Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Geçmişe Yolculuk
Geçmişe Yolculuk

Geçmişe Yolculuk

Stefan Zweig

Zweig’ın 1920’li yıllarda yazdığı tahmin edilen bu novellanın el yazması ölümünden sonra oldukça geç bir tarihte, 1970’lerde gün ışığına çıkarıldı. Ve aşkın sınır tanımazlığı…

Zweig’ın 1920’li yıllarda yazdığı tahmin edilen bu novellanın el yazması ölümünden sonra oldukça geç bir tarihte, 1970’lerde gün ışığına çıkarıldı. Ve aşkın sınır tanımazlığı üzerine yazılmış en yoğun, en etkileyici metinler arasında yerini aldı. Geçmişe Yolculuk, zamana, mekâna ve değişen koşullara direnen yasak ve tutkulu bir aşkın hikâyesidir. Bu çılgın aşk önce okyanusun ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı’nın araya girmesiyle dokuz yıllık bir kesintiye uğrar. Yıllar sonra yeniden buluşan iki sevgilinin hayatları büyük bir değişime uğramıştır. Önlerinde uzanan belirsiz geleceğe, geçmişin sürekli aralarına giren gölgesine rağmen, aşk doludizgin sürmektedir…

*

“Geldin işte!” Kollarını uzatıp, neredeyse iki yana açarak kadına doğru yürüdü. “Geldin işte,” diye bir kez daha tekrarladı; sevdiği insanı şefkat dolu bakışlarla sarıp sarmalarken, ses tonu sürpriz ve mutluluk arasında dalgalanarak gitgide tizleşiyordu. “Gelmeyeceksin diye korkmuştum!”

“Bana güvenin gerçekten o kadar mı az?” Bu hafif serzenişe kadının yalnızca dudakları oyun oynarcasına gülümseyerek katılıyor, yıldız gibi ışıyan pırıl pırıl gözlerinden masmavi bir güven yayılıyordu.

“Hayır, ondan değil, kuşku duymadım – hem bu dünyada senin sözünden daha güvenilir ne var ki? Ama -ne kadar budalaca, diye düşünebilirsin öğleden sonra ansızın, hiç ummadığım bir anda, nedenini bilmiyorum, başına bir şey gelmiş olabilir diye anlamsız bir korku nöbetine tutuldum. Sana telgraf çekmek istedim, yanına gelmek istedim ve saatler ilerleyip seni hâlâ göremeyince birbirimizi bir kez daha kaçırırız diye çılgına döndüm. Ama Tanrı’ya şükürler olsun, sonunda geldin işte…”

“Evet, geldim işte,” diye gülümsedi kadın ve gözlerinin derin mavisinde yine o yıldız parladı. “İşte geldim ve hazırım. Gidelim mi?”

“Evet, gidelim,” diye gayriihtiyari tekrarladı dudaklar. Gelgelelim adamın hareketsiz bedeni tek bir adım bile atamıyor, sevgi dolu bakışları kadının varlığının inanılmazlığını tekrar tekrar sarmalıyordu. Frankfurt garının rayları üstlerinde, sağlarında ve sollarında sarsılan demirlerin ve camların gümbürtüsüyle zangırdıyor, keskin düdük sesleri duman altı olmuş salonun gürültüsünü bölüyordu; yirmi adet panonun her birinin üzerinde amirane bir tavırla saat ve dakika bilgisi yazılıydı, adam o sırada insan selinin kargaşası içinde orada kadından başkası yokmuş gibi hissediyordu; zamanın ve mekânın dışına çıkmış, tutkulu bir uyuşukluğa kapılıp kendinden geçmişti. Sonunda kadın, “Geç kalıyoruz, Ludwig, bilet almadık henüz,” diye uyarmak zorunda kaldı. Adam işte o zaman sabitlenmiş bakışlarını kadının üzerinden çekip, derin bir saygıyla onu kolundan tuttu.

