Her pencerenin ardında bir yazgı vardı; her kapı başka bir maceraya açılır, her ev farklı bir hikâye anlatırdı. Her ruh bir ötekinden ayrı sancır, her yürek ayrı çarpardı.
Hatasız insan yoktu; herkes arada dibe vurur, pişman olacağı şeyler yapardı. Bazıları yola devam eder, bazıları da düştüğü yerde öylece takılıp kalırdı. Orada o kadar uzun zaman dururdu ki sonunda hatalarına dönüşürdü; yaşamdan tat alamaz, tutunacak bir dal bulamazdı. Hayat bazen çok acımasızdı. Bir olan iki gönlü alır en ufak parçalarına ayırırdı.
Birbirinden uzak düşmüş, kırgın iki yüreğin hikâyesidir bu işte. Paramparça iki gönül var diye anlatılır, oysa birlerdi çok vakit önce.
Stefan Zweig kendi kırgın kalbini yazdıklarına sığdırdı ve her kapının ardına başka başka hikâyeler bıraktı. İnsana insanı ve hayatı anlattı. Okurlarına da öyküleri aracılığıyla bu kapılardan geçip hepsi de birbirinden farklı dünyalarda bazen kaybolmak fakat çoğunlukla kendini bulmak kaldı.
İÇİNDEKİLER
AY IŞIĞI SOKAĞI …………………………………………………………. 9
UNUTULMUŞ DÜŞLER ………………………………………………. 31
ÜÇÜNCÜ GÜVERCİNİN EFSANESİ …………………………… 40
KADIN VE YERYÜZÜ …………………………………………………… 45
AY IŞIĞI SOKAĞI
Çıkan fırtına yüzünden geciken gemi Fransa’daki küçük liman kentine nihayet demirlediğinde akşamın geç bir saatiydi ve Almanya’ya gidecek gece treni kaçmıştı. Hâliyle hiç hesapta yokken bilmediğim bir yerde kalmak durumundaydım; akşamleyin kenar mahallenin tekinde kadınların çaldığı melankolik müziği dinlemek ya da rastgele tanıştığım yol arkadaşlarıyla sıradan sohbetler etmek dışında yapabileceğim, cazip ne vardı ki? Otelin küçük yemekhanesi yağ kokuyordu, her yanı duman sarmıştı; bu boğucu hava dayanılmaz geliyordu bana; hem denizin yakınlarında içime çektiğim nefesten kalan tuz ve serinlik dudaklarımdaydı hâlâ, bundan olacak ki içerinin insanı bunaltan, pis havasını iki kat fazla hissediyordum. Sonra kendimi dışarı atıp aydınlık, geniş cadde boyunca öylece dolandım durdum, ortalıkta gezinirken sivil muhafız bandosunun çaldığı bir yere denk geldim; oradan da akıp giden insan kalabalığının arasına karışıp yürümeye devam ettim.
Bu taşralı, umursamaz insanların arasında istemsizce sürüklenmek önce iyi geldi ama çok geçmeden yabancılarla dolu kalabalığa,bu kalabalığın kesik kesik kahkahalarına yahut şaşkınca ve sırıtarak bakan gözlerine, beni farkında olmaksızın ileriye doğru iten dokunuşlarına, binlerce küçük kaynaktan sızıp gelen o ışığa ve dur durak bilmeden kaldırımları arşınlayan adımlara katlanamaz hâle geldim. Deniz yolculuğu sallantılı geçmişti, hafiften sarhoş gibi hissettiren o duygu kanıma karışıp mayalanmaya devam ediyordu. Sanki zemin ayaklarımın altında hâlâ sallanıyor, toprak nefes alıp verir gibi hareket ediyor, sokak göğe doğru yükseliyordu. Bu gürültülü karmaşa bir anda başımı döndürdü ve oradan kurtulayım diye adına bile bakmadan ara sokaklardan birine daldım, sonra daha küçük bir sokağa döndüm, anlamsız gürültüler yavaş yavaş azalıyordu; kılcal damarlar misali birbirinden ayrılıp duran bu daracık sokaklar ana meydandan uzaklaştıkça daha karanlık bir hâl alıyordu. Geniş bulvarları ay misali aydınlatan büyük sokak lambaları da yoktu artık etrafta; buradaki zayıf ışıkların ardından yıldızlarla ve kara bulutlarla kaplı gökyüzü nihayet kendini göstermeye başlamıştı. Limana yakın bir denizci mahallesindeydim büyük ihtimalle.
