Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Galata Canavarı Bıçakçı Petri
Galata Canavarı Bıçakçı Petri

Galata Canavarı Bıçakçı Petri

Reşad Ekrem Koçu

19. yüzyıl Osmanlı dünyasında, kurbanlarını kalplerine bıçak saplayarak öldüren bir katilin, “boylu boslu, yakışıklı, çehreli, pençeli, sırım gibi bir genç adam” olan Petri’nin soluk…

19. yüzyıl Osmanlı dünyasında, kurbanlarını kalplerine bıçak saplayarak öldüren bir katilin, “boylu boslu, yakışıklı, çehreli, pençeli, sırım gibi bir genç adam” olan Petri’nin soluk soluğa macerası… Ayamavri Adası’ndan Galata’ya ve açık denizlere uzanan hikâye, milletlerin ve dillerin iç içe geçtiği Osmanlı dünyasında renkli bir yolculuk aynı zamanda…

Reşad Ekrem Koçu’nun “Bu benim en büyük eserimdir” diye andığı Galata Canavarı Bıçakçı Petri temposu hiç düşmeyen ve zevkle okunan bir dönem polisiyesi. Koçu’nun dört kez genişleterek yazdığı hikâye, ilk kez kitaplaşarak okurlarla buluşuyor.

Sunuş
Reşad Ekrem Koçu ve Bıçakçı Petri

“… dört defa genişleterek yazdığı Bıçakçı Petri en sevdiği romanıydı.” Reşad Ekrem’in öğrencisi de olmuş Erdem Yücel, İSTanbul dergisinin 11. sayısında yer alan “Bilinmeyen Yönleriyle Reşad Ekrem Koçu” başlıklı yazısında söylüyordu bunu. Daha önce altı yedi kitabını okuduğum yazarın bu romanını alıp okumak istediğimde henüz kitaplaşmamış olduğunu gördüm. Dahası, hakkında yapılan çalışmalarda eserin tefrikasına dair herhangi bir bilgi de yoktu. Bir araştırmacı için paha biçilmez bir davet, bir meydan okumaydı bu. Reşad Ekrem Koçu gibi çok üretmiş, üretimi sayısız gazete ve dergiye yayılmış bir yazarın bu en sevdiği romanını bulmak… Zordu. Bir an bile duraksamadan işe koyuldum. İnternette kapsamlı bir arama yaptım ve Reşad Ekrem’in Petri’den bahsettiği birkaç yazıya ulaştım. Ancak romanı bulmam bir sene kadar sonra ve Suat Derviş sayesinde oldu. Neriman Hikmet’in verdiği bir ipucuyla Derviş’in yeni eserlerinin izini sürerken Tercüman’da karşıma çıktı Petri. “Bu benim en büyük eserimdir.” Reşad Ekrem tefrika tanıtımında söylüyordu bunu. Heyecanım bir kat daha artmıştı. Romanı okuduğumda, o güne kadar İstanbul Ansiklopedisi’ndeki “Galata Canavarı Bıçakçı Petri” maddesinde özetlendiği kadarıyla bildiğimiz hikâyenin büyüsüne kapılmıştım. Bıçakçı Petri, bir an bile hız kesmeyen, okuyucuyu soluksuz bırakan bir dönem polisiyesiydi. Üstelik Peyami Safa’nın Cingöz Recai’de yahut Patricia Highsmith’in Yetenekli Bay Ripley’de yaptığı gibi merkezine suçluyu koyuyor, onun psikolojisini ve sergüzeştini anlatıyordu.

