
Viyanalı tanınmış psikiyatr Leopold Jordan eşi Franza’yı ruhsal ve bedensel anlamda örselemiştir. Peki Franza hangi nedenlerle böylesine örselenmiştir ve onu gerçekte tahribata uğratan şey nedir?
lngeborg Bachmann’ın ‘’Ölüm Türleri’’ başlığı altında kurguladığı roman dizisinde Malina ve Fanny Goldmann İçin Ağıt ile birlikte -bu dizide tamamlayabildiği tek kitabı Malina’dır- yer alan Franza’nın Kitabı Almancada ilk kez 1979’da Franza Vakası adıyla yayımlanmıştır. Temelde 60’lı yılların ortalarında yaşanan gizli toplumsal yıkıcılığa ilişkin deneyimleri ele alan romandaki olaylar genç bir jeolog olan, Franza’nın erkek kardeşi Martin’in bakış açısıyla anlatılır. Genç jeolog, kız kardeşinin “bir hastalık boyunca yaptığı yolculuğun” çağın hastalığının içinden geçtiğini kavramayı öğrenmeye başlar.
Bachmann Dil’e başvurma geleneğini sürdürdüğü Franza’nın Kitabı ile; toplumda yuvalanan, buna karşın hiçbir hukuk sisteminin cezalandırmadığı toplumsal erk ve ahlaki suç olgularını acımasızca aktaran ve “ölümcül sonuçları olan” bir öykü kaleme alırken, ödünsüz bir hesaplaşmaya girişiyor.
Savaş sonrası Almanca kadın yazınının öncü ismi Ingeborg Bachmann’a göre: Toplum en büyük cinayet mahallidir.
Mısır’da acı çekerken, esrar içerken, ölme sürecine ilişkin, beyaz (bilim) insan(ın)ın hatta genel olarak bir Avrupalı’nın rasyonel tabiatından dehşet verici bir kehanetle vazgeçişi esnasında yaşadığı deneyimler ve cehennemler: onun bu denli radikal konuştuğuna hiç tanıklık etmemiştik. (…) Ölmek “eksitus” olarak; hastalık sonucu ortaya çıkan koma ve ölüm olarak değil, aksine yanlış başlayan ve yanlış süregelen bir varoluşun sonucu olarak betimlenir.
Joachim Kaiser
İçindekiler
Franza’nın Kitabı • 7
Galiçya’ya Dönüş (Temel Metin) • 9
Jordan Zamanı (Çalışma Evresi 2) • 53
Metin Kademesi IV.1 • 53
Metin Kademesi IV.2 • 69
Metin Kademesi IV.3 • 71
Metin Kademesi IV.4 • 83
Mısır’ın Karanlığı (I. Kısım; Temel Metin) • 87
Mısır’ın Karanlığı (III. Kısım; Temel Metin) • 113
Franza’nın Kitabı İçin Hazırlanan Taslaklardan (Ölüm Türleri) •136
Metin Kademesi I: İlk Taslaklar • 139
Metin Kademesi I İçin Paralipomena • 146
Metin Kademesi II: Zürih’teki Okuma ve Temize Çekilmiş
Taslaklar • 148
Galiçya ve Mısır (Zürih Metni ve Eklemeler) • 148
Roman Başlangıcı İçin Taslak • 148
Açış Konuşması İçin Taslak • 150
Ölüm Türleri (9 Ocak 1966’da Zürih’teki Okuma) • 152
Jordan Zamanı (Çalışma Evresi 1) • 171
Metin Kademesi III: Temize Çekilmiş İlk Metin • 189
Açış Konuşmaları • 189
Mısır’ın Karanlığı • 194
(Orta Kısım İçin Taslak) • 194
Metin Kademesi III İçin Paralipomenon • 196
Metin Kademesi IV İçin Paralipomena • 197
Notlar ve İncelemeler • 197
Metin Kademesi V: Okuma Modelleri 1967 • 202
Ek
Açıklamalar • 211
Sonsöz • 233
Sembollerin Açıklaması • 246
Ekler • 247
Franza’nın Kitabı
Galiçya’ya Dönüş
(Temel Metin)
Galiçya’ya Dönüş
Profesör, o Fosil, kız kardeşinin canına okumuştu. Daha elinde en ufak bir kanıt olmadan varmıştı bu sonuca Martin, Viyana’ya giderken de, tren sarsıla sarsıla Bruck an der Mur’dan geçip Mürzzuschlag’a doğru ilerlerken, bir zamanlar gözüne dünyanın en uzun tüneli gibi görünmüş olan Semmering tüneline gelmeden önce, Franza’nın mesajını anladığını düşündü, tabii eğer ona mesaj denirse ve kendisi de yazdıklarında cehennemi anlatan Champollion’a benzese; aslında kendine kalsa bu tür bir şeyle meşgul olmayı yeğlerdi. Tünele girmeden önce, bir yandan Kral kartuşlarını* (“Mısırbilimin Küçük Sözlüğü”) öbür yandan Avusturya Posta İdaresinden gelen telgrafı incelemeye mecburen ara vermeden önce, tahmininin doğruluğundan emin olmuştu. Franza’nın üç sayfalık telgrafını ceketinin cebine soktu, tünelden geçişe hazırlandı, çünkü değişmeyen bir şey kalmıştı, devlet demiryolları gündüz trenlerindeki elektrik kullanımında hâlâ cimrilik ediyordu, mavi lamba yanıyordu ama vagonun içini kesinlikle aydınlatmıyordu, telgraf göndermek tam Franza’dan beklenecek iş diye düşündü, mektup yazamamıştı, üstelik en azından birkaç yıldır görüşmemelerine rağmen, yo, tam on yıl olmuştu, Fosil’le, kim bilir kimin akıl vermesiyle? eskisine kıyasla çok değişip hayatından çıktığından beri, şimdi sadece Baden bei Wien’den kaybolmamıştı, kaybolmak burada kelime anlamında, Galiçya’dan kaçtığı gibi kaçmıştı Viyana’da ondan, ondan uzaklaşmıştı, o tarihten beri… Kim olmuştu o, o, o kadın, artık o olmayan birini düşünüyor olmalıydı, Franza olmayan birini. Kendine özgü diye düşündü, Franza’nın ona gönderdiği telgrafların sayısı üçü-beşi geçmese de, son on yılda bu gelen olsa olsa ikinci ya da üçüncüydü hatta, ama kendine özgü olmalıydı, öyle olmasını istedi karanlıktayken, artık sigaranın tadını almadığı için onu bastırıp söndürdü, kendine özgü bir tavırla, kapağı sıkışan kül tablasında.
Bir tren Semmering tünelinden geçerken, onun Viyana’ya gittiği konuşulurken, bu adı taşıyan bir şehirden ve Galiçya diye bir yerden söz edilirken, Martin Ranner olduğunu kanıtlayabilmesi beklenen, ama adı pekâlâ da Gasparin olabilecek genç bir adamdan söz edilirken, ama bambaşka olabileceği de görülebilecekken, eğer ki… Viyana diye bir yer olduğu kanıtlanabiliyor, ancak tek bir kelimeyle kesin yeri gösterilemiyor, çünkü buradaki Viyana kâğıt üzerinde, Viyana şehri ise başka bir yerde, yani 48° 14’ 54” kuzey enlemi, 16° 21’ 42” doğu boylamında ve buradaki Viyana, Viyana olamaz, çünkü burada kelimeler var, imada bulunuyorlar, var olan bir şey ve var olmayan bir şey üzerinde ısrar ediyorlar, adı verilen tünelden geçen bu tren de yok diyorlar, trenin içinde tünelden geçen genç adam da yok diyorlar – peki ne olacak o zaman? İstasyondaki danışma bürosu burada (buranın neresinde?) her gün, geceleri bile, geceleri de, tünelden trenlerin geçtiğini kabul etse de, bunun varlığını, kâğıt üzerindeki bu trenin var olduğunu kabul edemez; öyleyse hiçbir tren geçemez buradan ve içinde kimse olamaz, o zaman bütün bunlar da olamaz, ve şu da olamaz: o adam düşündü, okudu, sigara içti, baktı, gördü, gitti, bir telgrafı cebine koydu; sonra: şöyle konuştu – olamaz bu, bunların hiçbiri yoksa o zaman kimse konuşamaz. Sadece kelimeler yuvarlanıp yığılıyor, sadece kâğıt hışırtıyla ters çevrilebiliyor, bunun dışında hiçbir şey olmuyor, hiçbir şey ters dönmüyor, kimse arkasına dönüp bir şey söylemiyor. Öyleyse kim bir şey söyleyecek, kelimeler birleşip ne oluşacak – neredeyse var olan her şey ve olmayan