Heidelberg’e kalkan gece ekspresi alışılmışın dışında kalabalıktı. Aldıkları birinci mevki bilet sayesinde baş başa kalacaklarını beklerken hüsrana uğrayıp kompartimanları boş yere dolaştılar, sonunda kır saçlı bir adamın bir köşede uyukladığı bir kompartımanda karar kıldılar. Yapacakları samimi sohbetin önceden tadına varıp bunun sevincini yaşadıkları sırada, hareket düdüğünün çalmasından hemen önce üç beyefendi ellerinde tıklım tıklım dolu evrak çantalarıyla soluk soluğa kompartımana daldı; belli ki avukattılar ve az önce sona ermiş bir duruşmanın etkisiyle öylesine heyecanlıydılar ki, hararetli tartışmaları kimseye konuşma şansı tanımıyordu. Böylece kadın ve adam tek söz bile etmeye çalışmadan hayal kırıklığı içinde karşılıklı oturdular. İkisinden biri gözlerini kaldırdığında ötekinin, lambanın yarattığı soluk gölgenin karabulutlarla örttüğü şefkat dolu bakışlarını sevgiyle kendisine çevirdiğini görüyordu.

Tren, hafif bir sarsıntıyla hareket etti. Avukatların sohbeti tekerleklerin takırtısıyla bastırılıp doğrudan gürültüye dönüştü. Ama sarsıntıdan ve ittirmeden ağır ağır ahenkli bir çalkalanma doğdu ve çelikten beşiğin içinde sallanarak hayallere daldılar. Altlarında takırdayan tekerlekler görünmez bir ilerleme kaydederken, bu iki insanın düşünceleri -her birininki farklı olmak üzere düşler âleminde geçmişe doğru süzüldü.

İlk kez dokuz yılı aşkın bir süre önce karşılaşmışlar, aşılamaz mesafeler yüzünden o zamandan beri ayrı düşmüşlerdi, şimdiyse konuşmadan da olsa yeniden yakın ve birlikte olduklarını artan bir şiddetle hissediyorlardı. Tanrım nasıl uzun gelmiş, nasıl bitmez tükenmez olmuştu bu dokuz yıl, dört bin gün ve şu güne, şu geceye kadar dört bin gece! Ne çok zaman geçmiş ne çok zaman yitirilmişti, ama tek bir düşünceyle ve tek bir saniyede en başa dönülebiliyordu. Nasıl olmuştu her şey? Adam çok iyi anımsıyordu: Kadının evine ilk kez yirmi üç yaşındayken gitmişti, yeni terlemiş seyrek bıyığının altındaki dudakları henüz belirginleşmişti. Yoksulluk yüzünden ezilerek geçen çocukluktan mücadele ederek kendini erkenden kurtarmış, parasız yemeklerle büyümüş, evlere öğretmenliğe giderek ve öğrencilere derslerinde yardımcı olarak ayakta kalma savaşı vermişti, çektiği yoksunluklardan ve yarı aç, yarı tok yaşamaktan genç yaşta hayata küsmüştü. Kitap alabilmek için gündüzleri birkaç kuruşu bin bir zahmetle kazanmış, geceleri de yorgun ve kasılmış sinirlerle ders çalışarak kimya öğrenimini birincilikle bitirmişti. Profesörü tarafından özellikle tavsiye edilmiş ve kendini Frankfurt am Main’daki büyük fabrikanın tanınmış müdürü ve yönetim kurulu üyesi G.’nin yanında bulmuştu. Orada önce basit laboratuvar işleriyle görevlendirilmişti; ancak müdür, hırsla hedefe kilitlenip, içinde birikmiş olan güçle kendini işine veren bu genç insanın sağlam ciddiyetini çok geçmeden fark etmiş ve onunla özel olarak ilgilenmeye başlamıştı. Onu deneme amacıyla gitgide daha büyük sorumluluklar gerektiren işler vermiş, delikanlı da bunları yoksulluğun çukurundan kurtulmanın bir yolu olarak değerlendirip işlerine hırsla sarılmıştı. Omuzlarına yüklenen işler arttıkça iradesi aynı oranda azimle kamçılanmıştı. Böylece sayıları onu aşan yardımcı arasından, sıkı sıkıya korunan sırların sorumluluğunu üstlenen asistan seçilmiş, müdürün ona içinden gelerek hitap etmeyi sevdiği şekliyle “Genç dost” olmuştu. Çünkü o, hırstan gözü dönmüş halde gündelik işlerinin üstesinden gelmeye çalışırken, sınayan bir çift göz, müdür odasının duvar kâğıdıyla gizlenmiş kapısı ardından gizlice onun daha üst görevlere uygunluğunu ölçüyor, genelde ortalarda görünmeyen amiri ona daha iyi bir geleceği öngörüyordu. Çektiği çok ağrılı bir siyatik hastalığı nedeniyle sık sık evden, hatta yataktan çıkamayan yaşlı adam, yıllardır sağladıkları çok gizli çözümler ve yaptıkları sır gibi saklanmayı gerektiren deneyler hakkında konuşabileceği çok güvenilir ve zeki bir özel sekreter arayışı içindeydi ve aradığını sonunda bulmuşa benziyordu. Müdür günün birinde beklenmedik bir öneriyle genç adama yaklaşıp onu şaşırtmıştı; daha çok elinin altında olabilmesi için banliyödeki möbleli odasından ayrılıp, özel sekreteri olarak geniş villalarına yerleşmeyi düşünmez miydi? Genç adam bu beklenmedik teklif karşısında şaşırmıştı, ama bir günlük düşünme süresinin ardından bu onur verici teklifi doğrudan doğruya reddetmesine ve bu desteksiz reddiyle üstünkörü bahanelerin ardına beceriksizce sığınmasına müdür daha çok şaşırmıştı. Müdür, seçkin bir bilim insanı olarak bu itirazın gerçek nedenini tahmin edebilecek ölçüde ruhsal konularda yeterli deneyime sahip değildi, üstelik inatçı genç adam asıl duygusunu belki kendine bile itiraf etmiyordu. Bu, gizlice kasılıp kalmış gururdan, acıklı bir yoksulluk içinde geçirilmiş çocukluğun yaralı utancından başka bir şey değildi. Sonradan görme ve insan gururunu zedeleyen zenginlerin evlerinde özel öğretmen olarak varlığını sürdürmüştü; uşak ve evin bireyi karışımı adsız, çift kimlikli bir canlıydı, hem içlerindeydi hem değildi, masaya ihtiyaca göre konulup kaldırılan manolya gibi bir süs eşyasıydı; o ortamlarda varlığına yalnızca göz yumulan biri olarak ruhu, üst sınıfa ve çevresine, onların heybetli ağır möblelerine, tıklım tıklım dolu lüks salonlarına, dolup taşan sofralarına ve sahip oldukları bütün bolluklarına karşı bütünüyle kinle doluydu. Her şeyi o evlerde yaşamıştı; küstah çocukların incitmelerine, evin kadınının ay sonunda birkaç banknot çıkarıp uzatırken daha incitici olan merhametine, elinde kaba bir tahta bavulla yeni bir eve gelirken -ki yoksulluğunun en açık işaretleri olarak sahip olduğu tek elbisesini, morarmış yamalı çamaşırlarını bu ödünç aldığı tahta parçasının içine doldurmak zorunda kalırdı gözleri yükseklerdeki acımasız hizmetçilerin alaylı bakışlarına o evlerde hedef olmuştu. Yemin etmişti, hayır, bir daha başkasının evine, kendine ait olmayan bir zenginliğin içine asla dönmeyecekti, yoksulluğunu kimsenin gözetlemesine ve birilerinin bayağı tavırlarla uzattığı armağanlarla onu yaralamasına bir daha asla izin vermeyecekti. Asla, asla. Doktor unvanı, düşük konumunu dışarıya karşı koruyordu şimdi, adi ama aşılmaz bir palto gibiydi; bürodaysa, kirletilmiş, yoksulluktan ve sadakalardan irinlenmiş gençliğinin iltihaplı yarasını başarılarıyla sarıp kapatıyordu: Hayır, bu bir avuç özgürlüğünü, yaşamının bu aşılmazlığını hiçbir bedele satmaya niyetli değildi. Ve bu yüzden kariyerini mahvetme tehlikesini de göze alarak onur verici bu teklifi kaçamak gerekçelerle geri çevirdi.

Ancak çok geçmeden gelişen beklenmedik koşullar seçim yapma özgürlüğünü elinden aldı. Sağlık sorunları artan müdür, uzun süre yatağa bağlı kalmış, hatta bürosuyla telefon aracılığıyla bile iletişime geçememişti. Bu durumda özel sekreter elzem bir zorunluluk olmuş ve genç adam hamisinin tekrarlayan acil talepleri üzerine sonunda bu görevden artık kaçamamıştı, aksi halde işini kaybedecekti. Tanrı şahitti, bu taşınma işi zor bir eylem olmuştu: Bokkenheimer Caddesi’ndeki eski Frenk mimarisinde yapılmış şık villanın ziline ilk kez dokunduğu günü hâlâ çok iyi anımsıyordu. Yoksulluğunu açıkça belli etmemek için, biriktirdiği cüzi parayla -düşük maaşıyla ücra bir kasabada yaşayan yaşlı annesine ve iki kız kardeşine de bakıyordu çünkü bir akşam öncesinden kendine temiz çamaşırlar, şöyle böyle bir siyah takım elbise ve yeni ayakkabılar satın almıştı, pılı pırtısını içine doldurduğu iğrenç, birçok anıdan dolayı nefret ettiği tahta bavulu hizmetlilerden biri önden taşımıştı bu kez: Ama beyaz eldivenli bir uşak ona resmi bir tavırla kapıyı açıp, zenginliğin kalın ve tok buğusu henüz holdeyken yüzüne vurunca içine dolan sıkıntı kabarıp boğazını tıkamıştı. Adımları yumuşacık yutan kalın halılar, henüz girişte duvarları saran ve hayranlıkla seyredilmeyi bekleyen goblenler, kolları ağır bronzdan yapılmış oymalı kapılar karşılamıştı onu; belli ki bunlara eliyle dokunması istenmiyordu, kamburları çıkmış el etek öpen uşaklar tarafından hızla açılacaklardı: Bütün bunlar genç adamı sersemletmiş, aynı zamanda da isyan dolu öfkesini çelişkili bir baskı altında tutmuştu. Uşak, onu sürekli yaşayacağı yer olarak düşünülmüş üç pencereli ko…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Clarissa ~ Stefan ZweigClarissa

    Clarissa

    Stefan Zweig

    Edebiyat tarihinin büyük isimlerinden Stefan Zweig, gözlemleri ve acı dolu geleceği öngören duyarlılığıyla 20. yüzyıl Avrupasına damgasını vurmuş bir aydındı. “Şimdi başka bir yüzyıldan...

  2. Gömülü Şamdan ~ Stefan ZweigGömülü Şamdan

    Gömülü Şamdan

    Stefan Zweig

    Süleyman’ın tapınağından çıkan, Yahudilerin kutsal emaneti yedi kollu şamdanın 455 yılında Roma’yı yağmalayan Vandalların eline geçmesi, kentin Yahudi cemaatinde şok etkisi yaratır. Cemaatin yaşlıları,...

  3. Satranç ~ Stefan ZweigSatranç

    Satranç

    Stefan Zweig

    "Satranç daima kendini geliştiren ama kısır, hiçbir sonuca varmayan bir düşünüş tarzı, hiçbir şey hesap etmeyen bir matematik, eserleri olmayan sanat, materyalden mahrum bir mimari ve buna rağmen varlığının tüm kitaplardan ve eserlerden daha kalıcı olduğu ispatlanmış, bütün milletlere ve zamanlara ait, hangi Tanrı’nın can sıkıntısı gidermek, duyuları keskinleştirmek, aklı zorlamak amacıyla yeryüzüne gönderdiğini hiç kimsenin bilmediği tek oyun değil mi?"

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Paylaşılan Sır (Bir S.E.C.R.E.T. Romanı) ~ L. Marie AdelinePaylaşılan Sır (Bir S.E.C.R.E.T. Romanı)

    Paylaşılan Sır (Bir S.E.C.R.E.T. Romanı)

    L. Marie Adeline

    Cassie, patronuyla yaşadığı aşktan sonra acı ve hayal kırıklıklarının etkisinden kurtulamazken, kendini yeniden S.E.C.R.E.T. ile çare ararken buluyor ve bu kez diğer kadınlara yol...

  2. Bana Bir Aşk Borçlusun ~ Susan MalleryBana Bir Aşk Borçlusun

    Bana Bir Aşk Borçlusun

    Susan Mallery

    AŞKA BİR ŞANS VERMEK İSTEYEN İKİ İNSANIN ROMANTİK HİKÂYESİ… Lexi Titan’ın en kısa zamanda para bulması gerekiyordu. Yoksa her şeyini kaybedecekti: Kendi kurduğu işini,...

  3. Türkler Filistin’e Gelirse ~ Alexander AaronsohnTürkler Filistin’e Gelirse

    Türkler Filistin’e Gelirse

    Alexander Aaronsohn

    I. Dünya Savaşı’nın sonlarındaki buhranlı günlerde, İngiliz işgalinin başladığı, Almanlarla mücadelenin kızıştığı, İtalyanların işgalleri arttırdığı ve Osmanlı’nın ordusunu bölgeden çekmeye çalıştığı günler… Osmanlı Ordusu’nun...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur