
“Moby Dick, ruhu derin bir sessizliğe büründürür ve insanda bir hayranlık uyandırır… Dünyanın en garip ve en muhteşem kitaplarından biridir.” —D. H. LAWRENCE
On dokuzuncu yüzyıl Amerikan edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Herman Melville, denizcilik deneyimlerinden ve insan doğasına dair derin gözlemlerinden ilham alan eserleriyle tanınır. Eserlerinde yaşamın karmaşıklığını, doğanın gücünü ve insanın bu güç karşısındaki çaresizliğini çarpıcı bir şekilde yansıtır. Moby Dick ise Melville’in başyapıtı olarak kabul edilir ve dünya edebiyatının ölümsüz klasiklerinden biridir.
Balina av gemisi olan Pequod’un güvertesinde, tek gözünü dev beyaz balina Moby Dick’e âdeta saplantılı bir kinle dikmiş Kaptan Ahab, hırs ve intikam dolu bir yolculuğa çıkacaktır. Ve bu yolculukta mürettebatın her üyesi, Ahab’ın saplantısının yıkıcı etkileriyle karşı karşıya kalacaktır.
Melville doğa karşısında insanın çaresizliğini, intikamın yıkıcılığını ve insan ruhunun karanlık dehlizlerini derinlikli bir dil ve zengin simgesel bir anlatımla kaleme alıyor.
1
ELİ KULAĞINDA
Bana Ishmael deyin. Birkaç yıl önce –tam da kaç yıl olduğunu boş verin– kesem tamtakırken ve karada da ilgimi çeken bir şey kalmadığından, biraz denizlere açılayım da dünyanın ıslak yüzünü bir göreyim dedim. Bu, şişmiş dalağımı kendine getirip yüreğime kan pompalamak için bulduğum bir yöntemdi. Ne zaman dudaklarım asılsa ve ruhuma kasvetli bir kasım çökse, ne zaman kendimi istemsizce cenaze levazımatçılarının önünde bulup denk geldiğim her cenazenin ardına takılsam, özellikle de sokağa çıkıp önüme gelenin şapkasını sırasıyla uçurma isteği gelse, ardından güçlü bir ahlak duygusunun bundan beni alıkoyduğu ve içimden bir şeyin beni dürtüklediği anlarda, işte o vakit, kendimi denize vurmanın zamanı geldiğini anlarım. Bu benim için tabanca ve kurşunların yerini tutan şeydir. Cato felsefi bir gösterişle kendini kılıcının üstüne bırakır; bense sakince gemiye binerim. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bilseler ki her erkek bir dereceye kadar, şu ya da bu zamanda, okyanusa karşı benimle aynı duyguları hissetmiştir.
İşte siz Manhattanlıların adayı andıran şehri, Hint adalarını mercan resiflerinin çevrelemesi misali rıhtımlarla çepeçevre sarılmış; ticaret rüzgârları ondan yana esiyor. İster sağdan ister soldan gidin, sokaklar sizi denize kavuşturur. Kentin en yoğun merkezi, birkaç saat önce karadan görmenize imkân olmayan dalgaların soylu mendireğini dövdüğü ve rüzgârların serinlettiği Battery’dir. Orada durup denizi izleyen kalabalığa bir bakın.
Düş gibi bir Şabat ikindisi kentte bir tur atın. Corlears Hook’tan Coenties Slip’e yürüyün ve oradan, Whitehall boyunca kuzeye vurun. Ne görüyorsunuz? Kentin her yanında, sessiz gözcüler gibi dikilip kalmış, gözünü okyanusa dikmiş binlerce ama binlerce fani. Kimi kazıklara yaslanmıştır, kimi iskele babalarına tünemiştir; kimileri Çin’den gelen gemilerin küpeştelerine bakar, kimileri denizi daha iyi algılayacakmış gibi gözlerini armaya diker. Ama bunların hepsi aslında kara insanıdır ki mesai günleri bağdadi sıva işlerine geri döner, tezgâhlara bağlanır, sıralara mıhlanır, masalara perçinlenirler. O zaman bu hâl ne? Yeşil kırlar yok mu olmuş? Burada ne işleri var?
