmaya devam etti. Bir Viking kralına bu şekilde karşılık vermek büyük cesaret isterdi.
Salondan yükselen sesler arasından Gunnar’ın haddini aşan sesi Gunderik’in suratına tokat gibi çarptı. “O adamların ve çocuklarının acısını kimse benim kadar güçlü hissedemez! Gunderik, bizi o köye sen gönderdin. Sen! Bize neyle karşılaştığımızı açıklamak zorundasın. Seni suçlamıyorum. O şeylerin ne olduğunu bul ve intikamımızı alalım diyorum. Sen kuzeyin kralısın, güçlüsün. Diğer yurtların krallarını bilirsin. İttifaklar kuralım, peşlerine düşelim. Bana intikam fırsatı sun ki, ben de bu küçük fare suratlı iblislerin canlarını kayıkçıya teslim edeyim!” Gunderik, sağında ve solunda duran yakın korumaları Björn ve Swen’e baktı. Swen, Gunnar’ın hayatta kalan iki kardeşinden biriydi. Kral, adamlarına Gunnar’ı dışarı çıkarmalarını işaret etti. Bu sırada sakallarını avcuyla sıvazlıyordu. Muhafızlar Gunnar’ın kollarına girerek onu salondan dışarı çıkardılar.
Gunnar’ın peşi sıra Büyücü Vindar ve Gunderik de salonu terk ettiler. Karların ve buz kütlelerinin arasından özenle açılmış yolda ağır adımlarla ilerlemeye başladılar. Gunderik ne zaman zor bir karar vermek zorunda olsa Vindar’dan yıldızlara bakmasını isterdi. Kuzeyin pürüzsüz gökyüzü ve yıldızları arasında büyük bir geçit ve kutsal bir bağ vardı. Yıldızlar Vindar’a gerçeği, yalnızca gerçeği gösterirdi. “Gunderik, istediğin gibi yıldızlara bakacağım. Ancak yıldızlar ne derse desin, Gunnar’ın sana olan tavırları herkesi rahatsız ediyor. Ona bir ceza vermenin zamanı geldi de geçiyor.
Bir kralı kral yapan, otoritesi ve saygınlığıdır. Gunnar’ın her seferinde saygınlığa zarar vermesine izin veriyorsun.” Gunderik önüne bakarak yürümeye devam etti. Tek kelime etmedi. Vindar sözünü kaldığı yerden sürdürdü: “Sözlerime kulak ver Gunderik. Bugün Gunnar bir hata yaptı. Hata yapmakla da kalmadı, büyük bir yenilgi yaşadı. Bu Dan yurdu için büyük bir utanç. Konu, Gunnar’ın sana rakip olması değil.
Bu yenilginin üstümüze kara bir korku bulutu gibi çökecek olması. Ve bizim en son ihtiyacımız olan şey korkmak. Bunu yapanları bulmalısın, ancak intikamı Gunnar’a bahşetmemelisin. Cezalarını sen vermelisin.” Gunderik insanların, hele ki rakiplerinin hatalarından yararlanmaya çalışacak bir kral değildi. Onun bu özelliğini bilen Vindar, konuyu mümkün olduğunca Danların zedelenen onurunu öne sürerek değerlendiriyordu. Gunderik, Gunnar’dan kurtulmayı çok istese de rakibini saf dışı bırakmak için bu durumu fırsata çeviren biri olmaktan çekiniyordu. Bu yüzden meseleyi yarın konseyde ele alacaktı. Ne yapılması gerektiğine derebeyleri karar verecekti.
3
Geleceğin Vergisi
Gunderik odasına çekilmek üzere Vindar’ın yanından ayrıldı. Karısı Lilet’in, Gunnar hakkında vereceği kararı nasıl değerlendireceğini enikonu merak ediyordu. Lilet, Gunnar’ın kuzeniydi. Çıkık elmacıkkemikleri ve değirmi çehresiyle karakteristik ve oldukça dikkat çekici bir siması vardı. Viking atalarının taşlara çizdiği belki de binlerce yıl önceki Viking kadını neyse Lilet de oydu. Lilet hem sevilen hem de saygı duyulan bir kadındı. Ayırt edici özellikleri, meziyetleri fazlaydı. Bazen öyle sözler söylerdi ki, her cümlesi kelime kelime insanların zihnine nakşolur, asla unutulmazdı.
Yabanıl otları çok iyi tanırdı. Mesela Dan topraklarında bu otları kullanarak onun kadar iyi saç rengi değiştiren bir kadın daha yoktu. Kuzguni bir saçı birkaç hafta içinde açık kumrala çevirebilirdi. İster erkek, ister kadın olsun bir Viking’in saygın bir görüntüsü olması için saçları ya kızıl ya da sarı olmalıydı. Aslına bakılırsa saç rengini değiştirmek Lilet’in otlarla yapabilecekleri arasında en basit olanıydı. Güzel kraliçe, kralına bir çocuk verememişti. Kocasını gözünde büyük kılan, içinde yaşadıkları toplumun kusur olarak nitelediği bu durumdan ötürü kendisini bir kez olsun suçlamamasıydı. Gunderik karısına bu konuda yıllardır en ufak bir imada bile bulunmamıştı.