Bayat balıkların kokusundan belliydi bu; yosunların ve muhtemelen dalgalarla kıyıya savrulan çürük alglerin tatlımsı kokularından anlamıştım nerede olduğumu. Bir de ancak şiddetli bir fırtınanın alıp götürebileceği, her bir köşeye sinip insanı bunaltan kötü kokuların ve havalandırılmamış odaların kendine özgü buğusundan. Bu meçhul karanlık, beklenmedik şekilde ortaya çıkan bu yalnızlık bana iyi gelmişti, yavaşlayıp hepsi birbirinden farklı görünen tüm sokakları inceledim. Bir taraftaki uysalsa mesela, diğer taraftaki cilveliydi. Gelgelelim hepsi karanlıktaydı. Görünmeyen, esrarengiz bir yerden, tonozların bağrından boğuk bir müzikle birlikte insan sesleri yükseliyordu; bu gizli saklı kaynağın neresi olduğunu tahmin etmek de imkânsızdı çünkü evlerin hepsi kendi içlerine kapanmış durumdaydı, yalnızca yanıp sönen kırmızı ve sarı ışıkları göze çarpıyordu. Yabancı kentlerdeki bu daracık sokakları, tüm tutkuları barındıran kirli pazarını, bilinmedik ve tehlikeli denizlerde bir başlarına geçirdikleri günlerden sonra böyle yerlerde tek gecelik molalar verip şehvetli pek çok hayali bir saate sığdırmak isteyen denizcileri gizli saklı cazibesiyle kendine çeken kuytu köşeleri seviyordum.
Bu minik ara sokaklar büyük kentlerin çukurlarında saklı kalmak zorundadır çünkü tertemiz pencereleriyle aydınlık evlerin ve yüzlerce maske ardına gizlenmiş soylu insanların neler sakladığını hem küstah hem de nahoş yollarla anlatır dururlar. Böyle ara sokaklarda küçük odalardan insanı cezbeden müzik sesleri yayılır, sinema salonları parıldayan afişlerle hayal dahi edilemeyecek ihtişamlar vadeder, kapıların altından sızan dört köşeli ışıklar davetkâr göz kırpmalarla samimi selamlar verir, kapı aralıklarından altın rengi pulların ardına gizlenmiş çıplak tenler görünür. Kafelerden sarhoşların bağırtılarıyla kumarbazların didişme sesleri yükselir. Denizciler birbirleriyle karşılaşınca sırıtır ve gözlerindeki donuk bakışlar onca vaatle canlanıp parıldar çünkü burada her şey vardır; kadınlar da kumar da. İçki de vardır, gösteri de. Kirli ve büyük maceralar da burada yaşanır. Ne var ki hepsi sinsice indirilmiş panjurların ardına kapatılıp haince içeri hapsedilir; bu bariz ketumluk, gizemin ve kolay erişilebilirliğin iki misli baştan çıkartıcı olması sebebiyle kışkırtıcı bir hâl alır. Böylesi sokaklar Hamburg, Kolombo ya da Havana’da bile buradaki gibidir, keza farklı farklı şehirlerdeki lüks caddeler de tıpkı bu sokaklar gibi birbirinden farksızdır.
Zira hayatın zirvesi de en dip noktası da aslında aynıdır. Açığa çıkardıklarıyla tahrik edip, gizledikleriyle cezbeden bu medeniyetten uzak sokaklarda içgüdülerin hâlâ acımasızca, dolu dizgin salındığı, şehvetin kuralsızca yaşandığı, dürtüleriyle hareket eden hayvanların kol gezdiği, karanlık, balta girmemiş arzu ormanlarının yer aldığı fantastik bir dünyanın son kalıntıları yükselir. Nice düşler kurdurtur bunlar insana. İşte kendimi birdenbire kapana kısılmış gibi hissettiğim yer de tam olarak böyleydi. Bellerindeki keskin kılıçları engebeli kaldırımlarda takırdayan birkaç süvarinin peşine öylece takılıverdim. Meyhanenin birinden kadınlar süvarilere seslendiler, kıkır kıkır gülerek edepsizce şakalar yaptılar. Süvarilerden bir tanesi pencereyi tıklattı, başka bir yerden küfür kıyamet sesler yükseldi; adamlar yollarına devam etti, kahkahalar gitgide uzaklaştı ve nihayetinde tamamen yitti gitti. Bu sokak da sessizdi, soluk renkli ayın puslu parlaklığı birkaç pencereye vurmuştu.