pek çok şey. Ama kâğıt tünelden geçmek istiyor, tünele girmeden önce (ama girdi bile!), üzeri henüz sözcüklerle dolmamışken, dışarı çıkarken üzeri dolu, sayılar konulmuş, bölünmüş, sözler oluşuyor, o geçitteki karanlıktan getirilen (sadece lambanın mavi ışığında) hayaller ve taklitler, sanrılar ve gerçek imgeler yuvarlanıp ışığa çıkıyor, bir kafanın içinden yuvarlanarak çıkıyorlar, kendilerinden söz eden, savunan, kafanın içindeki tünel sayesinde güvenilir kılan bir ağızdan dökülüyorlar, ama o tünel de yok ortada, bir resim sadece, zaman zaman, içinde hiçbir şey, tünellerin ikisi de bulunmayacağından açmanın pek anlamı olmayan bir kafatasının içinde.
Ne demek oluyor bu? Ve araya giren bir söz, tren Semmering tünelinden geçerken, hem tren konusunda, hem de başka her şeyde bir yanılgı olduğuyla bitmeliydi, şimdi bize kalırsa, kendisi hakkında yazılırken, söz edilirken gidebilir tren, şimdi gidecek de, çünkü onun üzerinde ısrar ediliyor. Çünkü dünyayı oluşturan olguların fiili olmayana ihtiyaçları var, çünkü ancak ondan dolayı tanınabilirler.
Semmering tünelinin de sonu var, eskiden de vardı. O zaman Martin on sekizindeydi, Franza da yirmi üçündeydi ve vazgeçmeye hazırdı, güya anatomi salonunda bayılmıştı, ya da buna benzer başka bir romantik hikâye onu Fosil’in kollarına atmıştı; rayların dibine kadar neredeyse tamamı karla kaplı Semmering, ifadesizce bırakmıştı kendini, iyice tanıdık geliyordu gözlerine, kondüktör yaklaşırken tren biletini yanlış cebine koymuş, adama telgrafı uzatmıştı, sonra özür dileyerek onu tekrar cebine sokmuştu, bütün ceplerini yoklamış, cüzdanının içinde iki kez bütün kâğıtların ve kâğıt paraların arasında aramıştı bileti, hepsi Franza yüzündendi, ve kahrolası bileti sonunda bulmuştu. Hepsi o telgraf yüzündendi, stop ve stop ve stop, bu trafik işaretleri olmadan okuyamayacağını mı sanıyordu Franza, tahmin etti, bulmaya çalıştı, bu stopların engellediği bir başka gerçeklik hayal etti tekrar, kim bilir kaçıncıydı? En sonda tek bir sözcük duruyordu. Franza. Demek aklı başına gelmişti, çünkü en son telgrafında mutlaka şöyle demişti: Senin Franziska’n. Ya da: Senin ihtiyar Franziska’n. Demek şimdi böyleydi Franza, keyfi kaçtı, çünkü bu telgrafı hiç almamış gibi yapabileceği ancak şimdi aklına gelmişti, sonra yoldan bir kartpostal atabilirdi, en iyisi İskenderiye’den, etkili bir şekilde gözlerinin önüne getirdi bunu, İskenderiye’yi, telgraf neden eline geçmiş olsundu ki. Yaptığı planlara, kesin bölümlere ayrılmış zamanına uymayan bir şey varsa o da bu telgraftı. Viyana’ya dönüyordu, inceden inceye hazırlandıktan, kirasını peşin ödedikten, herkesle el sıkıştıktan, enstitüdeki işleri ayarladıktan sonra ayrıldığı yere dönüyordu, çoktan oradan ayrıldıktan sonra yeniden dönüyordu oraya işte. Yepyeni çirkinliğiyle Wiener Neustadt, nihayet Baden, sonra yine Viyana, Güney İstasyonu, Güney Demiryolu. Hep onların olacak demiryolu burasıydı işte, onun ve Franza’nın, hattın sadece birinden geçerek hayata girilir, diğerinin üzerinden dönülür, onlar her zaman sadece Güney Demiryolunu iyi tanımışlardı, onun yanında dünyadaki bütün demiryolu hatları ikinci sınıf kalırdı, onları öğrenmek gerekmezdi.