Odasının kapısını yavaşça açtı. Karısı uyumuşsa uyandırmak istemezdi. Düşündüğü gibi Lilet ayı postuna sıkı sıkıya sarınmış bir halde yatıyordu. Yanına yaklaşırken sırtı dönük Lilet’in dudaklarından sözcükler döküldü: “Olanları duydum Gunderik. Gunnar sınırlarını bilmiyor. Ancak o, bu toprakların en sadık koruyucularından. Her ne karar alacaksan al, ama bu karar, Dan topraklarına Gunnar kadar sadık bir savaşçıyı sana asla kaybettirmesin. Düşüncelerimi merak ettiğini de, ancak beni dinlemeyeceğini de biliyorum. Sana diyeceğim o ki, Gunnar’a ağır bir ceza vermen doğru olmaz.” Gunderik yatağın kenarına oturdu. Başı önünde ve yumuşak bir ses tonuyla cevap verdi: “Hepsinin gözlerinde korku vardı. Burada korkuya ihtiyacımız yok. Korkusuz olmak zorundayız. Doğa düşmanımız, asi Cermen kabileleri düşmanımız, hatta bazen tanrılar bile düşmanımız oluyor. Hangisinden korktuk şimdiye kadar? Korktuğumuz an tükenir gideriz. Köle oluruz. Gunnar savaştı ve başarısız oldu.
Bununla da kalmadı, topraklarımıza korku tohumları ekti. Bunun bedeli neyse ödemeli. Bir karar vereceğim.” Lilet, Gunderik’in kararının sonunun iyi olmayacağını seziyordu. Ancak söylediği gibi ne yaparsa yapsın kocasının vereceği kararı değiştiremeyeceğini de biliyor, dahası bunu anlıyordu. O kudretli bir kraldı. Şu durumda, inandığı ve doğru olduğunu düşündüğü neyse onu kararlılıkla yapmalıydı. Asırlardır Dan klanlarını bir arada tutan bu sarsılmaz kararlılıktı. Lilet, kocasının sözlerinin üstüne hiçbir şey söylemeden gözlerini kapattı. Her gece olduğu gibi anlamlı rüyalar göreceği hafif bir uykunun kollarına bıraktı berrak zihnini… Rengi bu dünyaya ait olmayan ve burnundan alevler çıkaran büyük bir boğa…
Öyle ki sadece kafası neredeyse bir adam kadar. Olanca gücüyle Dan sarayının kapısına boynuzlarını vuruyor, her darbede Dan sarayı temelinden sarsılıyor. Gunnar elinde tuttuğu lal rengi taşı boğaya gösterdiği an dev yaratık sakinleşiyor. Boğanın taşın peşinde olduğu her halinden belli. Gunnar koşar adım taşı boğanın ayaklarının dibine bırakıyor. Boğa taşı yutuyor ve ardından boynuzlarıyla Gunnar’a sertçe vuruyor. Gunnar gözden kayboluyor… Yavaşça açıldı okyanus mavisi gözleri. Kulağından akan kanı sildi. Ne zaman böyle bir rüya görse kulağından bir damla kan gelirdi. Odin yakın geleceğin vergisini, Lilet’in ruhundan bu şekilde, bir damlacık kanla tahsil ediyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıEvrenin Taşları
- Sayfa Sayısı224
- YazarFerhan Yıldız
- ISBN9786258474466
- Boyutlar, Kapak13.7 X21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Solibri / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Güz Gelmeden ~ Selçuk Baran
Güz Gelmeden
Selçuk Baran
“Yeryüzünde büyük insanlar var: Peygamberler, başkomutanlar, vatan kurtaranlar, insanlığa hizmet eden bilim adamları… Küçük insanlar da var: Fener bekçisi Affan gibi. Ama hepsi yataklarını...
- Sıkıldım, İki Hafta Yokum ~ Pelin Güneş
Sıkıldım, İki Hafta Yokum
Pelin Güneş
Yakınlaşmak için, bazen uzaklaşmak gerekir… Pelin Güneş’in kaleme aldığı Sıkıldım, İki Hafta Yokum, kitaplardaki kurmaca ile gerçek dünya arasında sıkışıp kalmış 14 yaşındaki Tuana’nın benlik...
- Rahmet Yolları Kesti ~ Kemal Tahir
Rahmet Yolları Kesti
Kemal Tahir
“İnsanın dramı kişiseldir ama, kişiliğinden değil, toplumsallığından gelir.” Gerçeğin peşinden Türkçenin bütün imkanlarıyla doludizgin giden Kemal Tahir, bu kez “romantik bir başkaldırının soylu şövalyeleri”...