Ansiklopedi’deki maddeyi yazan Hüsnü Kınaylı’nın alıntıladığı, roman hakkında Münevver Ayaşlı’nın yaptığı yoruma katılmamak elde değil. “Bir Batı dilinde kaleme alınmış olsaydı muharririne dünya ölçüsünde şöhret kazandıracak, filmleri çevrilecek bir eserdir.” Birkaç ay sonra Galata Canavarı Bıçakçı Petri ikinci kez karşıma çıktı. 1962-63 yıllarında, kısa bir süre çıkmış Hareket adlı gazetede de tefrika edilmişti roman. Yani Tercüman’daki tefrikadan yedi sene önce. Böylece Erdem Yücel’in, yazısında “dört defa genişleterek yazdığı” deyişinin, gazete ve dergi arşivlerinde dört farklı Petri versiyonu olabileceğini işaret ettiğini anladım. Zaten Hareket gazetesindeki tefrikanın başında Koçu da bir önceki versiyonun bilgisini veriyordu. 1961’de, Cumhuriyet’te tefrika edilen İstanbul Tarihindeki Meşhur Zabıta Vakaları serisi içinde yer vermişti Petri ve macerasına. Araştırdıkça 1942’ye kadar uzandı Petri-Koçu ilişkisinin tarihi. Anladığım kadarıyla Bıçakçı Petri, Reşad Ekrem’in karşısına ilk olarak Ahmet Rasim’in Fuhş-ı Atik kitabında çıkıyor. Zira 1942 tarihli, Ahmet Bülent Koçu imzalı, “Ahmet Rasim ve İstanbul” başlıklı yazısında onun adını geçiriyor. Ve yıllar içinde hayal gücünün de etkisiyle Petri’nin macerası dallanıp budaklanıyor. Örneğin 1952’de Akşam’daki, “Meraklı Tarih Sohbetleri” köşesinde yine Petri’den bahsederken “Elime yazma bir hatıra defteri geçti. Galata hayatından bahseden bu defterin bir yerinde Bıçakçı Petri hakkında da şayan-ı dikkat bir kayıt var” diyor. Böylece yıllar içinde kâh hatıra defterlerinin, kâh gazete haberlerinin, zabıta kayıtlarının meşkuk şahadetleriyle Bıçakçı Petri kurmaca ile kurmaca dışının iç içe geçtiği bir yolculuk sonunda Galata Canavarı’na dönüşüyor. Reşad Ekrem Koçu’nun, en sevdiğim romanım dediği Galata Canavarı Bıçakçı Petri sonunda bizlerle. Romanın, 1970’te, Tercüman’da tefrika edilen son versiyonu esas alındı. Koçu, aklından bir türlü çıkartamadığı, tekrar tekrar hikâyesini yazdığı bu delikanlıyı bir kez daha yanına alıyor ve bizi diyar diyar gezdiriyor. İsmi yâd, ruhu şad olsun.

Serdar Soydan

 