Martin koridordaki telefon kulübelerinden birine girdi, elinde sayarak hazırladığı şilinler vardı, telefon rehberini gözden geçirdikten sonra numarayı çevirirken, o yapının ilk başta nasıl olduğu gözünde canlanabilsin diye elinden gelse o hasarlı istasyonun tamamını gözleriyle yeniden harabeye çevirirdi, esintili, cereyanlı, siyah, tehditkâr, daha içine girerken insanın soluğunu kesen bir yerdi herhalde, okula gittikleri sırada, Franza onu birkaç günlüğüne oraya çağırdığında istasyon herhalde böyleydi. Artık kimsenin üşümediği ve korkmadığı bu güney istasyonu elbette asıl güney istasyonu değildi, klinikle telefon bağlantısı kurulmuştu, kendisinin üst üste tekrarladığı cümleleri hattaki çıtırtılar arasında bir kadın sesinden öbürüne aktarılıyordu, ilk kadının steril, orasının hangi klinik ve doğru klinik olduğunu söylemekten papağanlaşmış sesi, ikincinin, aşırı yorulmuş, alçakgönüllü sesine gidene kadar, çoktan bekleme odasına, adamın sağ koluna ulaşmıştı herhalde, tabii orada bekleme odası diye bir şey varsa; sonra gerçekten de Fosil gelmişti telefona, kendi öneminin bilincinde, küstahlığa kaçan terbiyeli bir tavırla telefona adını söylemişti, sadece toplumun üst tabakalarındaki bazı Viyanalılara ve eski k. ve k. subaylarına* özgü o hafifçe genizden gelen sesle konuşmuştu, ama Fosil’in genizden gelen sesi eğitimliliğin ve otoritenin genizden gelen sesinin özel bir karışımıydı, Martin ise daha yeni, temizlenmiş bir Almancayla konuşmak durumundaydı, gevrekti bu Almanca, birkaç yumuşatılmış sert sessiz harf de içeriyordu, yine de yumuşaktı, Martin’in o anda olduğu gibi insan ne kadar az ve öz konuşmaya niyet etse de, ne kadar öfkeyle ve açık açık konuşmaya kararlı olsa da, bu dilden bu yumuşaklığı silmek kolay değildi. Fosil, mesleki özen ve kararlılık karışımının dozunu iyi ayarlayarak, kendisini sürekli rahatsız eden bir sigortalı hastaymış ya da kendini beğenmiş bir hastaymış gibi başından savdı onu. Sadece bir kez araya girip bir soru soran ama sorusu yanıtsız kalan Martin’in anladığı bir tek şey varsa o da kendisinin müdahale etmemesi gerektiğiydi, bir de boşanma formalitelerini ve usullerini avukatın bildiğiydi. Telefonu kapattıklarında Martin, daha önce, hiçbir şeye karışmadığı ve boşanma konusunda pek bir şey bilmediği zaman nasıl bir şey anlamadıysa şimdi daha da az anladığını fark etti. Ortadan kaybolan kız kardeşini bulmak için gelmişti o, şimdiyse onun nerede olduğunu hâlâ bilmiyordu, onun nerede bulunduğuna dair bilgi alamayacaksa neden gelmişti buraya. Tekrar bir şilin attı telefona, tekrar ilk kadının sesini duydu, sonra ilk çıtırtıyı. Telefonu kapattı. Artık ikinci ve üçüncü sesle uğraşmak istemiyordu, kulakları buna tahammül edemeyecekti. Bir taksiye binip Hietzing’deki adresi verdi. Yola çıktı, aşağılanmıştı, evet, iyice düşününce aşağılandığını hissediyordu, geri çevrilmişti, anlaşılan bir erkek kardeşin bir otoriteyi sıkıntıya düşürecek soru sorma hakkının olmadığı bir dünyanın sınırlarının dışına sürülmüştü, ve eğer yapacağı bir şey varsa o da, güç kullanarak da olsa daha fazla soru sormadan da olsa, kendisine imdat çağrısı ileten kişiyi en azından alıp götürmekti, başkalarının işine burnunu sokup sokmayacağı hiç umurunda değildi.