Durdum ve gizemin, şehvetin hatta tehlikenin vızıldadığı tuhaf dinginliği içime çektim. Hissediyordum, bir yalandan ibaretti bu sakinlik; sokağı kaplayan pusun ardındaki dünyanın dayanılmaz biçimde çürüdüğüne dair cılız bir parıltı vardı havada. Buna rağmen bekledim ve bulunduğum yerde kalıp boşluğa kulak verdim. Ne bu kent ne sokak ne sokağın adı ne kendi adım; hiçbir şey hissetmiyordum artık. Yabancının biriydim ben burada. Her şeyden fevkalade bir şekilde kopup ayrıldığım, içimde hiçbir gaye, çaba, yakınlık kalmadığı hâlde derimin altında dolaşan kanımmışçasına duyumsadığım, çepeçevre sarıldığım bu karanlık yaşam dışında tek duygu yoktu içimde. Hiçbir şeyin benim için gerçekleşmediği ancak her şeyin bana ait olduğu hissiyatı içindeydim; kayıtsız kalmakla birlikte çok derin ve sahici şeyler tatmanın saadeti içerisindeydim; bu saadet ki tabiatımın kaynağını oluşturup yerli yersiz beni kuşatıyordu. Issız sokakta dikilip kulak kabarttım ve ne olacağı varsa olmasını, beni böyle uyurgezer bir hâlde boşluğu dinlemekten çekip alacak şey her neyse gerçekleşmesini bekledim; derken uzaklardan ya da bir duvarın ardından boğuk bir ses geldi, birileri hüzünlü bir sesle Freischütz operasının o tekdüze, Almanca dizelerini söylüyordu: “Kızın güzel, yeşil çiçekten gelin tacı…
” Büsbütün de kötü bir sesti doğrusu ama en azından bir Alman ezgisiydi, burada, dünyanın bir ucunda Almanca sözler duyduğum için kendimce bir kardeşlik duygusu sezdim. Şarkı öylesine söyleniyordu oysa. Fakat haftalardır memleketimin dilinde duyduğum ilk sözler olduğundan bir nevi selamlama gibi hissettim. Kim benim dilimde konuşuyor, kimin şöyle hırçın, ücra bir sokakta bu keder dolu şarkıyı böylesine yürekten söyletecek bir anısı var? diye düşündüm.
El yordamıyla ilerleyerek sesi takip ettim, panjurları kapalı, yarı uyku hâlinde gibi görünen fakat içeridekileri ele verircesine ışıkların süzüldüğü hatta zaman zaman birilerinin durdukları yerden el salladığı evlerin önünden geçtim birer birer. Dışarıda parlak tabelalar, göz alıcı afişler asılıydı; ağzına kadar bira ve viski dolu, kuytu köşede kalmış bir meyhanenin vaadi gibiydi sanki bunlar, gelgelelim her yer kapalıydı. İnsanı hem başından savıyor hem de cezbediyorlardı. Uzaklardan birkaç adım duyuluyordu; tüm bunların arasındaysa o ses durmaksızın çınlamayı sürdürüyordu; artık nakarat daha tiz, ses daha yakındı, sonunda hangi evden geldiğini anlamıştım. Bir an tereddüt etsem de beyaz perdelerle sımsıkı örtülmüş iç kapıya doğru yaklaştım.
Kararlı bir tavırla eğilir eğilmez loş koridordaki gölgelerin arasında bir şeyin kıpırdandığını gördüm, belli ki orada pusuya yatıp cama yapışmış biriydi bu ve korkuyla irkildiğinde tepesindeki lambanın kızılı üzerine vursa da dehşet içinde sararan yüzü dondu kaldı; adam kocaman açtığı gözleriyle bana baktı, özür dilercesine bir şeyler mırıldanıp loş sokakta gözden kayboldu. Tuhaf bir selamlama şekliydi doğrusu. Ardından bakakaldım. Uzaklaşırken gölgesinde bir şeyler kıpırdadı ama belli belirsiz. Gittikçe berraklaşan bu tiz ses çınlamayı sürdürüyordu, âdeta kapılmıştım ona. Kapının kolunu çevirip hemen içeri girdim. Şarkının son sözü bıçak gibi kesildi. Karşımda bir boşluk uzanıyormuş hissiyle irkildim, ortama sanki bir şeyleri kırıp paramparça etmişim gibi düşmanca bir sessizlik hâkim oldu.