Ama bakın! İşte başka kalabalıklar da geliyor ki doğrudan suya yönelip bodoslama dalacakmış gibiler. Tuhaf! Karanın bittiği yerden başkasına rızaları yok gibi, ambarların rüzgârdan korunaklı gölgeli köşeleri onlara yetmez. Hayır. Suya, içine düşmekten sakınacakları kadar yakın olmaları gerek. İşte oradalar, göz alabildiğine, öbek öbek. Hepsi iç bölgelerden, keçiyollarından, kuytu sokaklardan, kuzeyden, doğudan, güneyden ve batıdan geliyorlar. Ve sonunda hepsi burada birleşiyor. Söyleyin, hepsini kendine çeken, şu denizin üstündeki gemilerin pusulalarındaki mıknatıs mı?
Bir kez daha. Diyelim ki kırsalda, göllerle kaplı yüksek bir yerdesiniz. Dilediğiniz keçiyoluna vurun kendinizi, yüksek ihtimalle sizi bir vadiye ulaştırır ve bir derenin oluşturduğu küçük göletin yanına bırakır. Bu büyülü bir şeydir. Söz konusu en derin düşüncelere dalmış, en dalgın insan bile olsa, işte o kişiyi ayağa kaldırır, harekete geçirir ve kaçınılmaz şekilde, o civarda herhangi bir su varsa, onun yanına götürür. Büyük Amerikan Çölü’nde susamış* olursanız ve kervanınızda bir metafizik profesörü varsa, bu deneyi bir deneyin. Evet, herkesin bildiği gibi meditasyon ve su her daim birbirine eşlik eder.
İşte size bir sanatçı. Sizin için Saco Vadisi’ndeki romantik manzaranın en hülyalı, en sakin, en büyüleyici resmini çizmek istiyor. Kullandığı en temel öğe nedir? İşte şurada, gövdelerindeki kovuklarda sanki birer keşiş, birer haç saklıyormuş gibi ağaçları, şurada uykuya dalmış çayırlar ve yine uyuklayan inekleri ve şuradaki kulübeden de uykulu bir duman tütüyor. Uzaktaki ormana doğru uzanan dolambaçlı bir yol, dağların üst üste binmiş mavi yamaçlarına dek uzanıyor. Ama tablo her ne kadar böyle büyülü olsa ve titreyen çam ağacı iç çekişlerini çobanın başına yaprak gibi dökse de çobanın gözü önünden akan bir pınara odaklanmamışsa tüm bunlar boşunadır. Haziranda, dizinize kadar boy vermiş, kilometrelerce gün güzellerinin arasından gidip çayırlarda dolanın; gönlünüzün çekeceği nedir? Su ki orada tek damla su yoktur! Niagara’dan dökülen kum olsa, o binlerce mil yolu kat eder miydiniz? Eline birden iki avuç dolusu gümüş geçen Tennesseeli yoksul şair, çok ihtiyaç duyduğu paltoyu almakla Rockaway Sahili’ne yapacağı yayan yolculuk arasında kararsız kalmıştır. Neden ruhu da bedeni gibi dirençli ve sağlıklı her delikanlı, hayatının şu ya da bu döneminde denize açılmak için çılgınca heves duyar? Yolcu olarak ilk seyahatinizde geminizin artık karadan görünemediği bir noktaya ulaştığı söylendiğinde neden yüreğiniz titremiştir? Kadim Pers milleti neden denizi kutsal bilirdi? Yunanlar ona neden ayrı bir ilah biçti, hem de Zeus’un öz kardeşini? Elbette tüm bunlar anlamsız olamaz. Ve Narkissos’un hikâyesinin derinine inecek olursak, sudaki yansımasına kapılıp boğulmasındaki acıyı daha iyi kavrarız. Oysa tüm nehirlerde ve okyanuslarda kendimizi gördüğümüzde yansıyan aynıdır. İşte bu hayatın ele gelmez hayaletinin yansımasıdır ki her şeyin anahtarı ondadır.
