“Duvar kağıdı gibi görünen tarihi aşk romanlarından bezmiş okuyucular bu kitapta hem romantizmin doruğuna çıkacaklar hem de İskoçya’nın tarihi derinliklerinde seyre dalacaklar.”
Publishers Weekly
Yıl 1305… Robert the Bruce, dünyanın en güçlü ordusunu oluşturmak ve İskoçya’yı İngiliz hakimiyetinden kurtarmak için, ülkenin en ücra köşelerinden ve Batı Adaları’ndan, her biri üstün yeteneklerle donatılmış on savaşçı seçer. Bu gizli orduya önderlik edebilecek tek bir kişi vardır: Muhteşem savaşçı Tor MacLeod.
Tor MacLeod’un ise İskoçya ile İngiltere arasındaki bir savaşta taraf olmaya hiç niyeti yoktu. Kendini klanına adamış bu özgür ruhlu adam, kimseye hesap vermekten hoşlanmazdı özellikle de bir kadına. Fakat babasıyla ittifak yapabilmek için sinsice koynuna giren ve onu kendisiyle evlenmek zorunda bırakan karısı yüzünden hiç istemediği olayların içine çekileceğinden habersizdi. Tor, onunla evlenmiş olabilirdi ama kalbini ele geçirmesine asla izin vermeyecekti.
Christina Fraser, sert görünümüne rağmen kocasının duygusuz biri olmadığını biliyordu. Onun yeniden birini sevebilmesi ve güvenebilmesi için her şeyini feda etmeye hazırdı. Tor’un kalbini kazanmaya çalışırken yaptığı dikkatsiz bir hareket, onları savaşın kıyısına sürüklediğinde ise Tor hayatının en zorlu mücadelesini verecekti: Çok geç olmadan karısını kurtarmak ve ona kalbini açmak.
***
ÖNSÖZ
Tanrı’nın bin üç yüz beş yaşına girdiği yıl. Dokuz yıl süren kanlı savaştan sonra, İskoçya, İngilizler’in elinde esir durumdaydı. Hıristiyan aleminin en acımasız ve güçlü adamı Edward Plantagenet tahta geçmişti ve William Wallace, İskoçya’nm muhteşem özgürlük savaşçısı, bir İngiliz hapishanesinde yatmaktaydı. Her şey kaybedilmişti ve asilerin sesleri, her şeye kadir “İskoç Çekici” ile ezilmişti.
Ama her şey bitti derken, İskoçya’nın özgürlük meşalesi bir kez daha yanacaktı. Aşılması neredeyse imkansız olan engellere rağmen Carrick Kontu ve Annandale Lordu Robert the Bruce tahtı ele geçirmeye çalışacaktı.
Fakat bunu yalnız gerçekleştirmeyecekti.
Tarihin derinliklerine gömülmüş, birkaç kişi hariç herkesçe unutulmuş, Bruce tarafından dünyanın gelmiş geçmiş en ölümcül ordusunu oluşturmak için İskoçya’nın ücra köşelerinden ve Batı Adaları’ndan tek tek seçilmiş gizli bir grup seçkin savaşçının efsanesi vardı.
Ölümle yaşam arasındaki çizginin yalnızca bir gölgeden ibaret olduğu bir dönemde, Bruce’un İskoç Muhafız Alayı, İngiliz hakimiyetinden kurtulana kadar durmayacaktı.
Bunlar, özgürlüğün çağrısına cevap veren ve böylece bir ulusun oluşmasına yardım eden adamların öyküleridir.
GİRİŞ
Biz, birkaç kişi, biz mutlu kişiler, biz kardeşler
Zira bugün savaşta, yanımda kanını akıtacaklar
Ne kadar kötü kişi bile olsalar, kardeşim olacaklardır,
Bugün onların durumunu düzene sokacaklardır
– William Shakespeare, Kral V. Henry, Perde IV, Sahne III
Lochmaben Kalesi,
Dumfries ve Galloway, İskoçya,
28 Ağustos 1305
“William Wallace öldü.”