Gözlerim neredeyse bomboş olan odaya yavaş yavaş uyum sağladı; içeride bir tezgâh, bir de masa vardı sadece. Belli ki yarı aralık kapıları, loş ışıkları ve hazır yataklarıyla amaçlarının ne olduğunu avaz avaz bağıran diğer odalara buradan giriliyordu. Ön tarafta dirseklerini masaya dayamış yüzü makyajlı, yorgun bir kız vardı; tezgâhın hemen arkasında pislikten grileşmiş kıyafetiyle iri yarı mekân sahibi ve pek de çirkin olmayan başka bir kız duruyordu. Selamım odada sert bir şekilde yükseldi, ardından da bıkkın bir yanıt yankılandı. Böylesi bir boşluğa; gergin, kasvetli bir sessizliğe dalmaktan rahatsız hissederek dönüp gitmek istedim ama mahcubiyetimden dolayı hiçbir mazeret bulamadığımdan vazgeçtim ve önümdeki masaya oturuverdim. Görevinin ne olduğunu sonunda hatırlayan kız bana ne içmek istediğimi sordu, kötü Fransızcasından anladım, memleketlim bu kız olsa gerekti.
Bir bira sipariş ettim, kız gitti ve göz kapaklarının altında âdeta sönmekte olan ışıklar gibi hafifçe parıldayan, hiçbir derinliği olmayan bakışlarındaki o umursamazlığı daha da açığa vuran gevşek adımlarıyla geri döndü. Böyle mekânlarda âdet olduğu üzere önceden tembihlenmişçesine kendine de bir bardak doldurup benimkinin yanına koydu. Kadehini kaldırdı, boş bakışları üzerimden geçip gittiği sırada onu inceleme şansı buldum. Aslında hâlâ güzel bir yüzü vardı, hatları hâlen yerli yerindeydi. Ne var ki hissettiği yorgunluktan dolayı tıpkı bir maske gibi kaskatı ve nahoş bir hâl almıştı. Elbisesini sırtına öylece geçirmişti. Canlılığını yitirmiş gibiydi; göz kapakları ağırlaşmış, saçları seyrelmişti; kötü boyalardan leke leke olmuş, makyajı akmış yanakları sarkarak dudaklarına doğru derin çizgiler oluşturmaya başlamıştı. Sesi sigara ve biradan kalınlaşmıştı. Onunla ilgili her şey yorgun bir insan olduğunu, âdeta hiçbir duygu hissetmeden, alışkanlık gereği yaşadığını duyumsatıyordu. Çekinerek ve korkuyla bir soru attım ortaya. Yüzüme bakmamıştı bile; duygusuz, kayıtsız bir edayla dudaklarını neredeyse hiç kıpırdatmadan bir cevap verdi. İstenmediğimi sezdim. Arkamda duran mekân sahibi esnedi, diğer kız bir köşede sanki onu çağırmamı bekliyormuş gibi oturuyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAy Işığı Sokağı
- Sayfa Sayısı80
- YazarStefan Zweig
- ISBN9786258364576
- Boyutlar, Kapak12,5 x 19,5, Karton Kapak
- YayıneviParodi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kabuğuna Sinmiş Adam ~ Anton Çehov
Kabuğuna Sinmiş Adam
Anton Çehov
Kabuğuna Sinmiş Adam, Çehov’un yarattığı yaratıcı durum öykülerinin en güzellerinden bir tanesi. Bu öyküye eşlik eden diğer seçkin öyküleriyle Çehov, modern zamanların en büyük...
- Arsen Lüpen – Saat Sekizi Vurdu ~ Maurice Leblanc
Arsen Lüpen – Saat Sekizi Vurdu
Maurice Leblanc
Güzel ve talihsiz Hortense Daniel'in kalbini kazanmaya kararlı centilmen hırsız bu kez dedektifliğe soyunuyor.
- Masalcı ~ Mario Vargas Llosa
Masalcı
Mario Vargas Llosa
Yüzünde ürkütücü bir doğum lekesiyle dünyaya gelmiş Perulu bir Yahudinin, çağdaş yaşamın ikiyüzlülüklerine başkaldıran Saúl Zuratas’ın akıllara durgunluk veren “değişim”inin öyküsü. Üniversitedeki parlak geleceğini...