Aşçı kadının ağzından çıkan ve kulağa yapmacık gelmeyen, diplomatça olmadığı da söylenemeyecek, “İsa aşkına, Doktor Bey”i duyunca Martin gelişinin kadını telaşlandırdığını mı yoksa sevindirdiğini mi anlayamadı, evin içine girmesine izin vereceğine de emin olamadı, yine de girdi ve kapıyı da kendisi kapattı. Neyse ki kadının adının “Bayan Rosi” olduğu aklına gelmişti, ona adıyla hitap etmeye başlar başlamaz kadının ağzından bir de “Ulu Meryem ve Yusuf” çıkınca Franza’nın orada olmadığı kanıtlanmış oldu. Bayan Rosi her konuştuğunda, onun Viyana Almancasını Yüksek Almancaya çevirmek için insanın kendini epeyce zorlaması gerekiyordu, dolayısıyla kadının hangi sözcüğü söylemek istediği hemen akla geliyordu, Jessas Marandjosef,* deyince herhalde bunu, elbette kendini hizmetkâr gibi hissetmese de, yanında çalıştığı kişilere borçlu olduğunu düşündüğü için söylemişti, profesör başkalarının yanında öyle söylese de Bayan Rosi evin sadık çalışanı değildi, çoğu kez zorla bastırılan bir öfkeye yol açan bir ahmak da değildi, Bayan Rosi kendisini görevli, hatta sigortalı olan, sosyal sigorta yasasına bağlı çalışan biri olarak tanıtmayı seviyordu. Evin hanımının artık Baden’deki kaplıcada kalmadığını belli ki gerçekten bilmiyordu, aklından pek çok düşünce geçtiği belliydi, kendisine hiçbir konuda bilgi verilmediğini anlıyordu çünkü, bir sabah ucuz bir külot, elbette ki evin hanımının değildi, bir keresinde de banyoda naylon bir torba ile saça takılan bir tarak bulmuş olması, tabii böyle bir şey en iyi evlerde bile olurdu, ki kendisi daima en iyi evlerde çalışmıştı, nelerle karşılaşılabileceğini elbette evin hanımının erkek kardeşine sayıp dökmeyecekti ama kadının aklından bir şeyler geçtiğini gören Martin zaten böyle şeyler sormayı amaçlamıyordu, içinden gelen dürtüye karşı koyamıyormuş gibi, elinde arama izni olan bir cinayet masası komiseriymiş gibi bir adım attı, salona girdi, kadın da peşindeydi, Martin’in bildiği bir yerdi salon, ama orayı böyle pencereleri açık, duvara dayalı süpürgeyle, yani, akşamın düzeniyle hiç ilgisi olmayan bir temizlik havasında görmemişti. Burada pek çok akşam daveti verilmişti, sonuncusu verileli altı ayı da geçmişti, o zaman, Franza’ya hayal kırıklığı içinde değil, tam bir kayıtsızlıkla bakmıştı, salona alınmış, bozuk bir kayıt makinesi gibiydi, bir tek Tabipler Odasındaki başkanlık görevinden ayrılmış olan ve Martin’e yaşanan karmaşık olayları anlatan Mahler’le dikkat çekecek şekilde sohbet etmişti. Gerçekten de tam bir dedektif gibi durmuştu orada, sanki ayak izlerini ve kadehlerin bıraktığı izleri güvenceye almak, herkesin nerede durduğunu, nerede ve kimin yanında oturduğunu hatırlayabilmek için tebeşirle yerleri çizmesi gereken bir dedektif gibi durmuştu, Viyana’nın en ünlü psikiyatrlarından ikisinin ve ünlülükte ikinci sırada olan üçünün ve sıradan kişilerin, davetli palyaçoların, tanımadığı bir yazarın, yolculuklarını dialı konferanslara dönüştüren bir gezginin, sonra tam ortadaki Gebauer’lerin, bir