Carrick Kontu, Annandale Lordu ve bir zamanlar İskoçya’nın müşterek muhafızı olan Robert the Bruce bir an konuşamadı. Birkaç hafta önce yakalandığından bu yana Wallace için ölüm kaçınılmaz olsa da son darbe inene kadar umudunu yitirmemişti. Cesur yürek Wallace’ın, gönlünde uyandırdığı umut ışığı – İngiliz zulmü altında ezilen her İskoç’un gönlünde uyandırdığı umut ışığı – titredi.
İskoçya’nın şampiyonu ölmüştü. Meşale ona geçecekti – tabii o almayı seçerse. Ağır bir yüktü bu ve Wallace’ın ölümünün de kanıtladığı üzere ölümcüldü. Her şeyini kaybedebilirdi.
Bruce boş düşünceleri kafasından atmaya çalışarak, piskoposun beyanını kederli bir ifadeyle kabul etti. Arkadaşına tahta banka oturmasını ve ateşin dibinde ısınmasını işaret etti. St. Andrews piskoposu William Lamberton sırılsıklam olmuştu ve sanki Londra’dan haberi getirmek için gece gündüz demeden at üstünde gelen oymuşçasına bitkinlikten her an yere yığılacak gibi duruyordu.
Bruce, yan sehpadaki sürahiden bir kadeh kırmızı şarap alarak yanına oturdu. “Al, iç şunu. İhtiyacın var gibi görünüyor.”
İkisinin de ihtiyacı vardı.
Lamberton “Teşekkürler,” diye mırıldanarak kadehi Bruce’tan alıp, büyük bir yudum aldı. Bruce da aynısını yaptı ama şarabın keskin meyvemsi tadı ağzında ekşidi.
Sesini biraz alçaltarak, kendini anlatacaklarına hazırladı. “Nasıl?”
Lamberton’ın bakışları değişti. Yuvarlak, çocuksu yüzü ve soğuk, kızarmış burnuyla tehlikeyi sezen bir tavşan gibi görünüyordu. Dolgun bir tavşan gibi. Ancak Bruce piskoposun tehlikesiz duran görüntüsüne kanmadı, çünkü o meşum maskenin altında Kral Edward kadar açıkgöz, zeki ve kurnaz bir adam vardı. “Güvenli mi?” diye sordu piskopos.
Bruce başıyla onayladı. “Evet.” Lamberton endişelenmekte haklıydı. Özel odasında yalnızlardı ama Lochmaben Kalesi artık Kral Edward’a aitti ve Bruce izleniyordu. İngiltere Kralı onu dostu olarak görüyor olsa da ona güvenmiyordu. Edward zalim olabilirdi ama kesinlikle çok kurnazdı. “Bizi kimse duyamaz,” diye garanti verdi piskoposa. “Eminim. Söyle bana.”
Lamberton’ın karanlık gözleriyle karşılaştı, olacakların dehşetiyle bir parıltı oluştu. “Hain ölümü yaşadı .”
Bruce ürperdi. Wallace acı çekmişti. Çenesini sıktı ve adama devam etmesini işaret etti.
“Londra sokaklannda beş kilometre kadar, Smithfeld Elms’e kadar at arkasında sürüklediler. Astılar, vücudunu dört parçaya böldüler ama önce erkekliğini kestiler, bağırsaklarını çıkarttılar ve gözlerinin önünde yaktılar. Başı Londra Köprüsü’nün üstünde asılı duruyor.”
Bruce’un gözleri öfkeyle yandı. “Gurur, Edward’ı aptala çevirdi.”
Lamberton tekrar etrafına bakındı ama gördüğü tek hareket mum ışığının duvar halıları üzerinde dans eden gölgesinden ibaretti. Korkusu anlaşılabilirdi: Çok daha azını söyleyen adamlar bile kuleye gönderilmişti. Ancak kapıdan içeri dalan askerler görmeyince rahatladı. “Evet. Edward’ın intikam arzusu güçlü bir mağdur yarattı. Wallace’ın hayaleti, bedeninden daha büyük baş belası olacak. Edward’dan böylesi büyük bir hata beklemezdim.”
“O bir Plantagenet.”
Lamberton başıyla onayladı. Yeterli bir açıklamaydı. İngiltere’nin kraliyet ailesi, öfkelerinin verdiği dehşetle meşhurdu. Bruce o öfkenin yanlış tarafında birden çok kez bulunmuştu. Şimdiye kadar hayatta kalmayı başarmış olsa da gelecek sefer o kadar şanslı olmayacağının farkındaydı.