Kan kokan şarap

Geçen yüzyılın sonlarında “Galata Canavarı” ve “Bıçakçı” lakapları ile anılmış ve İstanbul zabıtasını yıllarca peşinde koşturmuş Ayamavrili Petri, bir fahişenin on dört yaşındayken doğurduğu ilk ve son çocuğuydu. Bir yaz gecesiymiş, küçük günahkâr, alametler belirince kasabadan kaçmış, Petri’yi kırda, bir fıstıkçamının altında doğurmuş. Niyeti, çocuğu, yüzünü görmeden oradaki uçurum kayalardan denize atmakmış, fakat evladının sesini işitince yapamamış. Ana oğul sefalet içinde yoğurulmuşlardı. Petri on üç yaşındayken anası korsan bıçağı altında ölmüştü; Ayamavri’de, memleketinde. Petri’nin hayat çilesinin başladığı Ayamavri, Adriyatik Denizi’nde küçük bir adadır. On yedinci yüzyıl ortasında Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin sekizinci cildinde bu adanın resmini çok renkli çiziyor. “Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa fethetmiştir. İki yüz adet beyaz taştan yapılmış, kiremit örtü evleri vardır, bahçeli tek ev yoktur, taş döşeli sokakları dardır. Halkı cümle gemici, balıkçı, korsandır. Meyhaneleri gayet çoktur. Gece gündüz ayş ü işretler olur; bir saz, bir söz ve bir hay huy ile hengâmedir ki güya Cezayir vilayetidir. Kıyafetleri de Cezayirli gibidir, başlarında kırmızı fes, kırmızı ve önü kavuşmaz yelekler giyip göğüsleri görünür; bellerine ipek kuşaklar sarınıp kuşaklarında çatal bıçakları, ellerinde balta ve nacakları, beyaz dimiden beyaz çakşır giyip ve baldırları çıplak gezip çıplak ayaklarına siyah filar giyerler. Ta müflis, mendebur olunca işret edip yine denize açılırlar.” Ayamavri iki yüz elli yıl içinde çok az değişmişti; Petri bu manzara içinde doğmuştur. Yalınayak ve yarı çıplak, fakat vücut yapısı düzgün, tığ gibi civelek ve yüzü öyle bir güzellik nakşı ki, eşsiz. Petri, anasının ölüsü kaldırılmadan barınacak yer buldu. Halkı gemici, balıkçı ve hatta korsan olan Ayamavri’de meyhane çırağı olmuştu. Sesi güzeldi ve yaradılıştan hünerle oyun biliyordu. Laternanın, gayda, keman, gitara ve mandolinlerin dumanlı kafaları kamçılayan nağmeleri arasında deniz adamı ayyaşlara hem sakilik hem hanendelik hem de köçeklik yaptı. Bu aradadır ki kendisinden en az otuz yaş büyük yaman bir korsan ve kaçakçı olan Kefalonyalı Lefteri Kaptan’la yakın bir dostluk kurdu. Bir gece, vakit çok ilerlemiş, meyhanenin kapanma saatine yakın, müşterilerin hepsi artık ne işittiğini anlıyor ve ne de meramını anlatabiliyordu. Sarhoş fakat usta bir el bir mandolinin tellerinde dolaşarak tatlı nağmeler dağıttı ve o çalgıcı bet sesi ile mırıldandı. “Dose mu krasi!” Çalgıcının yanında oturan iki sarhoş, bir şarkının bu ilk sözünü daha yüksek sesle tekrarladı. Sonra başka bir adam “Haydi Petri, söyle!” dedi. Petri tezgâh başında duruyordu. Başında kalıpsız bir fes vardı, fesini arkaya atmış ve koyu kumral saçları kasımpatı gibi alnına dökülmüştü. Sırtında, beyaz üstüne mavi çubuklu bir mintan ve onun üstünde kenarları siyah kaytanlı, süt mavisi bir camadan vardı. Fesinden gayet uzun, siyah, burma bir kordonla sarkan bir mavi püskül sol omuzunun üstüne düşmüştü. Belinde Trablus kuşağı ve ayağında adalı şalvarı, ağı çıplak ayaklarının incik kemiklerine kadar sarkmış bir şalvar; çıplak ayaklarına da tabanı tahta, üstü o tahtaya çakılmış keçeden, kaba meyhaneci kunduraları geçirmişti. Petri on beş yaşındaydı. Kendisinden istenilen yalnız bir şarkı değildi, şarkı ile beraber şaraptı. Petri güzel sesiyle okudu; körpe, güzel sesiyle.

Dose mu krasi
Yemise to me tis asimenies palamessu
Na piyo to krasi ap ti fuhtessu
Dipsasmena dipsasmena

Bu Rumca şarkı şöyle bir şeydir.

Bana şarap ver
Gümüş avuçlarına doldur
Şarabı avuçlarından içeyim
Kana kana

Petri uzun uzun parmaklı avuçlarını bir çanak gibi birleştirdi ve tezgâh başındaki barbaya uzattı. Barba sakinin avuçlarına şarap doldurdu. Petri de sarhoştu; ayaklarındaki ağır tahta kunduraları sürükleyerek Lefteri Kaptan’a doğru yürümeye başladı. Korsana yaklaşmıştı ki, Petri’den şarkıyı istemiş olan adam, Volari adındaki bir guletin sahibi, İstrati İspiro “Dur!” diye bağırdı. Petri durmadı ve avuçlarını Lefteri’nin posbıyıklı ağzına uzattı. O sırada, meyhanede sarhoş ağzı uğultuları arasında, İstrati İspiro’nun elinden çıkan bir bıçak Petri’ye doğru uçtu ve küçük delikanlının hemen omuzu üstünden geçerek arkasındaki ahşap direğe dehşetle saplandı. Petri soğukkanlı, boşalmış ıslak avuçlarını kokladı. “Kan kokuyor bu şarap” dedi. Ve sonra gözle takip edilemez, şimşek gibi bir hareketle direğe saplanmış bıçağı çekip aynı süratle geldiği yere gönderdi. Petri’nin attığı bıçak İstrati İspiro’nun kalbine, kabzasına kadar saplanmış, gömülmüştü. Sarhoş gulet kaptanı oturduğu yerden evvela kalkmış ve sonra dizlerinin üstüne yıkılmıştı. Hırıltı halinde son sözü “Putana!” demek olmuştu. Bir anda bütün ağızlar kilitlenmiş, bütün gözler açılmış, bir yerde yatan ölüye, bir de dimdik duran genç katile bakıyordu. Çok ağır geçen saniyeler… Bir adam “Mumları söndürün! Kaçalım!” diye bağırdı. Sofralardaki şamdanların mumları üflendi.

İşte o andadır ki Kefalonyalı Lefteri Kaptan genç katilin bileğinden tuttu ve kulağına “Yürü Petri!” dedi. Kaptanın öbür elinde tabancası vardı. Petri ayaklarından ağır kunduraları atarak Lefteri’nin peşinde yalınayak sürüklenip gitti. Kaba taş döşeli, dar yoldan iskeleye indiler ve orada korsan gemisinin kayığına atladılar. Bu yelkenli gemi bir çırnıktı ve adı Poseidon’du; eski putperest Yunanlıların denizler mabudunun ismini taşıyordu. Lefteri Kaptan denginde bir korsan için sessizce demir almak ve yelken açıp Ayamavri’den kaçmak iş değildi. Vakit gece yarısını geçiyordu ve yelken dolduran bir şimal rüzgârı esiyordu. Petri, doğduğu Ayamavri’den çıktı. Bu vakanın tarihi 1871’dir.

1874’te Galata

1874 Kasım’ının on birinci pazar günü, yaz artığı güzelliği ve tadıyla sona eriyordu. Dar ve pis sokakları ağaçsız, taş yapıları yaşlı ve soğuk, ahşapları köhne ve çürük olan Galata’nın yüzü, Haliç’in karşı sırtları ardından batan güneşin son ışıkları ile yaldızlı ve süslüydü; güzeldi. Tıpkı şöhretleri Akdeniz memleketlerini tutmuş fahişeleri gibi. O tarihte Galata’nın rıhtımları yapılmamıştı. Yalı boyu bir sıra salaş kahvehane ve meyhane, önleri kazıklar üstünde kurulmuş kayık iskeleleriydi. Bu iskeleler arasına, baştan denize lenger ve kıçtan karaya palamar atmış yelkenliler sıralanmıştı; bombardeler, guletler, çırnıklar, brikler, peremeler, karamürseller, sandallar, beşçifteler; yelkenleri yeni, yırtık, kirli, sakız beyazı; boyaları kara, ak, kırmızı, mavi, yeşil, yaldızlı, soluk; mahmuzlarının altında arslan başları, koç başları, yunus balıkları, yılan dilli ejderhalar, fırlak gözlü ve tombul memeli deniz kızları; ve türlü devlet bayrakları, Osmanlı, Yunan, İtalyan, İngiliz, Fransız, Rus; ve isimleri Hacı Derviş, Hecin-i Bahri, Şahin-i Derya, Aya Parasteva, Aya Nikola, Aspasya, Mari, Zefir, San Marko, Gagarin; hepsi Akdeniz’den ve Karadeniz’den İstanbul’u doyurmak için tıklım tıklım dolu gelir, Foça’dan tuz, Ayvalık’tan ve Midilli’den zeytinyağı, İzmir’den ve Bodrum’dan incir, Trablus’tan limon, Aynaroz’dan ve Selanik’le Burgaz’dan kömür, Girit’ten sabun, Kıbrıs’tan harnup, Sakız’dan portakal ve nohut, Kaşot’tan ve Sisam’dan rakı, Bozcaada’dan ve Kuşadası’ndan ve Bübülce’den şarap, Balçık’tan buğday getirir ve İstanbul’dan boş dönerlerdi.