Artık gözlerim nemlendiğinde ve ciğerlerime dair kuşkularım her arttığında, denize gitme alışkanlığım olduğunu söylerken dahi bunun yolcu olarak denize açılmak diye algılanmasını istemem. Çünkü yolcu olmak için kesenizin olması gerekir ve kese dediğiniz, içinde metelik yoksa alt tarafı paçavradır. Dahası yolcuları deniz tutar, kavgacı hâle bürünürler, geceleri uyuyamaz, hiçbir şeyden keyif alamazlar ki bu nedenle hayır, asla yolcu olarak denize açılmam; kaldı ki kanıma deniz tuzu karışmış olsa da zabit, kaptan ya da aşçı olarak da gitmem. Kendi hesabıma bana, tüm bunların zahmetinden de onurundan da bıkkınlık gelir. Elimden gelen ancak kendime dikkat etmektir, kaldı ki bir de üstüne gemilere, barkalara, iki direklilere, uskunalara dikkat edeyim. Aşçılığa gelince, ki itiraf etmeliyim, aşçılar zabit sınıfından sayıldığından bu iş oldukça onurludur, yine de tavuk, hindi kızartmaktan asla hoşlanmamışımdır. Gerçi güzelce yağlanıp usulünce tuzlanmış ve kızartılmışı önüme gelse, ondan, benden daha saygıyla bahsedecek kimse de yoktur ya. Kadim Mısırlıların kızarmış ibis ve kavrulmuş suaygırına hayranlığı nedeniyle, dev fırınları andıran piramitlerde bu hayvanların mumyalarını görürsünüz.
Yani, denize açılacak olsam sıradan bir tayfa, ana direğin hemen önünde, baş kasarada iskandil alan, kontra babafingoya asılmış bir denizci olarak giderim. Doğrusu onu bunu emredip dururlar ve beni mayıs ayında kırlardaki çekirgeler gibi oradan oraya zıplatırlar. Ve başlarda böyle şeyler çok tatsız gelir. Özellikle de karada gün görmüş bir aileden geliyorsanız, Van Rensselaer ya da Randolph ya da Hardicanute aile bireylerinden biriyseniz, onurunuz incinir. Hepsinden öte, katran kazanına elinizi sokmazdan önce kırlarda öğretmenlik etmiş ve en uzun boylu öğrencilerin bile gözünü korkutmuşsanız. Emin olun müdürlükten denizciliğe geçiş serttir ve katlanabilmeniz için Seneca ya da Stoacılar gibi özünüzün sapasağlam olması gerekir. Ama bu bile zamanla pörsür.
İrikıyım bir kaptan, elime bir süpürge alıp güverteyi süpürmemi emretse ne çıkar ki? Bu hor görmeyi Yeni Ahit hesabıyla teraziye vursak, ne çeker? O irikıyımın emrini sırf o an saygıyla yerine getirdim diye Cebrail nazarında önemim azalır mı sanki? Kim kul köle değil ki? Söyleyin bana. Madem öyle, varsın ihtiyar kaptanlar da bana emirler versin, beni nasıl ezerlerse ezsinler, bunun dert olmadığını, hemen herkesin gerek fiziki açıdan gerekse metafizik boyutta, hemen hemen aynı şekilde muamele gördüğünü bilmenin tatminini yaşarım ki bu evrensel boyutta herkesin dövüldüğü gerçeğidir ve herkes birbirinin sırtını sıvazlamalı, olan bitene rıza göstermelidir.