“Fikrini değiştirmedin ya?” diye sordu düşüncelerini okuyan Lamberton.
Bakışlarındaki beklenti Bruce’un üstüne felç edici bir kuvvetle çöktü. Tüm kaybedebilecekleri gözlerinin önünden geçti: arazileri, unvanları, hayatı. Wallace’ın maruz kaldığı akıl almaz işkenceyi düşündü. Dayanılmaz bir acı çekmiş olmalıydı, öyle ki başını koparan baltaya boyun eğmek bile ona zevk vermiş olabilirdi. Bruce bu aşamada devam etmiş olsaydı muhtemelen o da aynı kaderi paylaşmış olacaktı.
Tam o anda Bruce duraksadı. Ne de olsa o yalnızca sıradan bir adamdı. Taç her ne kadar ona ait olsa da henüz kral değildi. İşte Robert the Bruce bu düşünce ve inançta cesareti buldu ve rahatladı. İskoçya’nın asıl kralı Edward değil kendisiydi. Krallığın ona ihtiyacı vardı.
Wallace’ın özgürlük meşalesini alacaktı, bedeli ne olursa olsun.
“Hayır. Fikrimi değiştirmedim,” dedi, sesindeki çelik gibi azim hiçbir tereddüt ifadesi taşımıyordu.
Beş ay önce, Lamberton ile gizli bir bağ kurmuşlardı – yalnızca Hıristiyan aleminin en güçlü adamı Edward Plantagenet’a değil, tahtta iddiası olan diğer İskoçlar da dahil tüm rakiplerine karşı bir ittifaktı bu. Edward’dan kurtulmak savaşın yalnızca yarısı olacaktı, kendi yurttaşlarını sancağının altında toplamak da bir o kadar zordu. Edward’ın ülkede yerini sağlamlaştırması, İskoçya’daki kan davaları ve derin çatlamalar nedeniyle bu kadar kolay olmuştu.
Lamberton’ın yanında olması başarı umuduna giden bir anahtardı. Nispeten genç olsa da – Lamberton, otuz bir yaşındaki Bruce’tan bir yaş daha gençti – St. Andrews piskoposu en zengin piskoposluğun başındaydı ve İskoçya’nın en önemli, en saygı duyulan adamlarından biriydi. Edward bile bunu kabul ediyordu ki yakın zamanda onu İskoçya’nın müşterek Muhafızı olarak tayin etmişti.
“Güzel,” dedi Lamberton, rahatladığını gizleme zahmetine hiç girmeden. “Hazır olmamız gerek.”
“Kralın sağlığı kötüleşti mi?” Bruce’un sesinde umut vardı. “Hayır. Bir kez daha ölümden döndü. Şüphesiz, Wallace’ın yakalanmasının sebep olduğu bir mucizeydi.”
Bruce iç geçirdi. Edward’ın hasta yatağında ölmesini umut etmenin boşa olduğunu düşündü. Galler Prensi’nde babasının açıkgözlülüğü ya da çelik gibi iradesi yoktu. “O zaman neye hazırlanıyoruz?”
“Wallace’ın ölümü isyan ateşini tekrar körükleyecek,” dedi Lamberton. “Ateşin bizim istediğimiz yönde yayılmasından emin olmalıyız.”
Bruce’un damarlarına Edward’a karşı hissettiğinden çok daha fazla nefret akın etti. “Bir şeyler duydun mu? Comyn herhangi bir şey planlıyor mu?” Badenoch Lordu, John “Kızıl” Comyn en büyük düşmanı ve taç için savaşacak en güçlü rakipti.
Lamberton omuzlarını silkti. “Hiçbir söylenti duymadım ama bir şeyler olacağını tahmin etmemek aptallık olur.”
Bruce, elindeki kadehi, kalayları parmaklarına batana kadar sıktı. Evet, düşmanının saldırıya geçip geçmeyeceği değildi soru, ne zaman geçeceğiydi.
Bir süre daha konuştular, Bruce’un standartlarında olanları ve olmayanları gözden geçirdiler. Son birkaç yıldır Edward’ın korku imparatorluğu başarılı olmuştu. İskoçya’yı, tam zırhlı, ağır donanımlı İngiliz şövalyelerine karşı ayaklanmaya ikna etmek kolay olmayacaktı.
Şövalyelere karşı çiftçiler ve balıkçılar. Bir şansları olduğunu düşünmek çılgınlık mıydı? Wallace denemişti ama sonuç ortadaydı. Başı bir mızrağın üstündeydi, bedeni ise dörde bölünmüş, İngiltere’nin tüm köşelerine gönderilmişti. Bruce’un kalbi yaşananların hüsranına boğuldu – yalnızca muhteşem bir adamın hayatını kaybetmesine değil bir de ülkesinin umutsuz halinin hüsranına.
Ancak, Wallace’ın hatalarından ders çıkarabilirdi. Wallace, İngilizlerin geleneksel olmayan savaş tekniklerine karşı savunmasız olduklarını kanıtlamıştı. Korsan taktiklerine. Bruce titredi, bu fikir aklına hâlâ tam olarak yatmıyordu.
Ayağa kalktı, ateşin önünde volta atmaya başladı, az sonra önereceği şeye kendini ikna etmeye çalıştı. İnandığı her şeye ters düşüyordu. Ama şanslarını eşitlemek için bir yol bulmaları gerekiyordu. Nihayet, durdu ve banktan sessizce onu izleyen arkadaşına döndü. “Kazanamayız,” dedi, inkar edilemez gerçek karşısında öfkeye kapılmıştı. “Meydan savaşında kazanamayız. İngiliz kuvvetleri çok daha büyük, daha düzenli ve çok daha donanımlı.”
Lamberton başıyla onayladı. Bu, ikisinin de zaten bildiği bir şeydi.
“Bu savaşa olan yaklaşımımızı değiştirmeliyiz,” dedi Bruce. “Artık meydan savaşları, uzun kuşatmalar ya da şövalyelerin bire bir çarpışması yok. Onların gücünü kendilerine karşı kullanmanın yollarını bulmalıyız.” Piskopos dikkatle Bruce’a bakıyordu. “Kendi savaşımızı kendi şartlarımızla yapmalıyız.”
“Korsan taktiklerinden mi söz ediyorsun?” dedi Lamberton, şaşkınlıkla tek kaşını kaldırarak. “Bu şövalye tarzı değil.”
Lamberton’ın tepkisi anlaşılırdı. Bruce da kendi önerisine inanamıyordu. Kendisi de Hıristiyan aleminin en büyük şövalyelerinden biriydi ve şövalyelik tüm varlığına işlemişti. Bir korsan gibi savaşmak, inandığı her şeye ters düşüyordu: Kurallar, standartlar, prensipler… “Şövalye gibi savaşırsak, kaybederiz,” dedi Bruce kararlılıkla. “Orduların çarpışmasında İngilizler çok güçlü. Ama Wallace zaferin nasıl mümkün olduğunu gösterdi – korsan taktiklerini karada uyguladı.”
“Wallace başarısız oldu,” diye belirtti Lamberton.
“Ama bizde Wallace’ta olmayan bir şey olacak.” Bruce duraksayarak, kemerinden katlanmış bir parşömen çıkardı.
Lamberton onu alıp, kabaca bir düzine ismin olduğu listeye baktı. “Nedir bu?”
“Gizli ordum.”
Lamberton, Bruce’un şaka yapıp yapmadığını anlamaya çalışarak tek kaşını kaldırdı. “Bir düzine adamdan mı oluşuyor?” Listeye tekrar baktı. “Ve anladığım kadarıyla da içlerinden yalnızca bir tanesi şövalye?”
“Şövalyelerim zaten var; bende olmayan şey korsanlar gibi savaşmayı bilen adamlar.”
“Kuzey İskoçyalılar,” dedi Lamberton ve böylece listedeki isimlerin bazıları aniden anlam kazandı. “Batı Adaları’nın İskandinav kanı taşıyan İskoçlardan daha iyi korsanı nerede bulacaksın.”
“Aynen öyle,” dedi Bruce. “Adamların sayıları dövüş biçimini yansıtıyor — hızlı, ufak gruplar halinde korkusuz saldırılar, düşmanda korku yaratmak için hayalet gibi hareket edip, şaşırtma tekniği kullanmak.”
“Ama neden gizli?”
“Korku, güçlü bir silah olabiliyor ve gizem de düşmanın kalbindeki korkuyu arttırır. Gerçekler mi yoksa efsaneler mi? Ayrıca kimi aradığını bilmezsen durdurmak da zor olur.”
Bruce beklerken, Lamberton parmağıyla çenesine dokunarak parşömeni tekrar inceledi. Piskoposun fikirleri onun için çok önemliydi ve gelecek fikirlerin de habercisi olacaktı. Ama Bruce kendini kandırmadı; silah arkadaşlarını – şövalye kardeşlerini – ikna etmek kolay olmayacaktı. En sonunda Lamberton, “Kabul etmeliyim ki ilginç bir fikir,” dedi.
Lamberton’ın tam ikna olmadığını görünce, “Dahası da var. Yalnızca bir avuç korsan değil. Elindeki listede, savaşın her alanında – silahlanmadan gemiciliğe, keşfe, kılavuzluk ve düşman bölgesine sızmaya kadar – İskoçya’daki en iyi savaşçıların isimleri var. Bir düşün: Neye ihtiyacımız olursa olsun, ne kadar imkansız gibi duran bir görevle karşılaşırsak karşılaşalım, en iyi adamlar emrimde olacak. Bu adamların tek başına neler yapabileceğini bir hayal et, sonra da birlikte neler yapabileceklerini hayal et,” diye ekledi Bruce.
Lamberton’ın gözleri parladı vc gülümsedi, ifadesindeki şeytanlık, genç yüzü ve papaz elbisesiyle tam bir zıtlık içindeydi. “İleri görüşlü bir davranış.” Bruce’a hayranlık dolu bir ifadeyle baktı. “Bir devrim için devrimci bir yaklaşım.”
“Kesinlikle.” Bruce gülümsedi, arkadaşının tepkisinden hoşnut kalmıştı. Ailevi ya da feodal bir bağlantısı olmadan küçük bir grup halinde savaşacak en iyi savaşçıları tek tek seçmek – böyle bir şey daha önce hiç olmamıştı. Listede birbirine düşman olan kişiler vardı. Ama başarılı olunursa… ihtimaller sarsıcıydı.
“Kolay olmayacak,” dedi Lamberton, düşüncelerini okuyarak. “Bu adamları birleştirmek neredeyse imkansız olacak.”
“İskoçya’yı benim sancağım altında birleştirmek gibi mi?”
Lamberton bu hususu kabullenerek başına dokundu. İkisi de kolay olmayacaktı ama olasılıkların onları durdurmasına izin veremezlerdi. “Bu gizli orduyu kim komuta edecek?”
Bruce parmağını listenin en üstünde duran isme götürdü.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİki Ateş Arasında
- Sayfa Sayısı440
- YazarMonica McCarty
- ÇevirmenAslıhan Bağdatlı
- ISBN9786054629190
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5, Karton Kapak
- YayıneviKoridor Yayıncılık / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Maymun Adası ~ Osamu Dazai
Maymun Adası
Osamu Dazai
“Ölmeyi düşünüyordum. Yılbaşında birileri bana bir top kumaş verdi. Yeni yıl hediyesiymiş. Kimonoluk bu kumaş, ketendi. Gri tonlarında, ince çizgilerle dokunmuştu. Bundan olsa olsa...
- Annemin Otobiyografisi ~ Jamaica Kincaid
Annemin Otobiyografisi
Jamaica Kincaid
“Bir insanı bebekliğinden itibaren gözlemlemek; tıpkı yeni tomurcuklanan bir çiçeği gözlemler gibi, taçyapraklarının başta birbirlerine sımsıkı sarılışlarını, sonra her birinin doğallıkla gevşeyip yayılışını ve...
- Gümüş Aygır – Kore’nin Hikayesi ~ Ahn Junghyo
Gümüş Aygır – Kore’nin Hikayesi
Ahn Junghyo
1950 yazında Kore Savaşı patlak verdiğinde, bir Kore köyü olan Geumsan’ın çocukları arasında bir efsane dolaşmaktadır: Bebek Kumandan efsanesi. Mitolojik kahraman Bebek Kumandan, tıpkı...