Galata’nın yalı boyunda ve iç sokaklarındaki kahvehanelerin ve meyhanelerin müşterileri de bu gemilerin türlü dili konuşan tayfaları ile Türkçeyi başka başka ağızlarla konuşan kayıkçılar, salapuryacılar, hamallar, tulumbacılar, kaldırım kopukları, bıçkınlar ve bu gürûhun ayaktaşı ve oynaşı olan zenane gençleriydi. Kadimden beri “Galata demek, meyhane demektir” denilirdi; Galata ağır kokulu bir süngerdi, sıkınca şakır şakır fuhuş akıyordu, 1874’te. İşte o pazar günü akşamı, güneş batı ufkuna bir mızrak boyu inmişken, Osmanlı bayrağı altında seyreden ve Bodrum’dan sünger ve incir yükü ile gelen Kefalonyalı Lefteri Kaptan’ın gemisi İstanbul Limanı’na girmek üzere Sarayburnu’nu dönmüştü. Havada en hafif bir esinti yok, iki tayfa kayığa atlamış ve küreklere asılarak gemiyi Galata’nın Yağ İskelesi’ne doğru ağır ağır çekmeye başlamıştı; bu iskeleye ancak gün battıktan sonra gelebildiler. Çırnığın dört tayfası, Lambo, Toma, Hristo ve Koçis, kaptanları Lefteri gibi Kefalonyalıydı; yaşları yirmi ile otuz arasında, uzun boylu, kara-kızıl derili, vahşi bakan, dik dik konuşan, kocaman pençeli, irikıyım ayakları demir gülle topuklu, yosun saçlı, dördü de posbıyık ve sakallı acı kuvvetli gençlerdi. Petri, küçük firari katil, dört yıla yakındır ki bu adamlarla denizde dolaşıyordu. Çok serpilmiş, gelişmişti; boyu, eli ayağı, rengi öbür tayfaların ayarında, denginde, kıyımındaydı. Fakat onlardan farkı sadece körpeliği değildi, Ayamavri adalı Petri, çok güzeldi. Onu bir ressam, bir heykeltıraş görseydi Apollo’nun yeryüzüne indiğini sanırdı. Yahut ki, Apollo’nun en doğru bir resmini ve heykelini yapmak için Ayamavrili delikanlının çıplak model olması gerekirdi. Koyu kumral bıyıkları duman duman yeni terlemişti. Yüzüne güneş vurduğu zaman, çenesinin altında ve etrafında altın bir çizgi beliriyordu. Kâkülleri yine alnında, siyah kaytanlı süt mavisi camadanı yine sırtında ve ağı ayaklarının incik kemikleri hizasına kadar inen adalı şalvarı yine üstündeydi. Sesi yine güzel ve sarhoş olunca yine kalkıp oynuyordu ve avuçlarına şarap doldurup sakilik yapıyordu.