kadın piyanistin ve bütün beylerin hanımlarının elbette, Eğitim Bakanlığından şu müsteşarın da; ama bu da yetmemişti ona, bu insanların hepsinin arasına ipler germeliydi, rekabetleri ve düşmanlıkları açıkça gösteren beyaz ipler; Mahler’le birlikte kütüphanenin önünde durmuş, herkesin birbirine korkunç derecede benzediği, tekdüzeliği sadece birkaç göze batan ayrıntının bozduğu görüntüye bakıp eğlenmişti, evlerine dönerlerken bu uyum, yine herkes tarafından ve karşılıklı olarak, açıkça kendini beğenmişliğe ve başkalarındaki ayrıntılara aldırmazlığa dönüşecekti. Çok şey anlatabilecek olan, ama o gece elindeki kadehlerle oradan oraya giden, herkesi dolaşan Franza hakkında bir şey söyleyemeyecek olan o salonda duruyordu şimdi Martin, viski almak istemez miydin Martin, hatırlayabildiği son söz buydu ve hemen hemen başka bir şey de hatırlamıyordu. Bayan Rosi’nin elinde bir toz bezi vardı, Martin’in bir şey yapmasını, ama neyi, engelleyecek bir silah gibi şimdi eline almış olmalıydı onu. Martin yürümeye devam etti, yandaki bir odaya geçti, kadın da peşindeydi, sonra Martin yatak odasının kapısını açtı, daha önce hiç girmemişti oraya, yerini bile bilmezdi, elbise dolabını açtı, birkaç elbise çıkardı, çünkü dolapta Franza’nın giysileri asılıydı, elbiseleri kolunun üzerine attı, telefon etmesi gerektiğini söyledi. Bayan Rosi’yi, Martin’in elbiseleri almasından çok bu telefon isteği tedirgin etmiş gibiydi, bu isteğe öyle kolayca evet diyemeyeceğini söyledi, hem telefon zaten çalışma odasındaydı, Martin elbiseleri bırakmadan çalışma odasına gitti, masaya oturdu, telefon rehberine bakması gerekmedi, zaten orada rehber yoktu, ama kişisel bir telefon rehberi vardı, gizli numaralar, muayenehane numaraları, Tabipler Odası, kenarında Baden’deki telefon numarası yazılıydı, emin olmak için bir kez daha o numarayı aradı, değişik bir yanıt almadı, Franza gitmişti, ama eşyası oradaydı, sadece elbisesi ve mantosu yoktu, bir de bir kadının sokağa çıkarken yanına aldığı ufak tefek, aşağı yukarı bunlar, sayın Profesör dışında kimseye haber vermemişlerdi, ama anlaşılan o da bir başkasına haber vermeyi gerekli görmemişti. Polis işin içine sokulmamıştı, Jordan’ın adı söz konusu olunca son derece doğaldı bu. Hanımefendi dedikleri aynı zamanda bir Jordan’dı, bu düşünce Martin’in bilincine damla damla akınca, Martin o kadının ne kadarının kendi kız kardeşi olduğunu merak etti. Bayan Rosi’nin hâlâ kapının eşiğinde durmasına aldırmadı, kadın sonradan bu durumu Profesöre “kılımı kıpırdatmadan dikildim kapıda” diye anlatacaktı herhalde; demek yüce papazın çalışma masası buydu, Martin’in aklına yeni bir hainlik geldi, çünkü bir yerde teoloji temeline dayanan ruh sağlığve psikoterapi ve üzerlerinde gerili yay hakkında bir şeyler okumuştu, ancak Bay Jordan’ın hastalığı ve zamanı ve zamanın hastalığını ne kadar daha iyi ifade ettiği hiç umurunda değildi, doğabiliminin ve sınırlarının nereye kadar gittiğinin ve psikolojik yardımın hangi başlıklar altına gireceği de. Koyu