Tekrar diyeyim, denize gideceksem tayfa sıfatıyla giderim çünkü o zaman katlandıklarım için bana iyi-kötü para öderler, oysa yolculara tek metelik ödediklerini duymuşluğum yok. Aksine yolcular üste para öder. Ve şu hayatta tüm fark, ödeme yapan ya da yapılan olmak arasındadır. Ödeme işlemi belki de cennet bahçelerinin iki hırsızının bizi sürüklediği en sevimsiz cezadır. Peki ya ödeme yapılmak, bunu neyle kıyaslayabilirsiniz ki? Eline para geçen birinin nezaketi, paranın tüm dünyevi kötülüklerin kökü olduğu ve paralı birinin asla cennete giremeyeceği inancı da göz önünde bulundurulunca, gerçekten fevkaladedir. Ah! Kendimizi cehennem azabına nasıl da keyifle teslim ederiz.
Bir de denize tayfa sıfatıyla giderim çünkü baş kasara güvertenin işi gücü ve tertemiz havası başka şeyle ölçülemez. Çünkü kara dünyasında olduğu gibi kafadan esen rüzgârlar, kıçtan esenlere kıyasla çok daha baskındır (demem o ki Pisagor kuralını bozmamanız şartıyla), dolayısıyla kıçüstündeki zabit takımının soluduğu çoğu zaman, baş kasaradaki tayfanın saldığı ikinci el havadır. Sanır ki ilk kendi solumuş ama kazın ayağı öyle değildir. Hemen hemen aynı mantıkla, halk çok zaman liderlere önderlik eder ki lider bu konuda küçücük bir kuşkuya bile kapılmaz. Ama denizi ticaret gemilerinin tayfası olarak defalarca solumuşken, şimdi kafamda, neden balina yolculuğuna çıktığımın cevabını tartmalıyım; gözü her daim üstümde olan ve beni gizlice izleyip muhtelif şekilde etkileyen, kaderin görünmez memuru, bu soruyu herkesten daha iyi yanıtlayabilir. Ve kuşkusuz, bu balina avına gitmem, takdiri ilahinin büyük programının bir parçası olarak çok uzun zaman önce planlanmıştır. Daha yoğun performansların arasına kısa bir ara nağme ve solo parça gibi girdi. Programın bu bölümünün şu şekilde sahneleneceğini sanıyorum: “Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı İçin Çok Çekişmeli Seçim.
ISHMAEL DİYE BİRİNİN BALİNA AVI YOLCULUĞU.
AFGANİSTAN’DA KANLI SAVAŞ.”
Kader dediğimiz bu sahne amirlerinin, başkalarına büyük trajedilerde büyük roller, kibar komedilerde kısa ve kolay pasajlar, farslarda eğlenceli parçalar sunmasına kıyasla, beni neden bu balina yolculuğu-seferinin paspal parçası yaptıklarını her ne kadar bilemesem, yani bunun tam sebebini söyleyemesem de, tüm koşulları zihnimde canlandırınca, bana muhtelif tebdili kıyafetle sunulan ve parçası olduğum bu işe hazırlayan, bunun yanı sıra, sanki bu benim özgür irademle gerçekleşmiş gibi bir hayale kaptırıp ikna eden güdüleri ve süreci de iyi kötü görebildiğimi sanıyorum.
Bu güdülerin en önceliklisi, balinanın bizzat karşı konulamaz hayaliydi. Böylesine gösterişli ve gizemli bir canavar tüm merakımı kabartıyordu. Dahası adayı andıran gövdesini gezdirdiği uzak yaban denizler, balinanın saçtığı, tarif edilemez, adı konmamış tehlikeler ve bunların yanı sıra Patagonya’ya dair binlerce mucizevi görüntü ve ses, arzumu gerçekleştirmeme zemin hazırladı. Belki başkaları böyle şeylere kanmaz ama bana gelince, uzak şeylere duyduğum istek içimi kemirir durur. Yasak denizlere yelken açmayı ve barbar sahillere ayak basmayı severim. İyi şeylerin tadını çıkarmayı ihmal etmezken dehşet söz konusuysa hemen algılarım ve yine de ilişki kurabilirim –izin verilirse tabii– çünkü insanın bulunduğu yerdeki herkesle dostane ilişkiler kurması esastır.
Tüm bu sebeplerle, hoş geldin balina seferi, harikalar diyarının dev dalgalı kapıları açıldı ve beni amacıma sürükleyen yaban kibirler, ikişer ikişer ruhumun derinliklerine sirayet etti, balinanın sonsuz tören alayı ve tüm bunların ortasında, dağın doruğunu kaplamış kar gibi heybetli, sorguçlu bir hayalet.
2
HEYBE*
Eski heybeme bir ya da iki gömlek tıkıp koltuğumun altına yerleştirdim ve öylece Horn Burnu ile Pasifik’e doğru ilk adımımı attım. Güzel kadim kent Manhattan’dan çıkar çıkmaz New Bedford’a ulaştım. Aralık ayında bir cumartesi gecesiydi. Nantucket’a giden posta gemisinin çoktan yola çıktığını ve bir dahaki pazartesiye kadar oraya gitmenin başka yolu olmadığını öğrenince büyük hayal kırıklığı yaşadım.
Balina avcılığının acı ve ezalarına soyunan çoğu genç adayın, yolculuklarına atılmak için yine bu New Bedford’da takıldığı, benim de niyetimin bu olduğu akla gelebilir ama aslında hiç böyle düşünmüyordum. Çünkü ancak ve ancak bir Nantucket gemisiyle açılmaya karar vermiştim çünkü o ünlü kadim adaya dair içimi müthiş kıpırdatan, güzel ve coşkun bir şey vardı. Ayrıca her ne kadar New Bedford yakın zamanlarda balinacılık konusunda tekelleşse ve zavallı Nantucket bu konuda artık onun çok gerisinde kalsa da bu işi ilk başlatmanın şanı ve büyüklüğü Nantucket’taydı ve Kartaca için liman kenti Tire-Sur ne ise işte oydu; Amerika’nın ilk ölü balinasının sürüklendiği yer. Yerli balinacıların, Kızılderililerin, Leviathan’ın izini sürmek üzere kanolarıyla yola çıktıkları ilk yer de Nantucket değil miydi?
Ve rivayete göre yeterince yakında olduklarında cıvadradan* balinalara fırlatılmak üzere mızrak elde beklenen ve bu amaçla kısmen kesme taşlarla yüklü, o ilk maceraperest şalopanın yola koyulduğu yer de Nantucket değil miydi? Şimdi önem arz eden meselemiz, varmak istediğim liman olan Nantucket’ta gemiye bineceğim vakte kadar geçireceğim bir gece, bir gün ve bir gece daha olduğuna göre nerede yiyip nerede kalacağım sorusuydu. Çok netameli, hayır, insanın iliğini donduran, nahoş, çok karanlık ve iç karartıcı bir geceydi. Orada tanıdığım kimse yoktu. Parmaklarımı funda çapa yapıp cebime daldırdığımda ancak birkaç gümüşlük çıkarabildim ki öylece sırtımda heybemle bir sokağın ortasında üzgün dikilmişken, kendi kendime, Ishmael, nereye gidersen git, dedim, bir yandan da Kuzey’deki kasvetle Güney’deki karanlığı kıyasladım, nereye gidersen git, akıllı ol canım Ishmael ve fiyat sor ve çok da beklentiye girme.
Dura kalka sokakları adımladım ve “Çapraz Zıpkınlar” tabelasını geçtim, zira çok pahalı ve fazla şen şakrak görünüyordu. Az ötesindeki “Kılıçbalığı Hanı’nın” parlak kırmızı camlarından sızan alevli ışıklar, diğer asfalt kaldırımlardaki yirmi-otuz santimlik kalın buz tabakasının aksine, binanın önündeki karı-buzu bile eritmiş gibiydi ki böyle sert bir zeminde yürümek benim için çok yorucuydu zira tepe tepe kullanıldığı için botlarımın tabanı perişan hâldeydi. Bir an duraklayıp o küçücük alandaki ışıltıyı seyredip, içeride çınlayan kadehlere kulak kabartarak yine, çok pahalı ve fazla şen şakrak, diye düşündüm. Ama sonunda, yürü Ishmael yürü, dedim; duymuyor musun? Kapının önünden çekil, yamalı botların yolu kapatıyor. Öylece yürüdüm gittim. Şimdi artık içgüdüyle beni suya doğru çeken sokaklara vurdum kendimi çünkü en neşeli olmasa da en ucuz hanlar, kuşkusuz oradaydı.
Ah hazin sokaklar! Her iki yanında evden ziyade kapkara yekpare bloklar ve tek tük cılız, mezarlıklarda yakılanları andıran mum ışıkları. Gecenin bu saati, haftanın son günü, kentin bu bölgesi âdeta büsbütün ıssızdı. Ama sonunda, alçak ve geniş bir binanın davetkâr biçimde açık kapısından süzülen, dumanlı loş ışığa denk geldim. Bakımsız görünüyordu, sanki umuma açık gibiydi; öylece içeri adım attığımda, ilk iş kapı ağzındaki küllüğe basıp sendeledim. Uçuşan zerreciklerle nefessiz kalmışken, hah, diye geçirdim içimden, işte bunlar da yıkılan şehir Gomora’nın külleri mi? Madem onların tabelasında “Çapraz Zıpkınlar” ve “Kılıçbalığı” yazıyor o hâlde bu da “Tuzak” tabelası olsa gerek. Ne var ki kendimi toparladım ve içeriden gelen alçak sesi duymamla ilerleyip içeri açılan ikinci kapıyı ittirdim.
Kenan diyarının cehennemi Tophet’ta oturan büyük Kara Meclis gibiydi. Yüz kara yüz, gözlerini dikmek için sıralarında döndüler ve az ötede bir siyah Kıyamet Meleği kürsüdeki kitabı yumrukluyordu. Bu bir zenci kilisesiydi ve vaaz, zifiri karanlıklar üstüneydi; ağlayanlar, inleyenler, dişlerini sıkanlar hep oradaydı. Hah, Ishmael, diye mırıldandım, gerisingeri çıkarken, “Tuzak!” tabelası meğer acıklı bir eğlenceye işaretmiş.
Az daha ilerleyince, sonunda, limandan çok uzak olmayan bir yerde, dışarı asılmış loş bir ışığa denk geldim. Havada üzgün, cızırtılı bir ses duydum ve kafamı kaldırıp baktığımda kapının üstünde sallanıp duran, beyaz boya üzerine spreyle püskürtülmüş, “Püskürten Han – Peter Coffin” yazısını fark ettim.
Coffin?* Püskürten? İki sözcüğün ilişkisini düşününce, pek uğursuz olmuş, diye geçti aklımdan. Ama bu isme Nantucket’ta çok denk gelindiğini söylerler ve şu Peter de oradan göçmüş olsa gerek. Işığın loş görüntüsü, mekânın o anki sessizliği ve küçük ahşap evin köhne hâli, sanki buraya yanıp kül olmuş bir bölgeden tutup taşınmış izlenimi veriyordu ve sallanan tabelanın yoksulluk çağrıştıran gıcırtısıyla buranın tam da en âlâsından nohut kahvesi bulabileceğiniz ucuz pansiyonlardan biri olduğuna kanaat getirdim.
Kalkık yan duvarıyla, üzüntüyle bir tarafa eğilmiş gibi duran tuhaf bir yerdi. Keskin, rüzgâr alan bir köşedeydi. O heyheyli rüzgâr Poyraz’ın, zavallı Pavlus’un teknesine estirdiğinden de beter uluyordu. Poyraz yine de kapalı mekâna çekilmiş, ayaklarını yorganın altına sokmadan önce ocakta ısıtan biri için hoş bir esinti sayılır. Yazdıklarının son nüshası bende olan yaşlı yazarlardan biri, “Poyraz nam rüzgârı yargılarken,” der, “ona tüm hengâmenin dışarıda koptuğu bir camın ardından mı baktığınız yoksa soğuğun her yanınızı kuşattığı, tek perdahın Ölüm adlı kimse olduğu, çerçevesiz bir camdan mı baktığınız olağanüstü fark yaratan bir unsurdur.” Bu bölüm aklıma gelince, tastamam doğru, diye düşündüm, ihtiyar kalem erbabımız tam üstüne basmış. Evet, bu gözler birer pencere ve bedenim de ev. Ne yazık ki yarıkları ve çatlakları var ve şurasına burasına azıcık bez tıkasak iyi olur. Ama çekidüzen vermek için artık çok geç. Evrenin inşası tamamlanmış, kilit taşı konmuş ve yongalar bir milyon yıl önce arabaya yüklenip götürülmüş. Yastık niyetine başını yasladığı kaldırım taşında, dişleri takırdadıkça üstündeki paçavralar da titreyen zavallı Lazarus, iki kulağını bezle tıkayıp, dişlerinin arasına bir mısır koçanı yerleştirebilir ama yine de Poyraz’dan kaçamaz. Üstünde kızıl ipekten robdöşambrıyla (ki sonradan daha kırmızılarını da giyindi) Poyraz! der Dimes. Peh! Ne hoş, soğuk bir gece, Orion nasıl da ışıldıyor. Varsın Doğu’nun yaz diyarlarına dair muhabbetlerini sürdürsünler, bana kendi kömürlerimle kendime has yaz yaratma ayrıcalığı tanıyın.
İyi ama Lazarus ne düşünüyor? Morarmış asil ellerini Kuzey Işıkları’na tutup ısıtabilir mi? Lazarus burada olmak yerine Sumatra’yı yeğlemez miydi? Bunun yerine ekvatorun üstüne boydan boya uzanmayı istemez miydi, ey tanrılar! Sırf şu ayazdan korunmak uğruna cehennem çukurlarının en dibine gitmez miydi?
Şimdi Lazarus’un, Dives’in kapısındaki kaldırımda uzanmış yatması, bir buzdağının gidip Maluku Adaları’ndan birine yaslamasından daha harika bir şeydir. Öte yanda Dives de buz gibi iç çekişlerden müteşekkil bir sarayda çar misali yaşıyor ve bir hayır kurumunun başı sıfatıyla sadece yetimlerin ılık gözyaşlarını içiyor.
Artık daha fazla zırıldamayalım, balina avlamaya gidiyoruz ve oralarda çok daha fazlasını göreceğiz. Buzları donmuş ayaklarımızdan sıyıralım da şu “Püskürten” ne mene bir yermiş görelim bakalım.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMoby Dick
- Sayfa Sayısı816
- YazarHerman Melville
- ISBN9786052655214
- Boyutlar, Kapak13x19 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ateş Ustası ~ Maria V. Snyder
Ateş Ustası
Maria V. Snyder
Yelena’nın ruhları yakalayıp serbest bırakabilen bir ruh-bulan olduğu haberi hızla yayılınca insanlar huzursuz olmuştu. Zaten bir süredir sıra dışı yetenekleri ve geçmişiyle göze batıyordu…...
- Türkiye’nin Kalbi Ankara ~ Koray Avcı Çakman
Türkiye’nin Kalbi Ankara
Koray Avcı Çakman
Keşif Kulübü ile İstikamet Ankara! Koray Avcı Çakman’ın yazıp Kıymet Ergöçen’in resimlediği Keşif Kulübü: Türkiye’nin Kalbi Ankara, tarihin farklı dönemlerinde pek çok farklı uygarlığa ev...
- Ongen Ev Cinayetleri ~ Yukito Ayatsuji
Ongen Ev Cinayetleri
Yukito Ayatsuji
Yedi öğrenci. Lanetli olduğu söylenen bir ada. Her köşesinde cinayetin pusuya yattığı ongen biçimli bir ev. Bir üniversite polisiye kulübünün üyeleri, yıllık gezileri için...