Çırnık denize baştan lenger ve Galata’nın Yağ İskelesi’ne kıçtan palamar attıktan sonra dört tayfa hemen yemek yediler, üçü yattı, biri vardiyada kaldı. Lefteri Kaptan ile Galata’yı görmekte sabırsız Petri ise bir meyhane âlemi için kayıkla karaya çıktılar. Kefalonyalı korsan daha gemideyken “Petri, seni Lavirentos’a götüreceğim. Öyle meyhane ki yalnız Galata’da değil yeryüzünde bir tane. Ve yarın gece orada altı kişilik bir sofra açacağım!” demişti. Petri, İstanbul’a ilk geliyordu. İstanbul’u o pazar günü Marmara’nın ortasından sabahın ilk ışıkları altında görmüştü ve azametli siluetine hayran olmuştu. Rüzgâr kâh hafifçe esmiş, kâh dinmiş ve esinti dindikçe gemiyi kayık yedeğinde çekmişlerdi. Yaklaştıkça büyük şehrin kanat kanat açılması, önce Boğaz’ın ve sonra Haliç’in belirmesi Lefteri Kaptan’ın zenanesine yine ilk defa olarak istikbalini düşündürmüştü. Petri, denizde dolaşmaya başladığı dört sene içinde Mesina’yı, İskenderiye’yi, Beyrut’u, Yafa’yı, Hanya’yı, Kandiye’yi, Bodrum’u, Foça’yı, İzmir’i, Selanik’i, Pire’yi ve en küçüğüne kadar Ege Denizi’ne serpilmiş bütün adaları görmüştü, fakat hiçbirinin karşısında istikbal diye bir şey düşünmemişti, onu yalnız İstanbul düşündürdü. İçinden İnsan işte bu şehirde kaybolabilir ve bir başka insan olarak yeniden doğabilir, dedi. İstrati İspiro’nun hırıltısı hâlâ kulaklarındaydı. “Putana!” Gece korsanın yanında karaya çıkarken, Ben bu şehirde kalacağım, diye kesin bir karar vardı kafasında. Galata demek, meyhane demekti, tahammür halindeki şarap fıçısına bir üzüm tanesi daha atılacaktı.