bir öfke duydu, kolu da uyuşmaya başlamıştı, Franza’nın bu mevsimde belki de başka giysilere ihtiyacı olacağını düşündü, hangisini isteyeceğini Martin nereden bilecekti, o elbiseleri jest olsun diye almıştı dolaptan, giderken yanına ona ait bir şeyler almak istemişti; sonra Bayan Rosi, bir şey yapmış olmak için onu kolundaki bu giysilerden kurtardı, giysi bavulu orada olmadığı için onları naylon bir kılıfa koyacaktı, bir başka bavul daha hazırlayacaktı, Martin’in bir itirazı yoktu buna, hem umursamıyordu da, çünkü şimdi Nemec’e telefon etmesi ve ona söylemesi gerekiyordu, Elfi Nemec’e ne söyleyeceğini bilmiyordu, ne olursa olsun Viyana’da olduğunu, hiç bilmediği bir evde, bir masanın başında izinsiz oturduğunu söyleyemezdi, üstelik kolu ağrıyordu, Fosil’in kişisel telefon rehberinde Nemec’in telefon numarası elbette yoktu, Martin de Elfi’sinin telefon numarasını ezbere bilmiyordu. Ama Profesöre tekrar telefon edebilir ve ona, ama bu sefer soğuk, soğuk bir sesle, burada onun evinde olduğunu, polise haber versem mi diye düşündüğünü söyleyebilirdi, kimin adına, evet kimin adına, aile adına mı, hangi aile, aile diye bir şey kalmadığını Fosil de biliyordu, öyleyse kendi adına, ablası, üstelik tek kardeşi olan ablası kaybolan Martin’in adına. Bu fikri aklından hemen çıkardı, Bayan Rosi yatak odasında bavul topluyor olmalıydı, Martin masanın çekmecelerini açtı, hızla gözden geçirdi, dosyalar, vergi belgeleri, dosyalar, hasta bilgileri, taslak yazılar, belge örnekleri, bunların hepsinin üzerinde Franza’nın çocuksu, tertemiz el yazısı vardı, tekrar dosyalar, sonra sağ taraftaki en alt çekmeceye ulaştı Martin, aramadığı şeyi orada buldu. Üzerinde Franza’nın el yazısı olan birkaç tane kâğıt vardı çekmecede, yo, başlanmış mektuplardı bunlar, hepsi kısacıktı, el yazısı güzeldi, çünkü Franza’nın el yazısı, Villach Lisesinde öğrendiği yatık öğrenci yazısı, anlaşılan daha fazla gelişmemişti, hâlâ on beş yaşındaki gibiydi. Sanki savaşın sonu o yazıyı da noktalamıştı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıFranza’nın Kitabı
- Sayfa Sayısı264
- YazarIngeborg Bachmann
- ISBN9789750865114
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sessiz Ölüm ~ Volker Kutscher
Sessiz Ölüm
Volker Kutscher
Almanya, 1930. Avrupa’nın en önemli sinema merkezlerinden olan Berlin’de, gözde bir aktristin öldürülmesiyle başlıyor hikâye. Arka planda, sinema sektöründe ve yeraltı dünyasında dönen amansız...
- Yetenek – Yedi Krallık Üçlemesi 1.Kitap ~ Kristin Cashore
Yetenek – Yedi Krallık Üçlemesi 1.Kitap
Kristin Cashore
Katsa sadece ellerini kullanarak bir insanı öldürebilme becerisine sahiptir. Olağanüstü bir hünerle doğan, nadir insanlardan birisi, bir Yetenekli’dir. Kralın yeğeni olduğu için ayrıcalıklı bir...
- Geceyarısı Tutkusu ~ Tracy Anne Warren
Geceyarısı Tutkusu
Tracy Anne Warren
Eliza Hammond huysuz, bakımsız ve içine kapanık biri olarak herkesin köşe bucak kaçtığı biriydi. Ne var ki teyzesinden kalan büyük miras sayesinde bir anda...