Caniyi, zillet damgası altında duyulan hınç yarattı

Petri on üç yaşındayken kendisini sokakta zannettiği gün bir komşu kadının sözlerini unutmamıştı. “Kara Kosti ananı arkaüstü yatırmış, bıçağının sivri ucu ile memesinin üstünü çiziyor, çizdiği yerden iflik iflik kanlar sızıyordu. Pencereden bunu gördüm, korkumdan bir çığlık attım. O zaman Kosti ‘Geber Putana!’ dedi ve bıçağını kadının göğsüne gömdü.” Anasını öldüren Kosti’nin bıçağı gibi İstrati İspiro’nun fırlattığı bıçak da Petri’yi yere serseydi, sadece “Bir putanaydı ama sesi güzel ve güzel oynardı… Yazık oldu” diyeceklerdi. Petri, alnındaki kâkülden ayağındaki tırnağına kadar güzel yaratılmış bu delikanlı, güzel anasını ve kendisini bıçaklı-bıçaksız birtakım adamların şeytani nefis hırslarına zebun eden alınyazısını, basit tesadüfler ve karşılaşmalar olarak kabul etmişti ve İstanbul’u görünceye kadar kaderine rıza göstermişti. Kötü fakat basit tesadüfler. Mesela anası, on bir, on iki yaşında bir küçücük kız; evleri Ayamavri’nin bitiminde. Balıkçı babası bir fırtınada üç gün olmuş kaybolalı. Konu komşu “Ağlama gelir… O gelmezse nişanlın var” demişler. İki keçi yavrusu akşamüstü kıra kaçmış, kız onların peşinden koşmuş, ortalık kararmış, keçi yavrularını bulamamış ama karşısına dev gibi bir adam çıkmış, Ayamavri’den olmayan bir meçhul adam, yüzünü bile fark edememiş kızcağız, bir yabancı gemiden bir tayfa, kızı hemen bütün gece acı baskının altında kırda tutmuş, sabaha karşı ağlaya ağlaya eve dönen perişan kızın babasının devrilmiş boş kayığını bulmuşlar, nişanlısı da kızı almamış. Keçilerin kıra kaçtığı akşam küçük kızın önüne niçin bir papaz çıkmamış da ırz düşmanı bir haydut çıkmış? Petri on bir yaşında, mektepte akranı çocukların hepsinden kuvvetli olduğu halde, ne zaman ki bir meselede haklı olsa, ona hakkını teslim etmezlerdi, hiç münasebeti yokken “Baban kim?” diye sorarlardı, “Senin anan putanadır!” derlerdi. Ve haklı Petri, boynunu büküp bir köşeye çekilmeye mecbur olurdu ve mektebi de bu yüzden bırakmıştı. Evleri tek odaydı. Sığıntı oturuyorlardı. Bir gece anasına Ayamavri’nin büyüklerinden bir misafir gelmişti. Herkesi damının altına kapayan tufanı andırır yağmurdan istifade etmiş ve yüzünü sımsıkı örtüp gizlemişti. Evlerine girdikten sonra yüzünü Petri’ye de göstermedi. Çocuğu savmaya mecbur kalan kadın “Git… bu gece Daskalos’un evinde yat!” dedi; elbet ki yağmur altında avluda yatıramazdı. Daskalos, Petri’nin bir yıldan beri terk ettiği mektebin muhterem hocası, çok okumuş adam, Ayamavri’de papazdan sonra en muhterem adam. Kara sakallı o muhterem adam küçük ve ürkek bir elle vurulan kapısını açtı. Putananın bir kız gibi güzel oğlu, başı açık, yalınayak, sırılsıklam, mum ışığının karşısında utandı, sıkıldı ama söyledi. “Anamın” dedi, “misafiri var. Bu gece beni buraya gönderdi, yatmam için.” Islak kâkülleri alnına yapışmış çocuğun yüzündeki yağmur damlaları mı, gözyaşları mı, Daskalos ayırt edemedi, evinde tek başına oturan bekâr adam küçük misafirini kabul etti ve her şeyden evvel üstündeki ıslak şeyleri almak için onu çırılçıplak soydu. Bu eve girerken yüzündeki yağmur damlaları mıdır, gözyaşları mıdır ayırt edilmeyen Petri, ertesi sabah ağlayarak ayrıldı. Muhterem adam “Sana kimse inanmaz” dedi, “çünkü anan putanadır ama istersen sana kilisenin sandığından esvap yaptırırım, pabuç aldırırım çıplak ayaklarına!” Haftalar, aylarla iki yıl geçti; Petri’nin evine gitmediği geceler çok oldu. Küçüğün maceraları dolaşık bir yumak da değildir, öylesine kesilmiş, kırpılmış iplik parçalarıdır ki düğümlenip eklenemez; anlatılmaz. Nihayet anasının katledildiği gün Kefalonyalı Lefteri Kaptan’la tanışacağı meyhaneye çırak oldu. Bir müddet sadece çırak, ama yine putananın oğlu. Çocuk matemi elbet ki kısa sürecektir. Sonra sonra güzel sesi ile şarkılar söylemeye başladı ve ayaklarından ağır kunduralarını atarak kâh kalem kalem parmaklarının üstünde yürüyüp dolaşarak, kâh topuk vurarak oyun oynadı. Onun sesi ve oyunları için o meyhane doldu doldu boşaldı.

Dipsasmena… Dipsasmena!

Ve bir gece ıslak avuçlarını kokladığı zaman kan kokusu aldı putana. Lefteri Kaptan’ın gemisi Poseidon, İstanbul Limanı’na girerken büyük şehrin üstünde bir ekim güneşinin battığını gören Ayamavrili Petri istikbalini ilk defa düşünmüştü ve insanlardan nefret ettiğini de ilk defa duymuştu ve evvela yanındakilerden, Lefteri’den, Lambo’dan, Toma’dan, Hristo’dan, Koçis’ten; aczinden haz alan o Kefalonyalılardan… Sonra? Karşısına kim çıkacaksa o bilmediklerinden nefret ettiğini duydu. Alnına vurulan zillet damgasını ancak Büyük İstanbul’da kazıyıp atabilecekti. Hiçbir yerini bilmediği, tek sokağına adımını atmadığı bu şehri, kendisine doğduğu Ayamavri’den çok yakın buldu. Sanki on sekiz yaşının boyunca aşinasıymış gibi; kendisini kaybettirecekti bu şehirde, mutlaka, mutlaka! Cebinde meteliği yoktu. Korsanının yanında denizlerde dolaşırken paraya ihtiyaç duymamıştı. Bu büyük şehirde kaybolmaya karar verirken o ihtiyacı da duydu. Kuzu gibi ve kanarya gibi artık beslenmeyecekti, kartal gibi ve kurt gibi avını kendi bulup paralayacaktı, yiyecekti. Bastığı zaman yeri sarsabilen ayakları ve tuttuğunu kırıp koparan pençeleri onu aç bırakmayacaktı.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli) Tarihi Roman
  • Kitap AdıGalata Canavarı Bıçakçı Petri
  • Sayfa Sayısı296
  • YazarReşad Ekrem Koçu
  • ISBN9786255941725
  • Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Forsa Halil ~ Reşad Ekrem KoçuForsa Halil

    Forsa Halil

    Reşad Ekrem Koçu

    Reşad Ekrem’in dilinde tarih gerçek hayattan daha canlı, daha güzel, daha büyülü… Reşad Ekrem Koçu’dan, deyiş yerindeyse, bir “tarihi polisiye.” 16. yüzyıl sonlarında, Sultan...

  2. Tarihte İstanbul Esnafı ~ Reşad Ekrem KoçuTarihte İstanbul Esnafı

    Tarihte İstanbul Esnafı

    Reşad Ekrem Koçu

    Reşad Ekrem’in dilinde tarih gerçek hayattan daha canlı, daha güzel, daha büyülü… Dört başı mamur bir İstanbul esnaf tarihi: Çengilerden berberlere, çiçekçilere, esircilere, bakkallara, çöpçülere, dilencilere, arabacılara,...

  3. Kabakçı Mustafa ~ Reşad Ekrem KoçuKabakçı Mustafa

    Kabakçı Mustafa

    Reşad Ekrem Koçu

    Reşad Ekrem’in dilinde tarih gerçek hayattan daha canlı, daha güzel, daha büyülü… Osmanlı tarihi, son iki yüzyılında, ilerleme ve aydınlanma çabalarına karşı kurulu düzeni...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Esrâr-ı Cinâyât ~ Ahmet Mithat EfendiEsrâr-ı Cinâyât

    Esrâr-ı Cinâyât

    Ahmet Mithat Efendi

    Edebiyatımızda birçok yazınsal türde eser veren Ahmet Mithat Efendi’nin Esrâr-ı Cinâyât -Cinayetlerin Sırları- adlı polisiye romanı; olayların akışındaki kurgu ustalığı ve karakterlerinin güçlü bir...

  2. İmparator ~ Erol Toyİmparator

    İmparator

    Erol Toy

    İmparator, modası geçmeyen bir egemenlik oyunudur. Çokzade Fehmi, 1920 Ankara’sında çiçeği burnunda bir bakkal olarak oyuna girdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti de kuruluş günlerini yaşamaktadır. Roman...

  3. Denizin Çağırışı ~ Kemal BilbaşarDenizin Çağırışı

    Denizin Çağırışı

    Kemal Bilbaşar

    “Ah o ilçe, o küçük kasaba, beni böylesine zavallı yapan orası değil miydi? Belki mayamda bozukluk vardı. Belki de ben gerçekten hasta yaratılmış bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur